OBERON
MFC Üyesi
-
- Üyelik Tarihi
- 20 Kas 2016
-
- Mesajlar
- 3,156
-
- MFC Puanı
- 41
Ebussu’ûd Efendinin Hayatı
Ebussu’ûd el-İmâdî 17 safer 898 (30 kânunevvel 1490) tarihinde İskilip’te doğmuştur. “Hünkâr Şeyhi” diye tanınan Muhyiddîn Muhammed el-İskilîbî’nin oğludur.
Babasından Müeyyed-zâde Abdurrahman Efendi’den Mevlânâ Seyyidî Karamânî’den ve rivayete nazaran Kemalpaşa zâde’den ders gördü… Babasından icazet aldı. Tahsili sırasında Sultan İkinci Bâyezid’in dikkatini celb etmiş ve yevmiye 30 akça “çelebi ulufesi” ile taltif olunmuştu.
922 (1516) da İnegöl İshak Paşa medresesi müderrisliğine yapılan ilk tayininden sonra sırasıyla: 926 (1520) de Davut Paşa 928 (1522) de Mahmud Paşa 931 (1525) de Gebze 932 (1526) da Bursa Sultaniye medreselerine ve934 (1527) de Sahn-i Semanın “müftî medresesi” denilen kısmına tayin olundu 939 şevval (1533) de Bursa ve940 rebîulâhirinde İstanbul kadısı oldu. 944 (1537) de Kânûnî’nin Korfu seferi sırasında Rumeli kazaskerliğine getirildi. 8 yıl bu hizmette kaldıktan sonra; Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi’nin yerine 952 şaban’ında (1545) şeyhülislâm nasb olundu. Bu makamda 5 cemaziyelevvel 982 (23 ağustos 1574) deki vefatına kadar hicrî hesapla 30 yıl kaldı.
Şahsiyeti:
“Kaynaklar Ebussu’ûd Efendi’yi zayıf uzun boylu ve uzunca sakallı nûrânî yüzlü vakur mehib gayet sâde giyiniretrafındakilere rıfk ile mu’amele ettiği halde mehabetinden meclisinde kimse ağız açamaz sözleri hürmetle dinlenir âbid ve zahid bir zat olarak tarif ederler. Mu’âsırları tarafından Ebû Hanîfe-i sânî Hâtemetül-müfessirîn Mu’allim-i sânî (muallim-i evvel: Kemalpaşa-zâde) vasıfları ile yâd edilen bu zat Osmanlı şeyhülislâmlarının tefsir ve fıkıh sahalarında en âlimlerinden biri sayılmaktadır. Adına yazılmış kasidelerden başka tarihlerde tezkirelerde ve terâcim kitaplarında medhi için söylenen sözlere bakarsak kendisinin zamanını aşan bir şöhret kazandığını anlarız”.
Devrinin en nüfuzlu adamlarından biri olmakla beraber siyâsete karışmayan Ebussu’ûd Efendi’ye Kânûnî büyük bir hürmet ve itimad beslemiş mühim Mes’elelerde onun re’yine baş vurmuştur. Pâdişâhın Zigetvar yolundan yazdığı “hâlde hâldaşim sinde sindaşım âhiret karındaşım tarîk-i hakta yoldaşım…” diye başlayan mektup aralarındaki rabıtanın kuvvetini gösterir.
İkinci Selim tarafından da büyük saygı gören Ebussu’ûd Efendi bu pâdişâhın zamanı ile 3. Murad ve 3. Mehmet devirlerinin başlıca ilmîye ricalinin hocasıdır.
Arapça tefsiri ve şiirleri arap âleminde meşhurdur. Türkçe nesirde ise en müzeyyen üslûbdan en sâde halk diline kadar her vâdîde kalem kullanmıştır.
Elhâsıl Ebussu’ûd Efendi sultanı Kânûnî sadrâzamı Sokullu kaptân-ı deryası Barbaros mimarı Sinan ve şâiri Bakî olan ebed-müddet bir devletin kendine lâyık şeyhülislâmı idi.
ŞEYHÜLİSIAMLIK MÜESSESESİ
“Şeyhülislâm” unvanı Osmanlılarda resmî bir sıfat olarak kullanıl¬madan çok önce İslâm âleminde görülmüştür. “Fahrülİslâmburhanülİslâm. hüccetülİslâm...” gibi ta’zim ifâde eden birçok vasıflardan biri olarak büyük âlim ve fakihlerin bazılarına unvan olmuştu.
Osmanlı Devletinin kurulduğu yıllarda Anadolu’da da bu unvanı taşıyan zevat mevcud idi. Fakat bu kimseler daha sonra bu unvanın ifâde ettiği ma’nâda devlet tarafından resmen tayin olunmuş ve azl olunabilir şahsiyetler olmayıp ilim ve kemâlleri dolayısile bu unvana hak kazanmış idiler.
Henüz kat’ı bir şekilde bilinmemekle beraber “şeyhülislâm” tabirinin resmî unvan olarak kullanılmasına ikinci Murad devrinde başlanıldığı ileri sürülmektedir. Daha önceki yıllarda ise feth olunan yerlere kâdî müftî müderris ve büyük bir ihtimallebunların başı olarak bir de “baş müftî” gönderilmekte idi. Bir diğer rivayete göre ise bu hal Kânûnî devrine kadar sürmüş ve “şeyhülislâm” ta’biri o vakte kadar müftîleri ta’zim için kullanıla gelirken ondan sonra “baş müftîlik” yerinde resmî bir unvan sayılmıştır.
İslâm hukukunun (fıkıh) en büyük bilgini olan şeyhülislâm müftî müderris ve kâdiler gibi âlimlerin teşkil ettiği “ilmiye sınıfı”nın başkanı idi… Bu sınıfı dinin koyduğu esaslara dayanan devletin ve cemiyetin asıl idarecileri olarak kabul edebiliriz… Müftî ve kâdîler bulundukları şehir ve kasabalarda îmânî ve hukukî Mes’elelerin son mercii idiler. Şeyhülislâm ayrıca devlet idaresi harp ve sulh Mes’eleleri çıkarılacak yasaklar ve şâir mühim hususlarda söz sahibi ve bazan ilmiye ve asker sınıfları ile birleşerek pâdişâhı tahtından indirecek derecede nüfuzlu idî.
Bütün şeyhülislâmların ilim ve dirayet bakımından aynı derecede bulunmadığı muhakkaktır. Fakat Kemalpaşazâde ve Ebussu’ûd Efendiler gibi zatların değerleri herkesçe malûmdur. Bunlar gibi zatların fetvalarının ve diğer eserlerinin tetkîki çok faydalı olacaktır.
Osmanlı tarihinde katledilen sultan şehzade ve sadrazam yekûnunun oldukça kabarık bulunmasına rağmen adedleri yüz ellinin üzerinde olan şeyhülislâmlardan öldürülenlerin ancak üç tane oluşu da birşey ifâde eder.
Merhum Ali Emirî Efendi “İlmiye Salnamesi” ne yazdığı “Meşîhat-i İslâmiye Tarihçesi” nin sonuna Teşrifat Kanunundan “Müftüenâm ve şeyhülislâm hazerâtının ulviyet-i mekâm ve celâdet-mesned-i bâihtirâmları” ın tarif eden kısmı şöylece nakl eylemektedir:
Kaanûn-i Teşrîfât-i Devlet-i Aliyye’de müfti-1-enâm ve şeyhülislâm hazerâtının uviyet-i mekâm ve celâdet-mesned-i bâihtirâmları şu surette ta’rif olunuyor:
Bu makâm-ı sâmînin rütbe-i celîlesi gayet âlîdir. Zira bu rütbe-i aliye-i dîniyye ve vazîfe-i nazîfe-i ilmiyye sahibi vâris-i ulûm-i elmme-i müctehidîndir. Ve asrında halîfe hazret-i bû-Hanîfe-i güzîndir. Selâtîn-i ‘izam (Eyyedehumül-melikül-’dllam) bunlara ta’zîm ve kıyam ederler ve mecâlis-i mülûkânelerinde kıyam ettirmeyip mahsûs ihram ferş ettirip ve izn-i ku’ûd ile teşrif ve muvakkar buyururlar. Fî-asrinâ hazâ merâsîm-i devlet muktezâsınca sâhib-i mühr-i vekâlet olan vekîl-i saltanattan gayri cümleye bunlar tekaddüm ve tesaddur ederler. Tarîk-i ilmiyye ve tarîk-i seyfiyye ricalinin) uzemâsı ale-l-umûm bunların dest-i şeriflerini takbîl ile iktisâb-i şeref etmek için makâm-i lâzım-ül-ihtiramlarına varırlar. Ve bu zât-i sütûde-sıfât ‘uzemâ ve kibardan bir ferdin ziyaretine varmazlar. Ba’zı umûr-i mühimme ve mesâlih-i mu’zama için mükâleme ve istişare iktizâ etse vezîr-i a’zam hazretleri bun¬ları saraylarına da’vet ederler. Ve da’vetine dahi merâtib-i umûmiyede olan kimseler gönderilmeyip eşref-i menâsıb-ı kalemiyye olan riyâset-i küttâb makamında bulunan zat gönde¬rilir. Ve da’vet olunur. Teşrif ettiklerinde istikbâl ve tesyilerinde bizzat sâhib-i devlet hazretleri kemâl-i ta’zim ve tevkîr ederler. Ve i’lâm ve işârâtına min gayri tereddüdin vaz’-ı kalem-i kabul buyurup re’y ve kavli savâblarını tenfîz ederler. Ve mu’zamât-i umurun cümlesinde bunlarla meşveret ve ümmehât-i dîn devlette rey-i fâzılâne ve içtihâd-i muhakkikâ-nelerinden istimdâd ve isti’ânet buyurmalarında dünyevî ve uhrevî nice fevâid-i ‘azîme ve menâfi’-i cesîme olduğu muhtac-i beyan değildirler.
Yukarıya kendi lisânı ile aldığımız parçayı ana noktaları ile hülâsa edersek:
“Bu makamın rütbesi çok yücedir. Çünkü bu rütbenin sahibi müçtehid imamların ilimlerine vârisdir ve zamanında Ebû Hanîfe Hazret¬lerinin halifelidir. Sultanlar ona ayağa kalkarlar ve meclislerinde onu oturtarak şeref ve vakar verirler. Zamanımızdavezir-i a’zamdan başka herkese üstündürler. İlim ve askeriyenin büyükleri onu ziyaret ederler; o kimsenin ziyaretine gitmez. Bazı büyük ve mühim meselelerde kendisiyle müşavere etmek lâzım olunca vezir-i a’zam kendisini sarayına davet eder. Fakat bu davet ancak başkâtip vasıtası ile yapılabilir. Geliş ve gidişinde vezir-i a’zam kendisini karşılar ve geçirir. Onun fikir ve reylerini yerine getirirler. Din ve devlete dair mühim meselelerde onlarla mü¬şavere etmenin ve yardımlarını istemenin dünya ve ahirete ait nice büyük faydalar sağlayacağı beyâna muhtaç değildir”.
FETVA MÜESSESESİ Fetva ve Müfti:
Fetva fıkhî bir Mes’elenin şer’î hükmünün beyanı manâsında bir ıs¬tılahtır. Müşkil Mes’elelerin hal ve beyanı için sorulan suâlin cevabına denir. Fetva fakîhin (İslâm hukuku âliminin) hüküm mahiyetinde olmaksızın verdiği cevaptır. Fetvayı veren fakîhe “müftı” denir. Hüküm veren fskîhe ise “kâdî” denilir. Böylece müfti şer’î kanunları delillere dayanarak tedvin eder; kâdî bu kanunlardan kendisine arz olunan hadiseye ait olan hükmü bulup tatbik eder. Müftînin fetvasını tatbik edip etmemek serbest olup kâdînin hükmü mecburîdir.
Kadılık ve hâkimlik resmî yani tayin ile olduğu halde müftîlik öyle değildir. Fetva vermek iktidar ve ilmine sahip olan kimseyeetrafı “müfti” der. Müftîlik unvanındaki bugünkü resmîlik delillere dayanarak bizzat hüküm çıkarılamayan ve geçmiş fetvaların örnek alındığı taklitçilik devirlerinde başlamıştır.
Fetva vermek dînen çok mes’uliyetli bir iştir. Çünkü bu suretle “Allah nâmına” dînî bir hüküm beyan olunmaktadır. Bu sebeple bir delile dayanmadan fetva verilmesi haramdır. Müftînin düşeceği bir hatâ hâkiminkinden çok daha mes’uliyetlidir. Çünkü fetva suretindeki cevaplar hem sorana hem de başkalarına taallûk eden umûmî hükümlerdir ve Kur’an ile Sünnetin beyânı demektir. Hâkimin hükmü ise tamamen dünyevî olacağı gibi ancak muayyen bir şahsa münhasırdır.
Erkek veya kadın aşağıya sadece birkaç tanesi alınan şartlara sahip olan her müslim müftî olabilir:
1. Müftî müçtehid olmalıdır. Veya sözünün sıhhatine Kur’an Sün¬net veya Kiyas’dan kuvvetli bir delil çıkarmağa kadir olmalıdır.
2. Müftî âlim kimselerden tahsil etmiş ve fıkıh ilminde meleke sa¬hibi olmuş bulunmalıdır. Fıkıh kitaplarını mütalaa etmiş olmak kâfi değildir.
3. Müftî sâlih bir kimse olmalıdır.
4. Müftî halkın hîle ve desiselerine vâkıf olmalı; Böyle hallerde ha¬sımları toplayıp sorguya çektikten sonra cevap vermelidir.
5. Müftî iyi huylu olmalı ve sağır olmamalıdır.
6. Müftî kavliyle hüküm vereceği müçtehidin fakîhin bilgi ve dirayet derecesini bilip seçim yapabilmelidir.
7. Müftî icâbında ilim sahipleri ile müşavere etmelidir.
8. Müftî kimseye muhtaç olmayacak kadar zengin olmalı tesir altında bulunmamalıdır…
Osman Gâzî’nin devletin ilk yıllarında kayınpederi Şeyh Edebâlî’yi müftî ve dâmâdı Dursun Fakîh’i hâkim tayin ettiği rivayet olunmaktadır.
Ebussu’ûd el-İmâdî 17 safer 898 (30 kânunevvel 1490) tarihinde İskilip’te doğmuştur. “Hünkâr Şeyhi” diye tanınan Muhyiddîn Muhammed el-İskilîbî’nin oğludur.
Babasından Müeyyed-zâde Abdurrahman Efendi’den Mevlânâ Seyyidî Karamânî’den ve rivayete nazaran Kemalpaşa zâde’den ders gördü… Babasından icazet aldı. Tahsili sırasında Sultan İkinci Bâyezid’in dikkatini celb etmiş ve yevmiye 30 akça “çelebi ulufesi” ile taltif olunmuştu.
922 (1516) da İnegöl İshak Paşa medresesi müderrisliğine yapılan ilk tayininden sonra sırasıyla: 926 (1520) de Davut Paşa 928 (1522) de Mahmud Paşa 931 (1525) de Gebze 932 (1526) da Bursa Sultaniye medreselerine ve934 (1527) de Sahn-i Semanın “müftî medresesi” denilen kısmına tayin olundu 939 şevval (1533) de Bursa ve940 rebîulâhirinde İstanbul kadısı oldu. 944 (1537) de Kânûnî’nin Korfu seferi sırasında Rumeli kazaskerliğine getirildi. 8 yıl bu hizmette kaldıktan sonra; Fenârî-zâde Muhyiddîn Efendi’nin yerine 952 şaban’ında (1545) şeyhülislâm nasb olundu. Bu makamda 5 cemaziyelevvel 982 (23 ağustos 1574) deki vefatına kadar hicrî hesapla 30 yıl kaldı.
Şahsiyeti:
“Kaynaklar Ebussu’ûd Efendi’yi zayıf uzun boylu ve uzunca sakallı nûrânî yüzlü vakur mehib gayet sâde giyiniretrafındakilere rıfk ile mu’amele ettiği halde mehabetinden meclisinde kimse ağız açamaz sözleri hürmetle dinlenir âbid ve zahid bir zat olarak tarif ederler. Mu’âsırları tarafından Ebû Hanîfe-i sânî Hâtemetül-müfessirîn Mu’allim-i sânî (muallim-i evvel: Kemalpaşa-zâde) vasıfları ile yâd edilen bu zat Osmanlı şeyhülislâmlarının tefsir ve fıkıh sahalarında en âlimlerinden biri sayılmaktadır. Adına yazılmış kasidelerden başka tarihlerde tezkirelerde ve terâcim kitaplarında medhi için söylenen sözlere bakarsak kendisinin zamanını aşan bir şöhret kazandığını anlarız”.
Devrinin en nüfuzlu adamlarından biri olmakla beraber siyâsete karışmayan Ebussu’ûd Efendi’ye Kânûnî büyük bir hürmet ve itimad beslemiş mühim Mes’elelerde onun re’yine baş vurmuştur. Pâdişâhın Zigetvar yolundan yazdığı “hâlde hâldaşim sinde sindaşım âhiret karındaşım tarîk-i hakta yoldaşım…” diye başlayan mektup aralarındaki rabıtanın kuvvetini gösterir.
İkinci Selim tarafından da büyük saygı gören Ebussu’ûd Efendi bu pâdişâhın zamanı ile 3. Murad ve 3. Mehmet devirlerinin başlıca ilmîye ricalinin hocasıdır.
Arapça tefsiri ve şiirleri arap âleminde meşhurdur. Türkçe nesirde ise en müzeyyen üslûbdan en sâde halk diline kadar her vâdîde kalem kullanmıştır.
Elhâsıl Ebussu’ûd Efendi sultanı Kânûnî sadrâzamı Sokullu kaptân-ı deryası Barbaros mimarı Sinan ve şâiri Bakî olan ebed-müddet bir devletin kendine lâyık şeyhülislâmı idi.
ŞEYHÜLİSIAMLIK MÜESSESESİ
“Şeyhülislâm” unvanı Osmanlılarda resmî bir sıfat olarak kullanıl¬madan çok önce İslâm âleminde görülmüştür. “Fahrülİslâmburhanülİslâm. hüccetülİslâm...” gibi ta’zim ifâde eden birçok vasıflardan biri olarak büyük âlim ve fakihlerin bazılarına unvan olmuştu.
Osmanlı Devletinin kurulduğu yıllarda Anadolu’da da bu unvanı taşıyan zevat mevcud idi. Fakat bu kimseler daha sonra bu unvanın ifâde ettiği ma’nâda devlet tarafından resmen tayin olunmuş ve azl olunabilir şahsiyetler olmayıp ilim ve kemâlleri dolayısile bu unvana hak kazanmış idiler.
Henüz kat’ı bir şekilde bilinmemekle beraber “şeyhülislâm” tabirinin resmî unvan olarak kullanılmasına ikinci Murad devrinde başlanıldığı ileri sürülmektedir. Daha önceki yıllarda ise feth olunan yerlere kâdî müftî müderris ve büyük bir ihtimallebunların başı olarak bir de “baş müftî” gönderilmekte idi. Bir diğer rivayete göre ise bu hal Kânûnî devrine kadar sürmüş ve “şeyhülislâm” ta’biri o vakte kadar müftîleri ta’zim için kullanıla gelirken ondan sonra “baş müftîlik” yerinde resmî bir unvan sayılmıştır.
İslâm hukukunun (fıkıh) en büyük bilgini olan şeyhülislâm müftî müderris ve kâdiler gibi âlimlerin teşkil ettiği “ilmiye sınıfı”nın başkanı idi… Bu sınıfı dinin koyduğu esaslara dayanan devletin ve cemiyetin asıl idarecileri olarak kabul edebiliriz… Müftî ve kâdîler bulundukları şehir ve kasabalarda îmânî ve hukukî Mes’elelerin son mercii idiler. Şeyhülislâm ayrıca devlet idaresi harp ve sulh Mes’eleleri çıkarılacak yasaklar ve şâir mühim hususlarda söz sahibi ve bazan ilmiye ve asker sınıfları ile birleşerek pâdişâhı tahtından indirecek derecede nüfuzlu idî.
Bütün şeyhülislâmların ilim ve dirayet bakımından aynı derecede bulunmadığı muhakkaktır. Fakat Kemalpaşazâde ve Ebussu’ûd Efendiler gibi zatların değerleri herkesçe malûmdur. Bunlar gibi zatların fetvalarının ve diğer eserlerinin tetkîki çok faydalı olacaktır.
Osmanlı tarihinde katledilen sultan şehzade ve sadrazam yekûnunun oldukça kabarık bulunmasına rağmen adedleri yüz ellinin üzerinde olan şeyhülislâmlardan öldürülenlerin ancak üç tane oluşu da birşey ifâde eder.
Merhum Ali Emirî Efendi “İlmiye Salnamesi” ne yazdığı “Meşîhat-i İslâmiye Tarihçesi” nin sonuna Teşrifat Kanunundan “Müftüenâm ve şeyhülislâm hazerâtının ulviyet-i mekâm ve celâdet-mesned-i bâihtirâmları” ın tarif eden kısmı şöylece nakl eylemektedir:
Kaanûn-i Teşrîfât-i Devlet-i Aliyye’de müfti-1-enâm ve şeyhülislâm hazerâtının uviyet-i mekâm ve celâdet-mesned-i bâihtirâmları şu surette ta’rif olunuyor:
Bu makâm-ı sâmînin rütbe-i celîlesi gayet âlîdir. Zira bu rütbe-i aliye-i dîniyye ve vazîfe-i nazîfe-i ilmiyye sahibi vâris-i ulûm-i elmme-i müctehidîndir. Ve asrında halîfe hazret-i bû-Hanîfe-i güzîndir. Selâtîn-i ‘izam (Eyyedehumül-melikül-’dllam) bunlara ta’zîm ve kıyam ederler ve mecâlis-i mülûkânelerinde kıyam ettirmeyip mahsûs ihram ferş ettirip ve izn-i ku’ûd ile teşrif ve muvakkar buyururlar. Fî-asrinâ hazâ merâsîm-i devlet muktezâsınca sâhib-i mühr-i vekâlet olan vekîl-i saltanattan gayri cümleye bunlar tekaddüm ve tesaddur ederler. Tarîk-i ilmiyye ve tarîk-i seyfiyye ricalinin) uzemâsı ale-l-umûm bunların dest-i şeriflerini takbîl ile iktisâb-i şeref etmek için makâm-i lâzım-ül-ihtiramlarına varırlar. Ve bu zât-i sütûde-sıfât ‘uzemâ ve kibardan bir ferdin ziyaretine varmazlar. Ba’zı umûr-i mühimme ve mesâlih-i mu’zama için mükâleme ve istişare iktizâ etse vezîr-i a’zam hazretleri bun¬ları saraylarına da’vet ederler. Ve da’vetine dahi merâtib-i umûmiyede olan kimseler gönderilmeyip eşref-i menâsıb-ı kalemiyye olan riyâset-i küttâb makamında bulunan zat gönde¬rilir. Ve da’vet olunur. Teşrif ettiklerinde istikbâl ve tesyilerinde bizzat sâhib-i devlet hazretleri kemâl-i ta’zim ve tevkîr ederler. Ve i’lâm ve işârâtına min gayri tereddüdin vaz’-ı kalem-i kabul buyurup re’y ve kavli savâblarını tenfîz ederler. Ve mu’zamât-i umurun cümlesinde bunlarla meşveret ve ümmehât-i dîn devlette rey-i fâzılâne ve içtihâd-i muhakkikâ-nelerinden istimdâd ve isti’ânet buyurmalarında dünyevî ve uhrevî nice fevâid-i ‘azîme ve menâfi’-i cesîme olduğu muhtac-i beyan değildirler.
Yukarıya kendi lisânı ile aldığımız parçayı ana noktaları ile hülâsa edersek:
“Bu makamın rütbesi çok yücedir. Çünkü bu rütbenin sahibi müçtehid imamların ilimlerine vârisdir ve zamanında Ebû Hanîfe Hazret¬lerinin halifelidir. Sultanlar ona ayağa kalkarlar ve meclislerinde onu oturtarak şeref ve vakar verirler. Zamanımızdavezir-i a’zamdan başka herkese üstündürler. İlim ve askeriyenin büyükleri onu ziyaret ederler; o kimsenin ziyaretine gitmez. Bazı büyük ve mühim meselelerde kendisiyle müşavere etmek lâzım olunca vezir-i a’zam kendisini sarayına davet eder. Fakat bu davet ancak başkâtip vasıtası ile yapılabilir. Geliş ve gidişinde vezir-i a’zam kendisini karşılar ve geçirir. Onun fikir ve reylerini yerine getirirler. Din ve devlete dair mühim meselelerde onlarla mü¬şavere etmenin ve yardımlarını istemenin dünya ve ahirete ait nice büyük faydalar sağlayacağı beyâna muhtaç değildir”.
FETVA MÜESSESESİ Fetva ve Müfti:
Fetva fıkhî bir Mes’elenin şer’î hükmünün beyanı manâsında bir ıs¬tılahtır. Müşkil Mes’elelerin hal ve beyanı için sorulan suâlin cevabına denir. Fetva fakîhin (İslâm hukuku âliminin) hüküm mahiyetinde olmaksızın verdiği cevaptır. Fetvayı veren fakîhe “müftı” denir. Hüküm veren fskîhe ise “kâdî” denilir. Böylece müfti şer’î kanunları delillere dayanarak tedvin eder; kâdî bu kanunlardan kendisine arz olunan hadiseye ait olan hükmü bulup tatbik eder. Müftînin fetvasını tatbik edip etmemek serbest olup kâdînin hükmü mecburîdir.
Kadılık ve hâkimlik resmî yani tayin ile olduğu halde müftîlik öyle değildir. Fetva vermek iktidar ve ilmine sahip olan kimseyeetrafı “müfti” der. Müftîlik unvanındaki bugünkü resmîlik delillere dayanarak bizzat hüküm çıkarılamayan ve geçmiş fetvaların örnek alındığı taklitçilik devirlerinde başlamıştır.
Fetva vermek dînen çok mes’uliyetli bir iştir. Çünkü bu suretle “Allah nâmına” dînî bir hüküm beyan olunmaktadır. Bu sebeple bir delile dayanmadan fetva verilmesi haramdır. Müftînin düşeceği bir hatâ hâkiminkinden çok daha mes’uliyetlidir. Çünkü fetva suretindeki cevaplar hem sorana hem de başkalarına taallûk eden umûmî hükümlerdir ve Kur’an ile Sünnetin beyânı demektir. Hâkimin hükmü ise tamamen dünyevî olacağı gibi ancak muayyen bir şahsa münhasırdır.
Erkek veya kadın aşağıya sadece birkaç tanesi alınan şartlara sahip olan her müslim müftî olabilir:
1. Müftî müçtehid olmalıdır. Veya sözünün sıhhatine Kur’an Sün¬net veya Kiyas’dan kuvvetli bir delil çıkarmağa kadir olmalıdır.
2. Müftî âlim kimselerden tahsil etmiş ve fıkıh ilminde meleke sa¬hibi olmuş bulunmalıdır. Fıkıh kitaplarını mütalaa etmiş olmak kâfi değildir.
3. Müftî sâlih bir kimse olmalıdır.
4. Müftî halkın hîle ve desiselerine vâkıf olmalı; Böyle hallerde ha¬sımları toplayıp sorguya çektikten sonra cevap vermelidir.
5. Müftî iyi huylu olmalı ve sağır olmamalıdır.
6. Müftî kavliyle hüküm vereceği müçtehidin fakîhin bilgi ve dirayet derecesini bilip seçim yapabilmelidir.
7. Müftî icâbında ilim sahipleri ile müşavere etmelidir.
8. Müftî kimseye muhtaç olmayacak kadar zengin olmalı tesir altında bulunmamalıdır…
Osman Gâzî’nin devletin ilk yıllarında kayınpederi Şeyh Edebâlî’yi müftî ve dâmâdı Dursun Fakîh’i hâkim tayin ettiği rivayet olunmaktadır.