- Konum
- ๓คשเรเץคђ
-
- Üyelik Tarihi
- 4 Eki 2012
-
- Mesajlar
- 883
-
- MFC Puanı
- 120
Son dönemde tüm sorunların çözümünün anahtarı, tüm dertlerin devası olarak sunulan, ‘gerekliliğinden’ ve ‘kesinliğinden’ de asla şüphe edilmeyen ekonomik büyüme nedir? Aslında ekonomik büyüme, ilerleme, modernleşme, kalkınma... gibi kavramların gerisindeki reel bir karşılığı olan asıl kavramdır. Başka türlü ifade edersek, ilerleme, modernleşme, muasır medeniyet seviyesini yakalama, kalkınma... söyleminin derin çekirdeğini ekonomik büyüme denilen oluşturuyor. Bir ülkenin kalkınması, ilerlemesi, modernleşmesi için ekonomik büyümenin vazgeçilmezliğinden şüphe edilmiyor... Büyüyor, ilerliyor, modernleşiyor o halde kalkınıyor velhasıl işler yolunda... şeklinde genel-geçer bir anlayış hâkim. Bir şeyden şüphe etmemek, tartışmamak, onu yeniden düşünmemek, o şeyin bir inanç kategorisi haline geldiği durumda mümkün oluyor. O kadar ki, şimdilerde ekonomik büyüme burjuva uygarlığının dini haline gelmiş durumda. Eğer yüksek oranlı ve istikrarlı bir büyüme gerçekleşirse, yoksulluğun ve işsizliğin sorun olmaktan çıkacağı, sıkıntıların aşılacağı, işlerin yoluna gireceği, toplumsal refahın gerçekleşeceği, huzura erileceği söyleniyor.
Küresel oligarşinin ve küresel plütokrasinin sözcüleri, politikacılar, devlet ricâlinin yükseklerindekiler, akademi taifesi ve medya’nın yazar ve yorumcuları, bıkıp-usanmadan büyüme marşını söylüyor. Sadece söylemiyor herkesin söylemesi için de yoğun çaba harcıyorlar. Ekonomik büyüme denilen gerçekten tüm insânî ve toplumsal sorunların çözümünün sihirli anahtarı mıdır? Bir ekonomi yılda ortalama %3 oranında büyürse, 23 yılda, %5 oranında büyürse 14 yılda GSYH ikiye katlanır. Dönemin sonunda insanların durumunda aynı oranda bir ‘iyileşme’ gerçekleşir mi? Eğer gerçekleşmiyorsa neden gerçekleşmez? Ekonomik büyüme ısrarla ileri sürüldüğü gibi işsizliğin panzehiri midir? Eğer öyleyse neden onca büyümeden sonra işsizlik oranları dünyanın her yerinde artmaya devam ediyor? Eğer ekonomik büyüme yoksulluğun panzehiriyse, onca büyümeye, onca ‘zenginleşmeye’ rağmen neden yoksulluk ve sefalet çığ gibi büyüyor? Ekonomik büyüme eşittir kalkınma diye bir şey mümkün müdür? Ekonomik büyüme birilerini [küresel oligarşi] hızla zenginleştirir, başkalarını da [çoğunluk] hızla yoksullaştırırken, neden doğal çevre tahribatı da büyüyor? Öyleyse, bu çelişik durumun, gösterilen hedefle ulaşılan yer arasındaki uyumsuzluğun sebebi nedir? Hedef neden sürekli şaşıyor ve şaşmak zorunda?
Sorunların, çelişkilerin, olumsuzlukların, saçmalıkların gerisinde, kapitalizmi yok saymak yatıyor. Kapitalizmi yok saymak da büyük ölçüde ‘ekonomik teori’, ‘ekonomi bilimi’, ‘saf iktisat’ [économie pure] denilen sayesinde mümkün oluyor. Aslında üniversitelerde bilim diye okutulan iktisat teorisinin misyonu ve varlık nedeni, şeylerin neden ve nasılını bilince çıkarmak değil, şeylerin üstünü örtüp, anlaşılmasını engellemektir. İdeolojik safsataları hikmetinden sual olmaz saf bilim saymakla ilgilidir. Oysa, iktisat bilimi denilip-yüceltilenin bu dünyanın gerçekliğiyle ilgisi sadece tevatürden ibarettir. Eğer siz kapitalizmi yok sayarsanız, onu adıyla çağırmaktan özenle ve ısrarla kaçınırsanız, yeryüzünün efendilerinin ağzıyla konuşursanız, olup-bitenlere dair gerçeği söylemeye yanaşmazsanız, ekonomik büyümeyi kalkınma, ilerleme, vb... olarak sunabilirsiniz ama bu, yaptığınızın reel bir karşılığı olduğu, bir kıymet-i harbiyesi olduğu anlamına gelmez.
Kapitalizm, büyüme ve zenginlik üretiyor, ama onun sonucunda sorunların çözülmesi gerekmiyor... Tam tersine ekonomik büyümeyle birlikte insânî, toplumsal ve ekolojik sorunlar da büyüyor. Zira orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Başka türlü ifade edersek, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir ki, her ileri aşamada sosyal ve ekolojik kötülüklerin de büyümesi, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. O halde neden öyle oluyor? Devasa zenginlik artışına neden akıl almaz bir yoksulluk, sefalet ve doğal çevre tahribatı eşlik ediyor? Ekolojik sorunlar neden derinleşiyor, insânî değerler neden aşınıyor, neden derin bir anlam kaybı ortaya çıkıyor, dünya neden her geçen gün daha da yaşanmaz hale geliyor? Velhasıl bindiği şu alâmet insanlığı nereye taşıyor? Ufukta bir şey görünüyor mu? Eğer görünüyorsa neye benziyor? Her hangi bir insânî-toplumsal süreci tahlile giriştiğinizde, bir dizi neden sıralamak adettendir ama o kadarı olup-biteni yetkin bir şekilde kavramanız, bilince çıkarmanız için yeterli değildir. Bir nedenler hiyerarşisi oluşturmanız, bütün nedenler içinde asıl nedeni tespit etmeniz de gerekir. Bu yüzden olup-bitenleri, yaşanan süreci yetkin bir tarzda anlamanın, bilince çıkarmanın yolu, kapitalizmi anlamaktan geçiyor ki, zaten anlamak aşmaktır denmiştir...
Kapitalizm, ücretli emek sömürüsüne dayanan, yegane ereği kâr etmek, ve kârı artırmak olan, canlı olan her şeyi ölü nesnelere, metalara dönüştüren, kullanım değerinin yerini değişim değerinin aldığı, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için sürekli büyümek zorunda olan, toplumun temel üretici güçlerinin ve yaşam araçlarının dar bir sermaye sınıfının elinde olduğu, her türlü ahlâkî değere yabancılaşmış [ahlâk dışı değil ahlaksız], parasal ve maddi olan, hesaplanabilir-ölçülebilir olan dışında hiçbir insanî değere itibar etmeyen, eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, ekonomik olanın politik sosyal ve kültürel olanın önüne geçtiği, araçlarla amaçların ters-yüz olduğu, öküzün arabanın arkasına koşulduğu... tuhaf bir uygarlıktır... Bilindiği gibi, kapitalizmin ayıbını örtme işi de burjuva düzenini bir dünya cenneti [tarihin sonu...] suretinde sunabilmek için uğraşıp duran, başta iktisatçı uleması olmak üzere, bilimi kendilerinden menkûl ‘sosyal bilimciler’ denilen taifeye, burjuva ideologlarına, kapitalist yağma düzeninin akıl hocalarına düşüyor. Bu pis misyonun taşıyıcıları arasında ‘sert bilimler’ arasında olduğu iddia edilen ‘saf iktisadın’ özel bir yeri olduğu da mâlûmdur. İlerleyen sayfalarda bu bağlamda yapacağımız açıklamalara temel oluşturmak üzere, kapitalizmin kör mantığına dair bazı kısa hatırlatmalar yapmak yararlı olabilir.
Kapitalizm veya aynı anlama gelmek üzere kapitalist üretim süreci, insanları üretmek ve yaşamak için gerekli olan araçlardan mahrum ederek, toplum çoğunluğunu mülksüzleştirip-proleterleştirerek sermaye biriktirmek, sürekli biriktirmek, her seferinde daha çok biriktirmektir. Başka türlü ifade edersek, kapitalist üretim tarzı, ücretli emek sömürüsüne [artı-değer sömürüsüne] dayanan, yegane ereği artı-değer [kâr] kütlesini ve oranını sürekli büyütmek amacıyla metalar [mallar] üreten bir sistemdir. Kârı artırmak için daha çok üretmek gerekiyor ama üretim sert [yıkıcı] bir rekabet ortamında gerçekleştiği için, her bir kapitalistin yarışa devam etmesinin koşulu, hem daha çok üretmekle, hem de rekâbet edebilir durumda olmakla mümkündür. Maliyeti düşürmenin, rekabet edebilir durumda olmanın koşulu da sömürü oranını artırmak, işçiyi daha çok sömürmek ve daha ileri teknolojiye ve daha büyük sermayeye sahip olmaktır. Her bir kapitalist işletmenin rekabet edebilmesinin, varlığını sürdürebilmesinin koşulu, her seferinde daha büyük sermayeye, daha ileri, daha gelişmiş teknolojiye sahip olmasını gerektiriyor. Bu durum kapitalistin neden sürekli olarak ileriye doğru kaçmak zorunda olduğunu da açıklar.
Aslında söz konusu olan, bir birey olarak kapitalistin denetlemesi mümkün olmayan cehennemî bir yarıştır, dolayısıyla, bir birey olarak kapitalistin iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Kapitalist patron büyük bir servete sahip olsa, büyük bir zenginliği denetlese de son tahlilde kendi mantığına göre işleyen bir çarkın sadece bir dişlisidir. Bu yüzden toplumun kapitalizmden kurtuluşu, kapitalistlerin de kurtuluşu olacaktır dense yeridir... Bu söylediğimizden iki sonuç çıkarmak mümkündür: Birincisi, daha çok üretim, daha çok toplumsal refah, bireysel ve kollektif ihtiyaçların daha iyi tatmin edilmesi anlamına gelmiyor veya öyle bir özdeşlik söz konusu değildir; ikincisi, ekseri sanıldığı gibi kapitalizm koşullarında üretilen ileri teknoloji insanlar rahat etsinler, daha kolay ve daha az zahmetle üretsinler, rahat yaşasınlar daha çok boş zamana sahip olsunlar diye değildir. Sol anlayışta da geçerli olan kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesinin mutlaka olumlu bir şey sayılması, daha çok üretimin ve teknolojik ilerlemenin asıl neyin hizmetinde olduğunun bilinmemesinden kaynaklanıyor. Yazık ki, tarihsel sol üretici güçlerin gelişmesinden makineleşme düzeyinin yükselmesini anladı ve bunun işçi [emekçi toplum çoğunluğu] aleyhine mümkün olduğunu görmezlikten geldi ve olumladı... Oysa, Üretici güçlerin gelişmesi olarak sunulan teknolojik gelişmenin varlık nedeni ve misyonu, tevatür edilenden farklıdır. Kapitalizm koşullarında bunları geliştirme gereği, kâr oranının düşme eğilimine karşı bir tedbirden başka bir şey değildir. Aynı şekilde istihdamı artırmak, işsizliği önlemek gibi halisâne kaygılar da söz konusu değildir. Durum böyledir ama toplumda üretim artışının ve teknolojik gelişmenin mutlaka iyi ve yararlı bir şey olduğuna dair genel geçer sarsılmaz bir anlayış hakimdir.
Her kapitalist işletme toplam artı-değerden daha fazla pay kapmak için mücadele ediyor. Ayakta kalabilmesi, sermayesini büyütebildiğinde ve rekabetçi yeteneğini koruyabildiğinde, mümkündür. Eğer her kapitalist işletme daha fazla üretmek zorundaysa –ki, öyledir- bu, üretim ölçeğinin ve üretim hacminin her seferinde daha da büyütülmesini gerektirir. Fakat üretim çarklarının dönmesi, üretilenin satıldığı [realizasyon] durumda mümkündür. Başka türlü ifade edersek, üretim artışına gelir ve dolayısıyla talep artışının eşlik etmesi, üretilenin tüketilmesi gerekir. İşte sorun veya sorunlar o aşamada ortaya çıkıyor. Kapitalist üretimim asıl ereği kâr da değildir zira üretim çevrimi sonucu elde edilen kârın en büyük bölümünün sermayeye dönüştürmek üzere yeniden yatırıma yönlendirilmesi zorunluluğu vardır. Aksi halde kapitalist işletmesini büyütemez, rekabet yeteneğini koruyamaz, büyükler tarafından yutulur ve yarış alanını terketmek zorunda kalır. Onun için büyümek veya yok olmak dışında üçüncü bir seçenek mümkün değildir. Demek ki, kapitalist mantığın geçerli olduğu koşullarda, üretmek de, kâr etmek de, kendi başına amaçlar değil, sermayeyi büyütmenin araçlarıdır... Bu da kapitalizmin kör mantığı denilenin ne demeye geldiğini açıklıyor. Orada üretmek, her seferinde daha çok üretmek yegane amaçtır ki, bu arabanın freninin olmadığı veya tutmadığı duruma benzer. Aslında orta yerde nereye ve neden gittiğini bilmeyen bir araç söz konusudur. Eğer insânî, toplumsal, ekolojik kötülüklere neden olmasaydı arabanın istikâmetini şaşırması, önemsenmeye bilirdi. Oysa gerçek durum hiç te öyle değil... Orada söz konusu olan, araçlarla amaçların ters-yüz olması, öküzün arabanın arkasına koşulmasıdır.
Hepsi bu kadar da değil, kapitalist üretim tam bir sömürü metabolizması şeklinde tezâhür ediyor. Bir yerdeki zenginliği başka yere taşıyor, azınlığı zenginleştirirken çoğunluğu yoksullaştırıyor. Doğal [ekolojik] ve sosyal çölleşmeye neden oluyor. Bu durum, kapitalizmin kutuplaştırıcı bir ‘temel eğilime’ sahip olmasındandır. Birinin diğeri, bir sınıfın başka bir sınıf, bir bölgenin başka bir bölge, bir ülkenin başka bir ülke aleyhine zenginleşmesi ya da visa versa... Başka türlü söylersek, birilerinin zenginleşmesi başkalarının yoksullaşması, yaşam için gerekli araçlardan ve bilgi ve yetenekten mahrum olması, proleterleşmesi durumunda mümkündür. Kapitalizm mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir...Velhasıl kapitalist sistem, mantığının ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak, ancak toplumsal eşitsizliği büyüterek, yoksulluğu ve sefaleti derinleştirerek, ekolojik dengeleri bozarak, insânî yabancılaşma yaratarak yol alabilir... Her ileri aşamada insânî- toplumsal kötülükleri azdırmak durumundadır. Bu da geçerli egemen söylemle gerçek durum arasındaki uyumsuzluğu açıklar. Bunun anlamı, kapitalizmin vaadedilenin tersini gerçekleştirmeye mahkûm olduğudur... Daha önce söylediğimiz devasa ‘zenginlik’ artışına akıl almaz bir yoksulluk ve sefalet artışının eşlik etmesi, sistemin bu niteliğinin bir sonucudur. Bir tarafta kapitalizm kendi yolunda ilerler, toplumsal ve ekolojik kötülükleri derinleştirirken, öte tarafta ilerlememe-büyüme-kalkınma olarak sunulanın tüm sorunları çözeceğini ileri sürmek büyük bir çelişkidir. Eğer kapitalizm, yoksulluk, sefalet, insânî yabancılaşma ve doğal çevre tahribatı üreten bir makine ise –ki öyledir- o makinenin bir de sorunların çözümünün anahtarı sayılması saçma değil mi?
İşte burjuva politikacılarının, burnundan kıl aldırmayan, ‘bilimi’ kendinden menkûl iktisatçı taifesinin ve burjuva ideologlarının rasyonelliğinden asla şüphe etmediği kapitalist sistem böyle bir kör mantığa göre işliyor... Öyle bir kör mantık ki, öyle bir irrasyonellik ki, sistem bünyesinde kendi kendini yok edecek virüsü barındırıyor. Eğer gerçekten durum öyleyse, söz konusu süreç insanlığın ve uygarlığın sonunu getirme istidâdı taşıyorsa, neden sorun edilip, tartışılmıyor ve gereği yapılmıyor? Böylesine yüksek bir teknolojik düzeye ulaşmış bir insan toplumunun kendi kendini yok edecek bir rotaya girdiğini söylemek kimilerine saçma gelebilir. Eğer bir toplum sınıflara bölünmüşse ve oligarşiyle halk sınıfları arasındaki uçurum da iyice büyümüşse, böyle bir durumda yıkımın toplumun ayrıcalıklı kesimleri tarafından hissedilmesi, ancak iş işten geçtikten sonra mümkün olabilir. Binanın üst katında oturanın su baskınından alttakilerden daha geç etkilenmesi gibi... Cornélius Costariadis, son söyleşilerinden birinde, “kapitalist toplumun her açıdan yıkıma koşar adım ilerleyen bir toplum olduğunu, zira, kendi kendini sınırlamayı bilmediğini” söylüyordu. “Zira, –diyor Costariadis- gerçekten özgür bir toplum, özerk bir toplum kendini sınırlamak zorundadır, yapılmaması gereken şeyler olduğunu veya denenmemesi, hatta denenmesinin arzulanmaması gereken şeyler olduğunu bilmesi gerekir” diyordu... Marx ve Engels de ünlü Komünist Manifesto’da kapitalizmin çelişik karakterine gönderme yapıyorlardı: “Burjuva üretim ve değişim koşulları, burjuva mülkiyet ilişkileri, öylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü başarmış o burjuva toplumu, yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan cinci hocalara dönmüş durumda.” Gerçekten insanlığın manzarası, çağırdığı ruhları bir türlü geri gönderemeyen büyücünün durumunu çağrıştırıyor... Bir zaman geliyor yangını çıkaranların onu söndürmesi artık mümkün olmaya biliyor...
Bu çelişik durum nasıl açıklanabilir? Buraya nereden ve nasıl gelindi? Aslında bu durum, ekonomik veçhenin toplumsal yapıyı ve süreci oluşturan diğer veçhelerden bağımsızlaşması, ‘özerkleşmesi,’ diğerlerine baskın çıkmasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, toplumsal süreç denilen, sosyal, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel, etik, estetik... veçhelerin diyalektik bir bütünü olarak var oluyor. Her tarihsel dönemde de bunların her birinin önemi, ağırlığı ve belirleyiciliği değişiyor. Mesela kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında politik kertenin belirleyiciliği esastı. Söz konusu prekapitalist sosyal formasyonlarda Polanyi’nin ifade ettiği gibi ekonomi toplumda mündemiçti [içerilmişti]. Kapitalizmle birlikte bu durumda radikal bir değişiklik ortaya çıktı. Artık ondan sonra toplum ekonomide mündemiçti. Aynı şekilde politik kerte de ekonomiye tâbi hâle geldi. Ekonomik veçhe diğer veçheler [belirleyicilikler] karşısında özerkleşti. Toplumsal sürecin ekonomi dışı tüm unsurları sadece ekonomik olana tâbi duruma gelmekle kalmadı, bir bakıma ekonomik kerte diğerleri [sosyal, politik, kültürel, ettik, estetik veçheler veya belirleyicilikler densin] karşısında özerkleşti ve onları kolonize etti... Oysa, toplumsal sürecin ‘sağlıklı’ işlemesi, söz konusu kerteler/belirleyicilikler arasında uygun bir dengeyi ve tamamlayıcılığı varsayar. Kapitalizm öncesi dönemde bu denge veya tamamlayıcılık, politik kerte lehine bozulmakla birlikte, söz konusu bozulmanın neden olduğu olumsuzluklar insânî-toplumsal alanla sınırlı kaldı, söz konusu durumun ortaya çıkardığı sorunlar ve yabancılaşmanın mahiyeti farklıydı ve genel bir sürdürebilmezlik tablosu ortaya çıkmamıştı.
Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle, bir taraftan üretim görülmemiş bir hızla artarken, söz konusu üretim artışı sadece sayısız insânî-toplumsal kötülükleri ve yabancılaşmaları büyütmekle kalmadı, ekolojik dengeyi de bozarak tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkardı. Anolojiler ekseri sorunlu olsa da şöyle bir analoji yapılabilir: Bir çocuğun sağlıklı gelişmesi için organları arasında, fizyolojik ve psişik unsurlar arasında uyumlu bir denge ve gelişme şarttır. Eğer bir dengesizlik söz konusuysa, artık sağlıklı bir gelişmeden, büyümeden söz edilemeyecektir. İnsan toplumları bakımından kapitalizmin sahneye çıkıp, ekonomik olanın emperyalizmini-koloniyalizmini dayatmasıyla, toplumsal süreç hastalıklı hâle geldi. Tüm sorunların çözümü olarak sunulan ekonomik büyüme, sorunların kaynağı haline geldi. Üretimin gözü doymaz kâr hırsıyla yapıldığı bir dünyada başka türlü olabilir miydi? Yegane amacı kâr etmek, kârı büyütmek, canlı olanı ölü metalara, sermayeye dönüştürmek olan kapitalist sistemin insanlığı ve uygarlığı tehlikeye atmaması mümkün müydü? Öyle bir ekonomik sistem ki, sadece insânî yabancılaşmalar yaratmakla kalmıyor, gezegeni tahrip ediyor, tropikal ormanları yok ediyor, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz her şeyi kirletiyor, zehirliyor... Bir şeyin yararlılığının ölçüsünün onun ticaret konusu yapılması, alınır-satılır bir meta ya indirgenmesi, değer kavramının dejenere edilmesi, bir şeyin değerli ve muteber sayılmasının onun sosyal varlık nedeni sayılması, alış-veriş konusu olmayan, pazarda satılmayan hiçbir şeyin makbûl sayılmaması, insanlığın, yüz-yüze geldiği sorunların, çekilen sıkıntıların temelini oluşturuyor. Kullanım değeri değil, değişim değeri üreten, kullanım değerinin değişim değerine tabi olduğu, onun türevi durumuna indirgendiği koşullarda, işlerin sarpa sarması neden şaşırtıcı olsun? Ekonomik büyüme zenginleşmenin, zenginleşme de sorunların çözümünün [kalkınmanın] anahtarı sayılıyor ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla [GSYH] ile ölçülüyor. O halde zenginlik nedir? GSYH gerçekten neyi ölçüyor?
*Bu metin, Fikret Başkaya’nın Yeni Paradigmayı Oluşturmak – kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve aciliyeti üzerine bir deneme, adlı eserinin ikinci bölümünden alınmıştır.
Küresel oligarşinin ve küresel plütokrasinin sözcüleri, politikacılar, devlet ricâlinin yükseklerindekiler, akademi taifesi ve medya’nın yazar ve yorumcuları, bıkıp-usanmadan büyüme marşını söylüyor. Sadece söylemiyor herkesin söylemesi için de yoğun çaba harcıyorlar. Ekonomik büyüme denilen gerçekten tüm insânî ve toplumsal sorunların çözümünün sihirli anahtarı mıdır? Bir ekonomi yılda ortalama %3 oranında büyürse, 23 yılda, %5 oranında büyürse 14 yılda GSYH ikiye katlanır. Dönemin sonunda insanların durumunda aynı oranda bir ‘iyileşme’ gerçekleşir mi? Eğer gerçekleşmiyorsa neden gerçekleşmez? Ekonomik büyüme ısrarla ileri sürüldüğü gibi işsizliğin panzehiri midir? Eğer öyleyse neden onca büyümeden sonra işsizlik oranları dünyanın her yerinde artmaya devam ediyor? Eğer ekonomik büyüme yoksulluğun panzehiriyse, onca büyümeye, onca ‘zenginleşmeye’ rağmen neden yoksulluk ve sefalet çığ gibi büyüyor? Ekonomik büyüme eşittir kalkınma diye bir şey mümkün müdür? Ekonomik büyüme birilerini [küresel oligarşi] hızla zenginleştirir, başkalarını da [çoğunluk] hızla yoksullaştırırken, neden doğal çevre tahribatı da büyüyor? Öyleyse, bu çelişik durumun, gösterilen hedefle ulaşılan yer arasındaki uyumsuzluğun sebebi nedir? Hedef neden sürekli şaşıyor ve şaşmak zorunda?
Sorunların, çelişkilerin, olumsuzlukların, saçmalıkların gerisinde, kapitalizmi yok saymak yatıyor. Kapitalizmi yok saymak da büyük ölçüde ‘ekonomik teori’, ‘ekonomi bilimi’, ‘saf iktisat’ [économie pure] denilen sayesinde mümkün oluyor. Aslında üniversitelerde bilim diye okutulan iktisat teorisinin misyonu ve varlık nedeni, şeylerin neden ve nasılını bilince çıkarmak değil, şeylerin üstünü örtüp, anlaşılmasını engellemektir. İdeolojik safsataları hikmetinden sual olmaz saf bilim saymakla ilgilidir. Oysa, iktisat bilimi denilip-yüceltilenin bu dünyanın gerçekliğiyle ilgisi sadece tevatürden ibarettir. Eğer siz kapitalizmi yok sayarsanız, onu adıyla çağırmaktan özenle ve ısrarla kaçınırsanız, yeryüzünün efendilerinin ağzıyla konuşursanız, olup-bitenlere dair gerçeği söylemeye yanaşmazsanız, ekonomik büyümeyi kalkınma, ilerleme, vb... olarak sunabilirsiniz ama bu, yaptığınızın reel bir karşılığı olduğu, bir kıymet-i harbiyesi olduğu anlamına gelmez.
Kapitalizm, büyüme ve zenginlik üretiyor, ama onun sonucunda sorunların çözülmesi gerekmiyor... Tam tersine ekonomik büyümeyle birlikte insânî, toplumsal ve ekolojik sorunlar da büyüyor. Zira orada söz konusu olan sermayenin büyümesidir. Başka türlü ifade edersek, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir ki, her ileri aşamada sosyal ve ekolojik kötülüklerin de büyümesi, işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır. O halde neden öyle oluyor? Devasa zenginlik artışına neden akıl almaz bir yoksulluk, sefalet ve doğal çevre tahribatı eşlik ediyor? Ekolojik sorunlar neden derinleşiyor, insânî değerler neden aşınıyor, neden derin bir anlam kaybı ortaya çıkıyor, dünya neden her geçen gün daha da yaşanmaz hale geliyor? Velhasıl bindiği şu alâmet insanlığı nereye taşıyor? Ufukta bir şey görünüyor mu? Eğer görünüyorsa neye benziyor? Her hangi bir insânî-toplumsal süreci tahlile giriştiğinizde, bir dizi neden sıralamak adettendir ama o kadarı olup-biteni yetkin bir şekilde kavramanız, bilince çıkarmanız için yeterli değildir. Bir nedenler hiyerarşisi oluşturmanız, bütün nedenler içinde asıl nedeni tespit etmeniz de gerekir. Bu yüzden olup-bitenleri, yaşanan süreci yetkin bir tarzda anlamanın, bilince çıkarmanın yolu, kapitalizmi anlamaktan geçiyor ki, zaten anlamak aşmaktır denmiştir...
Kapitalizm, ücretli emek sömürüsüne dayanan, yegane ereği kâr etmek, ve kârı artırmak olan, canlı olan her şeyi ölü nesnelere, metalara dönüştüren, kullanım değerinin yerini değişim değerinin aldığı, var olabilmek ve varlığını sürdürebilmek için sürekli büyümek zorunda olan, toplumun temel üretici güçlerinin ve yaşam araçlarının dar bir sermaye sınıfının elinde olduğu, her türlü ahlâkî değere yabancılaşmış [ahlâk dışı değil ahlaksız], parasal ve maddi olan, hesaplanabilir-ölçülebilir olan dışında hiçbir insanî değere itibar etmeyen, eşyanın onu üreten insandan daha değerli sayıldığı, ekonomik olanın politik sosyal ve kültürel olanın önüne geçtiği, araçlarla amaçların ters-yüz olduğu, öküzün arabanın arkasına koşulduğu... tuhaf bir uygarlıktır... Bilindiği gibi, kapitalizmin ayıbını örtme işi de burjuva düzenini bir dünya cenneti [tarihin sonu...] suretinde sunabilmek için uğraşıp duran, başta iktisatçı uleması olmak üzere, bilimi kendilerinden menkûl ‘sosyal bilimciler’ denilen taifeye, burjuva ideologlarına, kapitalist yağma düzeninin akıl hocalarına düşüyor. Bu pis misyonun taşıyıcıları arasında ‘sert bilimler’ arasında olduğu iddia edilen ‘saf iktisadın’ özel bir yeri olduğu da mâlûmdur. İlerleyen sayfalarda bu bağlamda yapacağımız açıklamalara temel oluşturmak üzere, kapitalizmin kör mantığına dair bazı kısa hatırlatmalar yapmak yararlı olabilir.
Kapitalizm veya aynı anlama gelmek üzere kapitalist üretim süreci, insanları üretmek ve yaşamak için gerekli olan araçlardan mahrum ederek, toplum çoğunluğunu mülksüzleştirip-proleterleştirerek sermaye biriktirmek, sürekli biriktirmek, her seferinde daha çok biriktirmektir. Başka türlü ifade edersek, kapitalist üretim tarzı, ücretli emek sömürüsüne [artı-değer sömürüsüne] dayanan, yegane ereği artı-değer [kâr] kütlesini ve oranını sürekli büyütmek amacıyla metalar [mallar] üreten bir sistemdir. Kârı artırmak için daha çok üretmek gerekiyor ama üretim sert [yıkıcı] bir rekabet ortamında gerçekleştiği için, her bir kapitalistin yarışa devam etmesinin koşulu, hem daha çok üretmekle, hem de rekâbet edebilir durumda olmakla mümkündür. Maliyeti düşürmenin, rekabet edebilir durumda olmanın koşulu da sömürü oranını artırmak, işçiyi daha çok sömürmek ve daha ileri teknolojiye ve daha büyük sermayeye sahip olmaktır. Her bir kapitalist işletmenin rekabet edebilmesinin, varlığını sürdürebilmesinin koşulu, her seferinde daha büyük sermayeye, daha ileri, daha gelişmiş teknolojiye sahip olmasını gerektiriyor. Bu durum kapitalistin neden sürekli olarak ileriye doğru kaçmak zorunda olduğunu da açıklar.
Aslında söz konusu olan, bir birey olarak kapitalistin denetlemesi mümkün olmayan cehennemî bir yarıştır, dolayısıyla, bir birey olarak kapitalistin iradesinin bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Kapitalist patron büyük bir servete sahip olsa, büyük bir zenginliği denetlese de son tahlilde kendi mantığına göre işleyen bir çarkın sadece bir dişlisidir. Bu yüzden toplumun kapitalizmden kurtuluşu, kapitalistlerin de kurtuluşu olacaktır dense yeridir... Bu söylediğimizden iki sonuç çıkarmak mümkündür: Birincisi, daha çok üretim, daha çok toplumsal refah, bireysel ve kollektif ihtiyaçların daha iyi tatmin edilmesi anlamına gelmiyor veya öyle bir özdeşlik söz konusu değildir; ikincisi, ekseri sanıldığı gibi kapitalizm koşullarında üretilen ileri teknoloji insanlar rahat etsinler, daha kolay ve daha az zahmetle üretsinler, rahat yaşasınlar daha çok boş zamana sahip olsunlar diye değildir. Sol anlayışta da geçerli olan kapitalizmin üretici güçleri geliştirmesinin mutlaka olumlu bir şey sayılması, daha çok üretimin ve teknolojik ilerlemenin asıl neyin hizmetinde olduğunun bilinmemesinden kaynaklanıyor. Yazık ki, tarihsel sol üretici güçlerin gelişmesinden makineleşme düzeyinin yükselmesini anladı ve bunun işçi [emekçi toplum çoğunluğu] aleyhine mümkün olduğunu görmezlikten geldi ve olumladı... Oysa, Üretici güçlerin gelişmesi olarak sunulan teknolojik gelişmenin varlık nedeni ve misyonu, tevatür edilenden farklıdır. Kapitalizm koşullarında bunları geliştirme gereği, kâr oranının düşme eğilimine karşı bir tedbirden başka bir şey değildir. Aynı şekilde istihdamı artırmak, işsizliği önlemek gibi halisâne kaygılar da söz konusu değildir. Durum böyledir ama toplumda üretim artışının ve teknolojik gelişmenin mutlaka iyi ve yararlı bir şey olduğuna dair genel geçer sarsılmaz bir anlayış hakimdir.
Her kapitalist işletme toplam artı-değerden daha fazla pay kapmak için mücadele ediyor. Ayakta kalabilmesi, sermayesini büyütebildiğinde ve rekabetçi yeteneğini koruyabildiğinde, mümkündür. Eğer her kapitalist işletme daha fazla üretmek zorundaysa –ki, öyledir- bu, üretim ölçeğinin ve üretim hacminin her seferinde daha da büyütülmesini gerektirir. Fakat üretim çarklarının dönmesi, üretilenin satıldığı [realizasyon] durumda mümkündür. Başka türlü ifade edersek, üretim artışına gelir ve dolayısıyla talep artışının eşlik etmesi, üretilenin tüketilmesi gerekir. İşte sorun veya sorunlar o aşamada ortaya çıkıyor. Kapitalist üretimim asıl ereği kâr da değildir zira üretim çevrimi sonucu elde edilen kârın en büyük bölümünün sermayeye dönüştürmek üzere yeniden yatırıma yönlendirilmesi zorunluluğu vardır. Aksi halde kapitalist işletmesini büyütemez, rekabet yeteneğini koruyamaz, büyükler tarafından yutulur ve yarış alanını terketmek zorunda kalır. Onun için büyümek veya yok olmak dışında üçüncü bir seçenek mümkün değildir. Demek ki, kapitalist mantığın geçerli olduğu koşullarda, üretmek de, kâr etmek de, kendi başına amaçlar değil, sermayeyi büyütmenin araçlarıdır... Bu da kapitalizmin kör mantığı denilenin ne demeye geldiğini açıklıyor. Orada üretmek, her seferinde daha çok üretmek yegane amaçtır ki, bu arabanın freninin olmadığı veya tutmadığı duruma benzer. Aslında orta yerde nereye ve neden gittiğini bilmeyen bir araç söz konusudur. Eğer insânî, toplumsal, ekolojik kötülüklere neden olmasaydı arabanın istikâmetini şaşırması, önemsenmeye bilirdi. Oysa gerçek durum hiç te öyle değil... Orada söz konusu olan, araçlarla amaçların ters-yüz olması, öküzün arabanın arkasına koşulmasıdır.
Hepsi bu kadar da değil, kapitalist üretim tam bir sömürü metabolizması şeklinde tezâhür ediyor. Bir yerdeki zenginliği başka yere taşıyor, azınlığı zenginleştirirken çoğunluğu yoksullaştırıyor. Doğal [ekolojik] ve sosyal çölleşmeye neden oluyor. Bu durum, kapitalizmin kutuplaştırıcı bir ‘temel eğilime’ sahip olmasındandır. Birinin diğeri, bir sınıfın başka bir sınıf, bir bölgenin başka bir bölge, bir ülkenin başka bir ülke aleyhine zenginleşmesi ya da visa versa... Başka türlü söylersek, birilerinin zenginleşmesi başkalarının yoksullaşması, yaşam için gerekli araçlardan ve bilgi ve yetenekten mahrum olması, proleterleşmesi durumunda mümkündür. Kapitalizm mülksüzleştirerek sermaye biriktirmektir...Velhasıl kapitalist sistem, mantığının ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak, ancak toplumsal eşitsizliği büyüterek, yoksulluğu ve sefaleti derinleştirerek, ekolojik dengeleri bozarak, insânî yabancılaşma yaratarak yol alabilir... Her ileri aşamada insânî- toplumsal kötülükleri azdırmak durumundadır. Bu da geçerli egemen söylemle gerçek durum arasındaki uyumsuzluğu açıklar. Bunun anlamı, kapitalizmin vaadedilenin tersini gerçekleştirmeye mahkûm olduğudur... Daha önce söylediğimiz devasa ‘zenginlik’ artışına akıl almaz bir yoksulluk ve sefalet artışının eşlik etmesi, sistemin bu niteliğinin bir sonucudur. Bir tarafta kapitalizm kendi yolunda ilerler, toplumsal ve ekolojik kötülükleri derinleştirirken, öte tarafta ilerlememe-büyüme-kalkınma olarak sunulanın tüm sorunları çözeceğini ileri sürmek büyük bir çelişkidir. Eğer kapitalizm, yoksulluk, sefalet, insânî yabancılaşma ve doğal çevre tahribatı üreten bir makine ise –ki öyledir- o makinenin bir de sorunların çözümünün anahtarı sayılması saçma değil mi?
İşte burjuva politikacılarının, burnundan kıl aldırmayan, ‘bilimi’ kendinden menkûl iktisatçı taifesinin ve burjuva ideologlarının rasyonelliğinden asla şüphe etmediği kapitalist sistem böyle bir kör mantığa göre işliyor... Öyle bir kör mantık ki, öyle bir irrasyonellik ki, sistem bünyesinde kendi kendini yok edecek virüsü barındırıyor. Eğer gerçekten durum öyleyse, söz konusu süreç insanlığın ve uygarlığın sonunu getirme istidâdı taşıyorsa, neden sorun edilip, tartışılmıyor ve gereği yapılmıyor? Böylesine yüksek bir teknolojik düzeye ulaşmış bir insan toplumunun kendi kendini yok edecek bir rotaya girdiğini söylemek kimilerine saçma gelebilir. Eğer bir toplum sınıflara bölünmüşse ve oligarşiyle halk sınıfları arasındaki uçurum da iyice büyümüşse, böyle bir durumda yıkımın toplumun ayrıcalıklı kesimleri tarafından hissedilmesi, ancak iş işten geçtikten sonra mümkün olabilir. Binanın üst katında oturanın su baskınından alttakilerden daha geç etkilenmesi gibi... Cornélius Costariadis, son söyleşilerinden birinde, “kapitalist toplumun her açıdan yıkıma koşar adım ilerleyen bir toplum olduğunu, zira, kendi kendini sınırlamayı bilmediğini” söylüyordu. “Zira, –diyor Costariadis- gerçekten özgür bir toplum, özerk bir toplum kendini sınırlamak zorundadır, yapılmaması gereken şeyler olduğunu veya denenmemesi, hatta denenmesinin arzulanmaması gereken şeyler olduğunu bilmesi gerekir” diyordu... Marx ve Engels de ünlü Komünist Manifesto’da kapitalizmin çelişik karakterine gönderme yapıyorlardı: “Burjuva üretim ve değişim koşulları, burjuva mülkiyet ilişkileri, öylesine büyük üretim ve değişim araçlarını oluşturma büyüsünü başarmış o burjuva toplumu, yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez olan cinci hocalara dönmüş durumda.” Gerçekten insanlığın manzarası, çağırdığı ruhları bir türlü geri gönderemeyen büyücünün durumunu çağrıştırıyor... Bir zaman geliyor yangını çıkaranların onu söndürmesi artık mümkün olmaya biliyor...
Bu çelişik durum nasıl açıklanabilir? Buraya nereden ve nasıl gelindi? Aslında bu durum, ekonomik veçhenin toplumsal yapıyı ve süreci oluşturan diğer veçhelerden bağımsızlaşması, ‘özerkleşmesi,’ diğerlerine baskın çıkmasıyla ilgilidir. Bilindiği gibi, toplumsal süreç denilen, sosyal, politik, ekonomik, ideolojik, kültürel, etik, estetik... veçhelerin diyalektik bir bütünü olarak var oluyor. Her tarihsel dönemde de bunların her birinin önemi, ağırlığı ve belirleyiciliği değişiyor. Mesela kapitalizm öncesinin sosyal formasyonlarında politik kertenin belirleyiciliği esastı. Söz konusu prekapitalist sosyal formasyonlarda Polanyi’nin ifade ettiği gibi ekonomi toplumda mündemiçti [içerilmişti]. Kapitalizmle birlikte bu durumda radikal bir değişiklik ortaya çıktı. Artık ondan sonra toplum ekonomide mündemiçti. Aynı şekilde politik kerte de ekonomiye tâbi hâle geldi. Ekonomik veçhe diğer veçheler [belirleyicilikler] karşısında özerkleşti. Toplumsal sürecin ekonomi dışı tüm unsurları sadece ekonomik olana tâbi duruma gelmekle kalmadı, bir bakıma ekonomik kerte diğerleri [sosyal, politik, kültürel, ettik, estetik veçheler veya belirleyicilikler densin] karşısında özerkleşti ve onları kolonize etti... Oysa, toplumsal sürecin ‘sağlıklı’ işlemesi, söz konusu kerteler/belirleyicilikler arasında uygun bir dengeyi ve tamamlayıcılığı varsayar. Kapitalizm öncesi dönemde bu denge veya tamamlayıcılık, politik kerte lehine bozulmakla birlikte, söz konusu bozulmanın neden olduğu olumsuzluklar insânî-toplumsal alanla sınırlı kaldı, söz konusu durumun ortaya çıkardığı sorunlar ve yabancılaşmanın mahiyeti farklıydı ve genel bir sürdürebilmezlik tablosu ortaya çıkmamıştı.
Kapitalizmin egemen üretim tarzı haline gelmesiyle, bir taraftan üretim görülmemiş bir hızla artarken, söz konusu üretim artışı sadece sayısız insânî-toplumsal kötülükleri ve yabancılaşmaları büyütmekle kalmadı, ekolojik dengeyi de bozarak tam bir sürdürülemezlik tablosu ortaya çıkardı. Anolojiler ekseri sorunlu olsa da şöyle bir analoji yapılabilir: Bir çocuğun sağlıklı gelişmesi için organları arasında, fizyolojik ve psişik unsurlar arasında uyumlu bir denge ve gelişme şarttır. Eğer bir dengesizlik söz konusuysa, artık sağlıklı bir gelişmeden, büyümeden söz edilemeyecektir. İnsan toplumları bakımından kapitalizmin sahneye çıkıp, ekonomik olanın emperyalizmini-koloniyalizmini dayatmasıyla, toplumsal süreç hastalıklı hâle geldi. Tüm sorunların çözümü olarak sunulan ekonomik büyüme, sorunların kaynağı haline geldi. Üretimin gözü doymaz kâr hırsıyla yapıldığı bir dünyada başka türlü olabilir miydi? Yegane amacı kâr etmek, kârı büyütmek, canlı olanı ölü metalara, sermayeye dönüştürmek olan kapitalist sistemin insanlığı ve uygarlığı tehlikeye atmaması mümkün müydü? Öyle bir ekonomik sistem ki, sadece insânî yabancılaşmalar yaratmakla kalmıyor, gezegeni tahrip ediyor, tropikal ormanları yok ediyor, soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, yediğimiz her şeyi kirletiyor, zehirliyor... Bir şeyin yararlılığının ölçüsünün onun ticaret konusu yapılması, alınır-satılır bir meta ya indirgenmesi, değer kavramının dejenere edilmesi, bir şeyin değerli ve muteber sayılmasının onun sosyal varlık nedeni sayılması, alış-veriş konusu olmayan, pazarda satılmayan hiçbir şeyin makbûl sayılmaması, insanlığın, yüz-yüze geldiği sorunların, çekilen sıkıntıların temelini oluşturuyor. Kullanım değeri değil, değişim değeri üreten, kullanım değerinin değişim değerine tabi olduğu, onun türevi durumuna indirgendiği koşullarda, işlerin sarpa sarması neden şaşırtıcı olsun? Ekonomik büyüme zenginleşmenin, zenginleşme de sorunların çözümünün [kalkınmanın] anahtarı sayılıyor ve Gayri Safi Yurtiçi Hasıla [GSYH] ile ölçülüyor. O halde zenginlik nedir? GSYH gerçekten neyi ölçüyor?
*Bu metin, Fikret Başkaya’nın Yeni Paradigmayı Oluşturmak – kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve aciliyeti üzerine bir deneme, adlı eserinin ikinci bölümünden alınmıştır.