- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
1. Egemenlik Kavramı ve Tarihi Gelişimi
Bir önceki ünitede, toplumu düzenleyen kuralların en önemlisi ve etkilisi olan hukuk
kurallarının temel özelliğinin, bu kurallara uyulmasının devlet tarafından sağlanması
olduğu görülmüştü. Devletin hukuk kuralları koyma ve bu kurallara uyulmasını
(gerektiğinde zor kullanarak) sağlama yetkisini nereden aldığı sorusu, insanlık
tarihi boyunca tartışılmıştır.
Devlet otoritesini ifade eden egemenlik kavramı (hakimiyet), genel olarak, "Asli, en
üstün, tek, bölünmez ve yanılmaz hukuki bir kudret olarak tanımlanır. "Egemenlik,
devletin bağımsızlığı, diğer devletlerle hukuken eşit durumda olması, emir ve yasaklar
koyması, bunları -gerektiğinde- zorla kabul ettirmesi ve kendisine rakip bir
başka gücün bulunmamasıdır".
Egemenliğin, toplumda en üstün emretme gücü olması, nereden kaynaklandığı sorusunu
da beraberinde taşımıştır. Bu soruya cevap arayan düşünürler, ilk olarak
egemenliğin ilahi kaynaklı olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüş başlıca iki şekilde
ortaya çıkmıştır. Birincisine göre: Tanrı insanları yaratırken, onları yönetecek olanları
da belirlemiştir. Tanrı'nın iktidarı seçtiği bir hükümdar veya hanedana verdiği
iddiası, XV.Louis'nin 1770 tarihli emirnamesinde şu şekilde belirtilmektedir: "Tacımızı
Tanrıdan almaktayız; kanun koyma hakkı hiç kimse ile paylaşılmadan ve kimseye
bağlı olmaksızın bize aittir."
Egemenliğin kaynağının ilahi olduğunu söyleyen ikinci görüş ise birincisinden
farklı olarak, Tanrı'nın hanedanı doğrudan doğruya seçtiğini kabul etmez. Bu görüşe
göre, egemenliğin kaynağı Tanrı'nın eseri olan toplum düzeninin tabii ve temel
kanunlarıdır, toplum iktidarı kullanacakları kendisi seçebilir.
Batı'da XVl. Yüzyıldan itibaren, egemenliğin kaynağının toplumsal sözleşme olduğunu
savunan görüşler ortaya çıkmaya başlamıştır. Ünlü düşünür Thomas Hobbes,
insanların doğal yaşamda birbirlerinin kurdu olduklarını (İnsan insanın kurdudur.),
varlıklarını sürdürebilmek için devamlı olarak kendilerini korumak zorunda
kaldıklarını ve bu durumun savaşa, kargaşaya yol açtığını ileri sürmüştür. Aklını
kullanan insan, güvenliğini sağlayabilmek için sözleşmeyle toplum hayatına geçmiş;
aklın eseri olan doğal yasalara uymayı tercih etmiştir. Hobbes, insanların sözleşmeyle,
yönetim hakkını devrettiklerini kabul eder. Egemenliğin tek kişi tarafından
kullanılması ise, özel yararla genel yararın birleştiği rejimin en iyi rejim olmasıyla
açıklanmaktadır. Bir başka söyleyişle, "kralın özel çıkarıyla kamunun genel çıkarı
aynıdır. Çünkü kralın gücü, zenginliği, şerefi, sıkı sıkıya halkınkine bağlıdır.
Halk zengin, mutlu olduğu ölçüde kral da güçlü olur. Ne var ki bunun sağlanması,
halkın herşey üzerindeki haklarından mutlak biçimde vazgeçmesine bağlıdır."
E G E M E N L İ K 29
A N A D O L U Ü N İ V E R S İ T E S İ
Egemenliğin kaynağının insanların yaptıkları bir sözleşme olduğunu savunan bir
diğer düşünür olan John Locke, doğal yaşam dönemini düzenli ve huzurlu kabul
eder. Ancak bu dönemde insanların cezalandırma hakkını ellerinde bulundurmaları,
sistemin sağlıklı işlemesini engellediğinden, sözleşmeyle siyasal toplum kurulmuştur.
Bu sözleşmeyle insanın kendi varlığını sürdürme, koruma hakkı ve doğal
yasalara karşı işlenen suçların cezalandırılması güvenceye bağlanmış olmaktadır.
Bu görüşün önemli yönü, egemenliğin tek bir kişi tarafından kullanılmasının savunulmaması
ve halkın keyfi yönetime karşı direnme hakkının varlığını kabul etmesidir.
Egemenlik anlayışının gelişiminde, temel taşlarından biri olan halk egemenliği kavramı,
J.J.Rousseau tarafından ortaya konmuştur. Günümüz egemenlik anlayışını etkileyen
Rousseau da egemenliğin kaynağı olarak toplumsal bir sözleşmenin varlığını
kabul eder. Doğal yaşamda mutlu olan insanı şu şekilde anlatmaktadır: "Altında
uyuduğu ağacın meyvasıyla beslenen, yakındaki pınardan suyunu içen, tüm ihtiyaçlarını
doğadan karşılayan mutlu insandır. Başkasına dolayısıyla topluma da ihtiyacı
yoktur." Ancak, mülkiyetin ortaya çıkması, işbölümüne dayalı toplumsal düzeni
gerekli kılmıştır.
Toplum sözleşmesi, her üyenin tüm haklarıyla birlikte kendini topluma terketmesini
ve genel iradenin üstünlüğünü kabul etmesini gerektirmektedir. Rousseau'ya göre,
"Toplum sözleşmesi şöyle özetlenebilir: Herbirimiz bütün varlığımızı ve bütün
gücümüzü birarada genel iradenin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez
bir parçası kabul ederiz. Bu birlik sözleşmesi o anda sözleşmeyi yapanların kişisel
varlığı yerine, toplantıdaki oy sayısı kadar üyesi olan tüzel ve kollektif bir bütün
meydana getirir; bu bütün ortak benliğini, yaşamını ve iradesini bu sözleşmeden
alır."
Rousseau, egemenliğin genel iradenin kullanılması olduğunu söyler ve genel iradenin
yasa biçiminde ortaya çıktığını kabul eder. Egemenlik halka ait olduğundan
kendini oluşturan bireylerden ayrı bir hukuki varlığı yoktur. Bireylerin iradelerinin
toplamından oluşur. Bu da genel iradenin çoğunluğun iradesi olması sonucunu doğurmaktadır.
Azınlıkta kalanlar yanılmışlardır.
Halk egemenliğinin dört özelliği vardır:
Devredilemez
Halk, egemenliği kendisi kullanır, egemenlik devredilemez. Milletvekilleri,
halkın temsilcisi değil görevlileridir. İşlemleri halkın onayına bağlıdır.
Bölünmez
Egemenliği bölmek onu yoketmek anlamına gelir. Bu nedenle de yasamayürütme
ayırımı yapılamaz.
30 E G E M E N L İ K
A Ç I K Ö Ğ R E T İ M F A K Ü L T E S İ
Yanılmaz
Genel irade, kendini oluşturan özel iradelerin bütünü olduğundan üyelerinin
aleyhine bir karara varamaz. Çoğunluk kararına katılmayanlar genel iradenin
tesbitinde yanılmışlardır.
Mutlaktır
Egemenlik mutlak etkili bir güce dayanmalıdır. Bu gücün kaynağı, sosyal
sözleşmedir.
Halk egemenliği anlayışı, doğrudan demokrasiyi gerektirdiği için uygulanması
mümkün olamamış, halk egemenliği, milli egemenlik kavramıyla uygulanabilir hale
getirilmiştir. Krallığın gücünü ortadan kaldırmayı amaçlayan, milli egemenlik ilkesi,
yöneticilerin egemenliği kullanmak yetkisine sahip olduğunu kabul eder, ancak
egemenliğin sahibi millettir, egemenlik millet adına kullanılabilir.
"Millet bölünmez bir bütün olarak, kendini oluşturan bireylerden ayrı bir varlığa
sahiptir. Başka anlatımla, millet, kendisini oluşturan bireylerin toplamı değil, fakat
onların iradelerinden ayrı, üstün bir varlıktır. Halk, belli bir dönemde yaşamakta
olan bireyleri, yani somut bir varlığı ifade ettiği halde, millet belli bir dönemde yaşayanları
değil, fakat geçmiş ve gelecek nesilleri kapsayan manevi bir varlıktır. Millet,
yaşayanların yanısıra ölmüş ve doğacak olanlardan oluşur."
Milli egemenlik anlayışı, temsile imkan tanıması hatta zorunlu kılması bakımından
halk egemenliğinden ayrılmaktadır. Millet egemenliğin yegane sahibi olduğundan
yurttaşlar, egemenliğin doğrudan kendileri tarafından kullanılmasını talep edemezler.
Egemenlik ancak temsilciler aracılığıyla kullanılabilir. Milli egemenlik teorisinin
temsile dayanması, Fransız ihtilali döneminin koşullarıyla açıklanmaktadır.
Bu dönemde bir yandan krallık ortadan kaldırılmak istenirken, diğer yandan da
halk yığınlarının iktidarı ele geçirmeleri önlenmek istenmiştir. Çünkü halkın, henüz
kendini yönetebilecek yeterliliğe sahip olmadığı düşünülüyordu.
Yukarıda anlatılanları özetlemek gerekirse, devletin emretme gücünü oluşturan
egemenlik, önceleri ilahi kaynaklı olarak düşünülmüş, hükümdarın Tanrı tarafından
seçildiği kabul edilmiştir. Bu düşüncenin bir adım ilerisi, egemenliğin Tanrı'nın
kurduğu düzen içinde O'nun iradesinin eseri olan insan aklı ve doğal yasalar çerçevesinde
hükümdara ait olduğudur. Bu düşünce, insan aklını devreye sokması bakımından
önemlidir. Rönesans sonrasında ise egemenliğin insanların yaptıkları bir
sözleşmeden kaynaklandığı kabul edilmeye başlanmıştır. Egemenliği insan iradesine
dayandıran bu fikirler, önce egemenliğin halk tarafından doğrudan kullanılması
şekline bürünmüş ve nihayet günümüzde kabul edilen temsile ve yetkili organlar
eliyle kullanılabilen milli egemenlik anlayışına geçilmiştir.