- Konum
- İzmir
-
- Üyelik Tarihi
- 9 Haz 2015
-
- Mesajlar
- 12,474
-
- MFC Puanı
- 1,810
Dünya' da Örnek Bir Model: Osmanlı Nizamı
21. yüzyılda tüm dünyada iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda dengeler hızla değişmektedir. Bazı ortak değerler, yerel ve milli sınırları aşarak dünya çapında yayılmakta ve kabul görmektedir.
Bugün ülkeler, başta iktisadi olmak üzere, birçok alanda birbirleriyle ittifak yapma eğilimleri içerisindedirler. Sosyalizmin çöküşü ile birlikte sınırlar yıkılmıştır. Artık iki kutuplu bir dünya yoktur. Bir taraftan dünyada globalleşme ile ticari sınırlar kalkarken, diğer taraftan bölgesel ekonomik iş birlikleri sayesinde dünya coğrafyasında yeni "kutuplaşmalar" oluşmaktadır. Bu kutuplaşmaların altında yatan sebebin de medeniyetler arası farklar olduğu iddia edilmektedir. Doğal olarak da medeniyetleri oluşturan en önemli özelliklerin başında etnik ve dini yapılar gelmektedir. Bir diğer husus ise medeniyetlerin dünya tarihinin her döneminde var olduğu ve ilerlemenin ancak birbirleri arasındaki alışverişin artmasıyla gerçekleşebildiği gerçeğidir.
İletişimin artmasıyla dünya giderek daha da küçülmektedir. Bu da dünyadaki farklı kültürlerin ve inançların birbirleriyle, hiçbir engel ve sınır olmaksızın tanışacakları, diyalog kuracakları ve işbirliği yapacakları yeni bir dönemin habercisidir. Bu işbirliği ve barış ortamını sağlayabilmek için tarihten birtakım dersler çıkarmak gerekmektedir.
Tarih boyunca Türk-İslam medeniyeti, bu diyalog ve işbirliğinin öncüsü olmuştur. Tarihteki en yakın örnek olan Osmanlı İmparatorluğu, tek başına bunu kanıtlamaktadır.
Cihan İmparatorluğu: Osmanlı
Osmanlı toprakları, en geniş olduğu dönemde, 24 milyon km2'yi bulan yüzölçümüyle neredeyse Amerika kıtası kadar geniş bir alanı kaplamaktadır. Bu büyük coğrafya, otuzdan fazla milleti ve üç ilahi dinin merkezlerini üzerinde barındırıyordu. Balkanlar, Kafkasya veya Ortadoğu gibi, bugün her biri ayrı ayrı siyasi parçalanmışlığı ve uzlaşmazlığı ifade eden bölgeler, o dönemde tesis edilen barışın birer kalesi oldular. Daha ötesi, böylesine karışık etnik ve dini yapısına karşın, Osmanlı İmparatorluğu'nda herhangi bir "Medeniyetler Çatışması" gerçekleşmemişti. İmparatorluğun sınırları içinde kurulan barış ortamından, 600 yıllık hakimiyet döneminin 400 yılı boyunca herhangi bir çözülme olmamıştı. Gerileme dönemi adı verilen 200 yıl boyunca bile çok fazla toprak kaybetmeyen, yıkılış dönemi olan 20. yüzyılın başlarına kadar gücünü ve etkisini muhafaza eden Osmanlı, "cihan devleti" ünvanını hak etmektedir.
Kuşkusuz böylesine büyük bir devletin bu kadar uzun ömürlü olmasını yalnızca askeri güçle açıklamak mümkün değildir. Osmanlı Devleti'ni cihan devleti ünvanına layık kılan unsurların başında, temelini dayandırdığı ve gücünü aldığı manevi değerler gelmektedir. Bunun sebebi; Osmanlı İmparatorluğu'nun, "millet sistemi" adı verilen bir düzenle yönetiliyor olması ve farklı inançlara sahip insanlara, kendi inançlarına ve hatta hukuk sistemlerine uygun şekilde yaşama imkanı tanımasıydı. Osmanlı Nizamı denilen anlayış, sınırları içinde bulunan medeniyetleri ortak kültürde birleştirmek ve itici güç olan Türk-İslam ahlakıyla yönlendirmeyi ifade etmekteydi. Bu doğrultuda Türkler ister Balkanlar'da, ister Kafkaslar'da, ister Ortadoğu'da ya da Kuzey Afrika'da, kısacası gittikleri bölgelerde, hiç kimseyi dinini ve töresini değiştirmeye zorlamamışlar ve hiç kimseye dininden dolayı zulmetmemiş, kimseyi de hor görmemişlerdir. Her dinden, her mezhepten vatandaş ibadetini dilediği gibi yerine getirmiş, kendi örf ve adetlerini uygulama konusunda hiçbir baskı veya zorlamaya maruz kalmamıştır. Şüphesiz Osmanlı'nın asırlar boyunca adalet anlayışında hiçbir sapma olmamasının en önemli nedeni, bu adalet anlayışının Kuran ahlakından kaynaklanmış olmasıdır. Bu nedenle söz konusu coğrafyada yaşayan milletlerin hepsi Türk adaletine, hoşgörüsüne ve kendilerine sağlanan barış ortamına şahitlik etmişlerdir. Bu durum her dinden ve ırktan insanın Türk-İslam ahlakının yönetiminden razı olmalarıyla sonuçlanmıştır. Bunun neticesinde, dışarıdan gelen saldırılara karşı bu topraklarda yaşayanlar da, severek ve isteyerek-, yönetiminden memnun kaldıkları Osmanlı Devleti'nin yanında yer almışlardır.
Altı Asrın Süper Gücü
Bahsi geçen bütün bu özellikleriyle Osmanlı İmparatorluğu, döneminin itici gücü ve süper kuvvetiydi. Sürekli genişleyen sınırlarında, birçok kültür ve medeniyetle iç içe yaşıyordu. Hakim olduğu topraklardan yayılan anlayış kısa zamanda sınırlarının ötesine geçmiş ve bir "Osmanlı Dünyası" oluşturmuştu. Bu sayede, medeniyetler sürekli bir alışveriş içinde olabiliyorlardı. Yüzyıllarca, sınırlarını aşan bir coğrafya üzerinde ekonominin, inancın, kültürün ve hukukun lokomotifi "Osmanlı" oldu. Büyük Avrupa devletlerinin aralarındaki kritik kararlar, bahsi geçen "Osmanlı Dünyası" hesap edilerek alınıyordu. Fransa Kralının himaye edilmesi örneğinde olduğu gibi, yabancıların aralarındaki anlaşmazlıklarda dahi Osmanlı padişahı hakem kılınıyordu. Osmanlı Devleti, İslam Dünyasının lideri olduğu kadar birçok Avrupa devletinin de lideriydi. Birçok kral Osmanlı Padişahının izniyle taç giyiyordu. Osmanlı Devleti hem döneminin hakim devleti, hem de barış ve huzurun sağlayıcısıydı. Yayılmacı ve genişleyici bir politika izlemesine karşın, amaç daha fazla toprak kazanmak değil, fethedilen bölgelere Türk-İslam ahlakının getirdiği adaleti ve barışı yayabilmekti.
"Medeniyetler Çatışması" ***inin sahibi Samuel Huntington bu gerçeği; "İslam toplumu yüzyılın ilk bölümüne kadar lider bir devlete sahipti. Bu da açık bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'ydu"diyerek açıkça ifade etmekteydi. (Samuel Huntington'un Türkiye'de verdiği Konferans, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara,1997, s. 238)
Osmanlı'nın İzinden
Siyaset tarihi göstermektedir ki, dünya siyasetinde etkin olmak isteyen her fikir, herşeyden önce "Osmanlı hinterlandı" olarak anılan bölgelere hitap edebilmelidir. Çünkü dünya siyasetinin ana hatları bu coğrafyanın etrafında şekillenmektedir. Ancak bu coğrafyada Osmanlı Devleti'nin ardından, aradan geçen bunca zamana ve denenen her türlü rejim ve uygulamaya karşın, huzur ve istikrar hala sağlanamamıştır. Gerek Balkanlar, gerekse Ortadoğu ve Kafkasya, savaşların ve çatışmaların ağır yükü altında ezilmektedir. Türkiye'nin tam merkezinde yer aldığı "Osmanlı Coğrafyası" halen hareketli ve karışık bir yapıya sahiptir. Osmanlı Devleti'nin siyasi olarak varlığının ortadan kalkmasının ardından bu bölgede oluşan boşluk henüz doldurulamamış ve gerçek anlamda bir güven ortamı sağlanamamıştır. Bu durum aynı topraklarda asırlar boyunca örnek bir "birlikte yaşama modeli" uygulayan Müslüman Türk Milleti üzerinde dikkatlerin yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Bu modelin günümüzde ve gelecekte nasıl gerçekleştirilebileceği düşünüldüğünde, akla ilk gelen yine Müslüman Türk Milleti'dir. Nitekim son yıllarda pek çok devlet adamı ve siyaset bilimci, Osmanlı Devleti'nin başarıyla yürütmüş olduğu adil yönetim sistemini incelemektedir. Bu incelemelerdeki amaç, dünya üzerinde sağlanmak istenen barış ortamının fikri temelinin, geçmişte Osmanlı'da yattığı gerçeğidir. Osmanlı modelinin Batılılar tarafından da bir model olarak görüldüğünü, London School of Economics'te Avrupa Düşüncesi Profesörü olan John Gray'de kendisiyle yapılan bir röportajda açıkça ifade etmişti. Dünyanın saygın dergilerinden New Perspectives Quarterly'nin Türkiye baskısında yayınlanan röportajda Gray "Endülüs Emevileri'nin, Osmanlıların hoşgörülü yaklaşımları günümüz dünyası için yol gösterici olabilir" diyordu. (NPQ, Cilt 3, Sayı 2, 2001, s.13)
Pek çok tarihçi ve siyaset bilimci de bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Bunlardan biri, dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Columbia Üniversitesi'nden Prof. Dr. Edward Said'dir. Kudüslü Hıristiyan bir aileden gelen ve Amerikan üniversitelerinde çalışmalarını sürdüren Edward Said, İsrail'de yayınlanan Ha'aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında Ortadoğu'da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için "Osmanlı Millet Sistemi"ni önermiştir. Said'in yorumu şöyledir:
"Arap dünyasındaki diğer azınlıklar nasıl yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığının yaşaması da mümkündür... Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir." (18.8.2000, Ha'aretz Gazetesi; Ağustos 2000)
Osmanlı modeli gibi Balkanlar ve Ortadoğu'daki farklı etnik kimlik ve dinleri kucaklayan bir stratejinin geliştirilmesiyle, bölünmüşlüğü ve siyasi parçalanmışlığı ifade eden bu bölgelerde huzur ve güven ortamı tesis edilebilir. Bu stratejinin dayanak noktası ise, Türk-İslam kültüründe yatmaktadır. (Harun Yahya, Türk'ün Dünya Nizamı)
Osmanlı Adaleti
Osmanlı İmparatorluğu, Müslümanlar tarafından yönetilen bir İslam devleti olmasına karşın, tebasını zorla İslamlaştırmak gibi bir amaca sahip değildi. Aksine, Osmanlı Devleti, gayrimüslimlere de güvenlik ve huzur sağlamayı, onları adaletle ve İslam idaresinden razı olacakları şekilde yönetmeyi hedefliyordu.
Oysa aynı dönemlerde dünya üzerindeki diğer büyük devletler çok daha katı, baskıcı ve müsamahasız bir yönetim anlayışına sahiptiler. İspanya Krallığı, İber Yarımadası'nda Müslümanların ve Yahudilerin varlığına tahammül edememiş ve her iki topluma karşı büyük bir vahşet uygulamıştı. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde Yahudilere sadece Yahudi oldukları için baskılar uygulanıyor (örneğin gettolara hapsediliyorlar), hatta kimi zaman toplu katliamlara ("pogrom"lara) hedef oluyorlardı. Hıristiyanlar birbirlerine karşı bile tahammülsüzdüler; Katolik ve Protestanlar arasındaki çatışmalar, 16. ve 17. yüzyıl boyunca Avrupa'yı kan gölüne çevirdi. 1618-48 yılları arasında yaşanan "30 Yıl Savaşları", temelde Katolik-Protestan çatışmasının bir sonucuydu. Bu savaş sonucunda Orta Avrupa adeta bir harabeye döndü, sadece Almanya'da 15 milyonluk nüfusun üçte biri yok oldu.
Bu ortamda Osmanlı'nın kurduğu idarenin son derece insancıl olması kuşkusuz önemli bir gerçektir. İmparatorluk sınırları içinde hakimiyetin meşruiyeti tek bir hususla ölçülürdü; o da adaletti.
Yukarıdaki tüm tarihi gerçekler ve Osmanlı sistemi birlikte değerlendirildiğinde, Osmanlı'daki barışın, huzurun ve adaletin kaynağı olan Müslüman Türk ahlakının, en ideal toplum modelini oluşturduğu gerçeği açıkça ortaya çıkmaktadır.
21. yüzyılda tüm dünyada iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda dengeler hızla değişmektedir. Bazı ortak değerler, yerel ve milli sınırları aşarak dünya çapında yayılmakta ve kabul görmektedir.
Bugün ülkeler, başta iktisadi olmak üzere, birçok alanda birbirleriyle ittifak yapma eğilimleri içerisindedirler. Sosyalizmin çöküşü ile birlikte sınırlar yıkılmıştır. Artık iki kutuplu bir dünya yoktur. Bir taraftan dünyada globalleşme ile ticari sınırlar kalkarken, diğer taraftan bölgesel ekonomik iş birlikleri sayesinde dünya coğrafyasında yeni "kutuplaşmalar" oluşmaktadır. Bu kutuplaşmaların altında yatan sebebin de medeniyetler arası farklar olduğu iddia edilmektedir. Doğal olarak da medeniyetleri oluşturan en önemli özelliklerin başında etnik ve dini yapılar gelmektedir. Bir diğer husus ise medeniyetlerin dünya tarihinin her döneminde var olduğu ve ilerlemenin ancak birbirleri arasındaki alışverişin artmasıyla gerçekleşebildiği gerçeğidir.
İletişimin artmasıyla dünya giderek daha da küçülmektedir. Bu da dünyadaki farklı kültürlerin ve inançların birbirleriyle, hiçbir engel ve sınır olmaksızın tanışacakları, diyalog kuracakları ve işbirliği yapacakları yeni bir dönemin habercisidir. Bu işbirliği ve barış ortamını sağlayabilmek için tarihten birtakım dersler çıkarmak gerekmektedir.
Tarih boyunca Türk-İslam medeniyeti, bu diyalog ve işbirliğinin öncüsü olmuştur. Tarihteki en yakın örnek olan Osmanlı İmparatorluğu, tek başına bunu kanıtlamaktadır.
Cihan İmparatorluğu: Osmanlı
Osmanlı toprakları, en geniş olduğu dönemde, 24 milyon km2'yi bulan yüzölçümüyle neredeyse Amerika kıtası kadar geniş bir alanı kaplamaktadır. Bu büyük coğrafya, otuzdan fazla milleti ve üç ilahi dinin merkezlerini üzerinde barındırıyordu. Balkanlar, Kafkasya veya Ortadoğu gibi, bugün her biri ayrı ayrı siyasi parçalanmışlığı ve uzlaşmazlığı ifade eden bölgeler, o dönemde tesis edilen barışın birer kalesi oldular. Daha ötesi, böylesine karışık etnik ve dini yapısına karşın, Osmanlı İmparatorluğu'nda herhangi bir "Medeniyetler Çatışması" gerçekleşmemişti. İmparatorluğun sınırları içinde kurulan barış ortamından, 600 yıllık hakimiyet döneminin 400 yılı boyunca herhangi bir çözülme olmamıştı. Gerileme dönemi adı verilen 200 yıl boyunca bile çok fazla toprak kaybetmeyen, yıkılış dönemi olan 20. yüzyılın başlarına kadar gücünü ve etkisini muhafaza eden Osmanlı, "cihan devleti" ünvanını hak etmektedir.
Kuşkusuz böylesine büyük bir devletin bu kadar uzun ömürlü olmasını yalnızca askeri güçle açıklamak mümkün değildir. Osmanlı Devleti'ni cihan devleti ünvanına layık kılan unsurların başında, temelini dayandırdığı ve gücünü aldığı manevi değerler gelmektedir. Bunun sebebi; Osmanlı İmparatorluğu'nun, "millet sistemi" adı verilen bir düzenle yönetiliyor olması ve farklı inançlara sahip insanlara, kendi inançlarına ve hatta hukuk sistemlerine uygun şekilde yaşama imkanı tanımasıydı. Osmanlı Nizamı denilen anlayış, sınırları içinde bulunan medeniyetleri ortak kültürde birleştirmek ve itici güç olan Türk-İslam ahlakıyla yönlendirmeyi ifade etmekteydi. Bu doğrultuda Türkler ister Balkanlar'da, ister Kafkaslar'da, ister Ortadoğu'da ya da Kuzey Afrika'da, kısacası gittikleri bölgelerde, hiç kimseyi dinini ve töresini değiştirmeye zorlamamışlar ve hiç kimseye dininden dolayı zulmetmemiş, kimseyi de hor görmemişlerdir. Her dinden, her mezhepten vatandaş ibadetini dilediği gibi yerine getirmiş, kendi örf ve adetlerini uygulama konusunda hiçbir baskı veya zorlamaya maruz kalmamıştır. Şüphesiz Osmanlı'nın asırlar boyunca adalet anlayışında hiçbir sapma olmamasının en önemli nedeni, bu adalet anlayışının Kuran ahlakından kaynaklanmış olmasıdır. Bu nedenle söz konusu coğrafyada yaşayan milletlerin hepsi Türk adaletine, hoşgörüsüne ve kendilerine sağlanan barış ortamına şahitlik etmişlerdir. Bu durum her dinden ve ırktan insanın Türk-İslam ahlakının yönetiminden razı olmalarıyla sonuçlanmıştır. Bunun neticesinde, dışarıdan gelen saldırılara karşı bu topraklarda yaşayanlar da, severek ve isteyerek-, yönetiminden memnun kaldıkları Osmanlı Devleti'nin yanında yer almışlardır.
Altı Asrın Süper Gücü
Bahsi geçen bütün bu özellikleriyle Osmanlı İmparatorluğu, döneminin itici gücü ve süper kuvvetiydi. Sürekli genişleyen sınırlarında, birçok kültür ve medeniyetle iç içe yaşıyordu. Hakim olduğu topraklardan yayılan anlayış kısa zamanda sınırlarının ötesine geçmiş ve bir "Osmanlı Dünyası" oluşturmuştu. Bu sayede, medeniyetler sürekli bir alışveriş içinde olabiliyorlardı. Yüzyıllarca, sınırlarını aşan bir coğrafya üzerinde ekonominin, inancın, kültürün ve hukukun lokomotifi "Osmanlı" oldu. Büyük Avrupa devletlerinin aralarındaki kritik kararlar, bahsi geçen "Osmanlı Dünyası" hesap edilerek alınıyordu. Fransa Kralının himaye edilmesi örneğinde olduğu gibi, yabancıların aralarındaki anlaşmazlıklarda dahi Osmanlı padişahı hakem kılınıyordu. Osmanlı Devleti, İslam Dünyasının lideri olduğu kadar birçok Avrupa devletinin de lideriydi. Birçok kral Osmanlı Padişahının izniyle taç giyiyordu. Osmanlı Devleti hem döneminin hakim devleti, hem de barış ve huzurun sağlayıcısıydı. Yayılmacı ve genişleyici bir politika izlemesine karşın, amaç daha fazla toprak kazanmak değil, fethedilen bölgelere Türk-İslam ahlakının getirdiği adaleti ve barışı yayabilmekti.
"Medeniyetler Çatışması" ***inin sahibi Samuel Huntington bu gerçeği; "İslam toplumu yüzyılın ilk bölümüne kadar lider bir devlete sahipti. Bu da açık bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu'ydu"diyerek açıkça ifade etmekteydi. (Samuel Huntington'un Türkiye'de verdiği Konferans, Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları, Ankara,1997, s. 238)
Osmanlı'nın İzinden
Siyaset tarihi göstermektedir ki, dünya siyasetinde etkin olmak isteyen her fikir, herşeyden önce "Osmanlı hinterlandı" olarak anılan bölgelere hitap edebilmelidir. Çünkü dünya siyasetinin ana hatları bu coğrafyanın etrafında şekillenmektedir. Ancak bu coğrafyada Osmanlı Devleti'nin ardından, aradan geçen bunca zamana ve denenen her türlü rejim ve uygulamaya karşın, huzur ve istikrar hala sağlanamamıştır. Gerek Balkanlar, gerekse Ortadoğu ve Kafkasya, savaşların ve çatışmaların ağır yükü altında ezilmektedir. Türkiye'nin tam merkezinde yer aldığı "Osmanlı Coğrafyası" halen hareketli ve karışık bir yapıya sahiptir. Osmanlı Devleti'nin siyasi olarak varlığının ortadan kalkmasının ardından bu bölgede oluşan boşluk henüz doldurulamamış ve gerçek anlamda bir güven ortamı sağlanamamıştır. Bu durum aynı topraklarda asırlar boyunca örnek bir "birlikte yaşama modeli" uygulayan Müslüman Türk Milleti üzerinde dikkatlerin yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Bu modelin günümüzde ve gelecekte nasıl gerçekleştirilebileceği düşünüldüğünde, akla ilk gelen yine Müslüman Türk Milleti'dir. Nitekim son yıllarda pek çok devlet adamı ve siyaset bilimci, Osmanlı Devleti'nin başarıyla yürütmüş olduğu adil yönetim sistemini incelemektedir. Bu incelemelerdeki amaç, dünya üzerinde sağlanmak istenen barış ortamının fikri temelinin, geçmişte Osmanlı'da yattığı gerçeğidir. Osmanlı modelinin Batılılar tarafından da bir model olarak görüldüğünü, London School of Economics'te Avrupa Düşüncesi Profesörü olan John Gray'de kendisiyle yapılan bir röportajda açıkça ifade etmişti. Dünyanın saygın dergilerinden New Perspectives Quarterly'nin Türkiye baskısında yayınlanan röportajda Gray "Endülüs Emevileri'nin, Osmanlıların hoşgörülü yaklaşımları günümüz dünyası için yol gösterici olabilir" diyordu. (NPQ, Cilt 3, Sayı 2, 2001, s.13)
Pek çok tarihçi ve siyaset bilimci de bu gerçeğe dikkat çekmektedir. Bunlardan biri, dünyaca ünlü Ortadoğu uzmanı Columbia Üniversitesi'nden Prof. Dr. Edward Said'dir. Kudüslü Hıristiyan bir aileden gelen ve Amerikan üniversitelerinde çalışmalarını sürdüren Edward Said, İsrail'de yayınlanan Ha'aretz gazetesinin kendisiyle yaptığı bir röportajında Ortadoğu'da kalıcı bir barışın inşa edilebilmesi için "Osmanlı Millet Sistemi"ni önermiştir. Said'in yorumu şöyledir:
"Arap dünyasındaki diğer azınlıklar nasıl yaşayabiliyorsa, (Araplar arasındaki) bir Yahudi azınlığının yaşaması da mümkündür... Bu, Osmanlı İmparatorluğu altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip olduğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir." (18.8.2000, Ha'aretz Gazetesi; Ağustos 2000)
Osmanlı modeli gibi Balkanlar ve Ortadoğu'daki farklı etnik kimlik ve dinleri kucaklayan bir stratejinin geliştirilmesiyle, bölünmüşlüğü ve siyasi parçalanmışlığı ifade eden bu bölgelerde huzur ve güven ortamı tesis edilebilir. Bu stratejinin dayanak noktası ise, Türk-İslam kültüründe yatmaktadır. (Harun Yahya, Türk'ün Dünya Nizamı)
Osmanlı Adaleti
Osmanlı İmparatorluğu, Müslümanlar tarafından yönetilen bir İslam devleti olmasına karşın, tebasını zorla İslamlaştırmak gibi bir amaca sahip değildi. Aksine, Osmanlı Devleti, gayrimüslimlere de güvenlik ve huzur sağlamayı, onları adaletle ve İslam idaresinden razı olacakları şekilde yönetmeyi hedefliyordu.
Oysa aynı dönemlerde dünya üzerindeki diğer büyük devletler çok daha katı, baskıcı ve müsamahasız bir yönetim anlayışına sahiptiler. İspanya Krallığı, İber Yarımadası'nda Müslümanların ve Yahudilerin varlığına tahammül edememiş ve her iki topluma karşı büyük bir vahşet uygulamıştı. Diğer pek çok Avrupa ülkesinde Yahudilere sadece Yahudi oldukları için baskılar uygulanıyor (örneğin gettolara hapsediliyorlar), hatta kimi zaman toplu katliamlara ("pogrom"lara) hedef oluyorlardı. Hıristiyanlar birbirlerine karşı bile tahammülsüzdüler; Katolik ve Protestanlar arasındaki çatışmalar, 16. ve 17. yüzyıl boyunca Avrupa'yı kan gölüne çevirdi. 1618-48 yılları arasında yaşanan "30 Yıl Savaşları", temelde Katolik-Protestan çatışmasının bir sonucuydu. Bu savaş sonucunda Orta Avrupa adeta bir harabeye döndü, sadece Almanya'da 15 milyonluk nüfusun üçte biri yok oldu.
Bu ortamda Osmanlı'nın kurduğu idarenin son derece insancıl olması kuşkusuz önemli bir gerçektir. İmparatorluk sınırları içinde hakimiyetin meşruiyeti tek bir hususla ölçülürdü; o da adaletti.
Yukarıdaki tüm tarihi gerçekler ve Osmanlı sistemi birlikte değerlendirildiğinde, Osmanlı'daki barışın, huzurun ve adaletin kaynağı olan Müslüman Türk ahlakının, en ideal toplum modelini oluşturduğu gerçeği açıkça ortaya çıkmaktadır.