Ben bir garip kişiyim.şimdi, bana deli diyorlar. Eskisi kadar garip görünmekte devam etseydim, bu benim için aşamalı bir biçim ilerleme olacaktı.
Bugün alaylardan artık alınmadığımı söylemeliyim. Bana güldüklerinde daha bir eğleniyorum. Alaycıların Gerçeki tanımadıklarını, benim, benim tanıdığımı üzülerek görmeseydim, başkaları gibi, açıktan açığa kahkahayı basardım. Gerçeki tanımakta yalnız olmak çokta güçmüş. Ama anlamayacak onlar; yoo! Anlamayacak onlar!
Bir zamanlar, herkese garip gelmekten müthiş üzülürdüm. Garip görünmeke kalkmazdım. Doğdum doğalı gariptim ben, 7 yaşımdan beri de, garip olduğumu biliyordum.ne kadar okula gittim, ne kadar Üniversite yüzü gördümse, garip olduğuma gene o kadar inanç getirmiş oldum. Öyle ki öğrendiğim bütün bilgilerin beni bu garip olduğum düşüncesi içinde yoğurmaktan başka ne amacı vardı, ne de sonucu oldu.
Çalışmalarımdaki aynı şey günlük hayatta da oluyordu. Her yıl,herkesin gözünde garipliğimi, acayipliğimi daha iyi anlıyordum. Herkes beni tefe koyuyordu ama, herhangi biri olmaktan çok garip olduğumu bilen bir insanın bulunduğundan, bu insanın da ben olduğumdan kimse huylanmıyordu. Bununla birlikte, bunu bilmeyişleri, benim yüzümden oldu. Sırlarımı kimseye açmayacak kadar büyük burunluydum. Bu gurur zamanla çoğaldı, herhangi birinin önünde dalgınlığa gelip kendimi garip bulduğumu söylemeye kalkmış olsaydım, bir kurşun sıkardım beynime. Ah! Yeni yetmelik çağımda, belki bir gün, bu düşündüğümü itiraf etmeye kalkarım diye, ne acı çekiyordum. Ama, bir delikanlı olduğumda, her yıl, garipliğimin çoğaldığını anlamam şöyle dursun, neden olduğunu kesinlikle bilmeksizin, daha durgun oluyorum. Dünyada herkesin bana İngiliz kaldığını düşünmekle başıma daha büyük ir dert geldiğinden belki. Nicedir bundan kuşkulanıyordum, ama birden, geçen yıl, bu işte yanıldığımı anladım. Dünyanın olmasının ya da hiçbir yerde hiçbir şey olmamasının bence bir olduğunu sezdim. Bunun üzerine, alaycılara gocunmaktan, hemen vazgeçtim; artık onlara kulak asmadım. Vurdumduymazlığım en ipe sapa gelmez işlerde bile ortaya çıkıyordu. Sözün gelişi, sezmeden insanları itip kaka kaka, sokakları arşınladığım oluyordu. Bunun özensizlikten ileri gelmiş olduğunu diyemem; neden ileri gelmiş olduğunu da düşünmeyi bir yana bırakmıştım. Bana herkes, herkes önemsiz geliyor.
İşte Gerçeki o zaman tanıdım. Geçen kasımda,daha doğrusunu demek gerekirse, Gerçeki 3 Kasım günü tanıdım. O gün bugündür, hayatımın her dakikasını hatırlarım bu karanlık, sanki hiç görülmemişçesine karanlık bir gecede oldu. İşte evime dönüyor ve bu kadar pusulu bir gecede görmenin olanaksız olduğunu düşünüyordum. Bütün gün yağmur yağmıştı; soğuk yağmur olmuştu bu, sanki korkunç ve insanlığa düşman yağmur. Sonra sonra, yağmur dindi; korkunç bir ıslaklıktan başka şey kalmadı artık ortalıkta. Sokağın her taşından, kaldırımın her paket taşından, soğuk bir buğu yükseliyormuş gibime geliyordu sanki. Gaz birden sönerse, mutlu olacağım duygusuna kapıldım. Çünkü gazın ışığı havadaki ıslaklığı ve içe dokunuculuğu daha iyi ortaya döküyordu.
O gün, hemen hemen yemek yememiştim, akşamın inişinden sonra arkadaşlarımdan ikisinin de ziyaretini kabul eden bir mühendisin evine kapağı atmıştım. Ses etmeden durmuştum ve susmamın kendilerini sıktığını bile anladım. İlgi çekici bir konu üzerinde konuşuyorlardı, güya ısınmak için gelmişlerdi ama, duruşlarının, gerçekten, boşuna olduğunu görmüştüm. İş olsun diye ısınıyorlardı. Damdan düşercesine kendilerine şunu demiştim: Baylar, görüyorum ki sizi düpedüz üzerinde çene yorduğunuz konu üşütüyor.. uyarışımdan hiç de üzülmüş olmadılar; yalnız, dediğimi ve düşündüklerinin beni temelli ilgisiz bıraktığını anlayarak, bana gülmeğe başlamışlardı.
Sokakta, gazı düşündüğümde, göğe baktım. Alabildiğine karanlıktı ama, içlerinde pek kara uzaklıkların uçurumlara benzediği bulutlar görülüyordu şöyle hafiften.
Uçurumlardan birinin dibinde, birden, bir yıldız parladı. Yıldızı dört gözle incelemeye başladım,çünkü bu yıldız bana bir düşünce, bu akşam kendimi öldürme düşüncesi veriyordu. Daha önce, iki ay önce, hayatıma son vermeyi kafama koymuş ve yoksulluğuma inat, güzel bir tabanca ele geçirebilmiş, hemen doldurmuştum. Ama aradan iki ya geçmişti ve tabanca kılıfında duruyordu. Çünkü, adımı kütükten silmek için, herkesin bana biraz daha az ilgisiz kalacağı bir anı seçmek istiyordum. Neden? Sır ama yıldız bana bu gece kendimi öldürmeği esinledi. Neden? Bu da başka sır.
Göğe halli halli bakarken, sekiz yaşlarında bir kız çocuğu kolumdan yakaladı beni. Sokak ıssızdı; bizden çok ötede, bir arabacı yerinde uyutuyordu. Kızcağızın başında bir mendil vardı, elbisesi yürekler acısı olup sırılsıklamdı, ama ben doğrusu yalnız yırtık ve ıslak pabuçlarıma dikkat etmiştim. Yavrucak, birden korkmuş gibi bağırdı: Anne! Anne! Bir tek söz söylemeden, ona baktım. Daha hızlı yürüdüm ama, o gene umutsuz bir sesle bağıra bağıra koluma asılıp peşimden gelmekte devam ediyordu. Bu biçim bağırışı ben bilirdim! Sonra kesik birkaç sözle bana, annesinin öldüğünü, kim olursa olsun, birin çağırmak için, anasının acısını dindirebilen birini bulmak için öylesine sokağa çıktığını söyledi. Arkasından gitmedim. Tersine, kendisini başımdan savmak istedim. Bunu düşünürken, gidip bir yardımcı bulmasını söylemekle yetindim kendisini. Ama o küçük ellerini kavuşturdu ve yürüyüp gitmeme zaman bırakmaksızın, yanım sıra gene ağlaya ağlaya koştu. Artık sabırsızlandım. Ayağımı yere vurup korkuttum kendisini. Yeniden bağırdı: Bayım! Bayım! ama beni bıraktı, hızlıca sokağı geçti ve çıkagelen başka bir yolcunun ayaklarına kapandı.
Beşinci katıma çıktım. Yoksulca döşeli, pencere diye bir tepe deliği bulunan bir oda tutuyorum. Üzeri muşamba kaplı bir kanepem, kitaplarım için bir masam, iki sandalye ile eski bir koltuğum var. Bir mum yaktım, oturdum ve düşünmeğe başladım benimkinden hafif bir bölmeyle ayrılmış, bitişik odada, üç gündür düğün bayram ediliyordu. Burada bir yedek yüzbaşı oturuyordu, iskambil oynaya oynaya, kendisiyle birlikte imam suyu içen bir yarım düzüne haydutla dayalı döşeli sayılmayan konutunun altını üstüne getirmişti. Geçen gece, burada bir kızılca kıyamet kopmuştu; ev sahibesi mırın kırın etmek istemişti ama, yüzbaşından müthiş kokuyordu. Bizim beşinci katta, başka kiracı olarak, bir askerin dul karısı ve hepsi de hasta üç küçük çocuğun anası, ufak tefek bir çelimsiz kadınımız vardı; bu çocukların en küçüğü sövgülü döğüşü dinlerken öylesine korkmuştu ki bir biçim sinir buhranına kapılmıştı. Ben ise bölmenin arkasından bağırmaktan vazgeçmiştim. Dünya umurumda değildi.
O akşam, odama girince, masanın gözündeki tabancamı aldım ve yanıma koydum. Ona dokunur dokunmaz, içimden: pek doğru mu bu? diye geçirip şu karşılığı verdim: Çok doğru! ( o kadar doğru ki beynimi parça parça edecektim.)
O akşam kendimi öldürmeğe karar vermiştim ama, tasarımı düşünmekle daha ne kadar zaman geçirecektim? Hiçbir şey bilmiyorum ve olabilir ki kızcağıza rastlamadan sıkacaktım kurşunu beynime
Bugün alaylardan artık alınmadığımı söylemeliyim. Bana güldüklerinde daha bir eğleniyorum. Alaycıların Gerçeki tanımadıklarını, benim, benim tanıdığımı üzülerek görmeseydim, başkaları gibi, açıktan açığa kahkahayı basardım. Gerçeki tanımakta yalnız olmak çokta güçmüş. Ama anlamayacak onlar; yoo! Anlamayacak onlar!
Bir zamanlar, herkese garip gelmekten müthiş üzülürdüm. Garip görünmeke kalkmazdım. Doğdum doğalı gariptim ben, 7 yaşımdan beri de, garip olduğumu biliyordum.ne kadar okula gittim, ne kadar Üniversite yüzü gördümse, garip olduğuma gene o kadar inanç getirmiş oldum. Öyle ki öğrendiğim bütün bilgilerin beni bu garip olduğum düşüncesi içinde yoğurmaktan başka ne amacı vardı, ne de sonucu oldu.
Çalışmalarımdaki aynı şey günlük hayatta da oluyordu. Her yıl,herkesin gözünde garipliğimi, acayipliğimi daha iyi anlıyordum. Herkes beni tefe koyuyordu ama, herhangi biri olmaktan çok garip olduğumu bilen bir insanın bulunduğundan, bu insanın da ben olduğumdan kimse huylanmıyordu. Bununla birlikte, bunu bilmeyişleri, benim yüzümden oldu. Sırlarımı kimseye açmayacak kadar büyük burunluydum. Bu gurur zamanla çoğaldı, herhangi birinin önünde dalgınlığa gelip kendimi garip bulduğumu söylemeye kalkmış olsaydım, bir kurşun sıkardım beynime. Ah! Yeni yetmelik çağımda, belki bir gün, bu düşündüğümü itiraf etmeye kalkarım diye, ne acı çekiyordum. Ama, bir delikanlı olduğumda, her yıl, garipliğimin çoğaldığını anlamam şöyle dursun, neden olduğunu kesinlikle bilmeksizin, daha durgun oluyorum. Dünyada herkesin bana İngiliz kaldığını düşünmekle başıma daha büyük ir dert geldiğinden belki. Nicedir bundan kuşkulanıyordum, ama birden, geçen yıl, bu işte yanıldığımı anladım. Dünyanın olmasının ya da hiçbir yerde hiçbir şey olmamasının bence bir olduğunu sezdim. Bunun üzerine, alaycılara gocunmaktan, hemen vazgeçtim; artık onlara kulak asmadım. Vurdumduymazlığım en ipe sapa gelmez işlerde bile ortaya çıkıyordu. Sözün gelişi, sezmeden insanları itip kaka kaka, sokakları arşınladığım oluyordu. Bunun özensizlikten ileri gelmiş olduğunu diyemem; neden ileri gelmiş olduğunu da düşünmeyi bir yana bırakmıştım. Bana herkes, herkes önemsiz geliyor.
İşte Gerçeki o zaman tanıdım. Geçen kasımda,daha doğrusunu demek gerekirse, Gerçeki 3 Kasım günü tanıdım. O gün bugündür, hayatımın her dakikasını hatırlarım bu karanlık, sanki hiç görülmemişçesine karanlık bir gecede oldu. İşte evime dönüyor ve bu kadar pusulu bir gecede görmenin olanaksız olduğunu düşünüyordum. Bütün gün yağmur yağmıştı; soğuk yağmur olmuştu bu, sanki korkunç ve insanlığa düşman yağmur. Sonra sonra, yağmur dindi; korkunç bir ıslaklıktan başka şey kalmadı artık ortalıkta. Sokağın her taşından, kaldırımın her paket taşından, soğuk bir buğu yükseliyormuş gibime geliyordu sanki. Gaz birden sönerse, mutlu olacağım duygusuna kapıldım. Çünkü gazın ışığı havadaki ıslaklığı ve içe dokunuculuğu daha iyi ortaya döküyordu.
O gün, hemen hemen yemek yememiştim, akşamın inişinden sonra arkadaşlarımdan ikisinin de ziyaretini kabul eden bir mühendisin evine kapağı atmıştım. Ses etmeden durmuştum ve susmamın kendilerini sıktığını bile anladım. İlgi çekici bir konu üzerinde konuşuyorlardı, güya ısınmak için gelmişlerdi ama, duruşlarının, gerçekten, boşuna olduğunu görmüştüm. İş olsun diye ısınıyorlardı. Damdan düşercesine kendilerine şunu demiştim: Baylar, görüyorum ki sizi düpedüz üzerinde çene yorduğunuz konu üşütüyor.. uyarışımdan hiç de üzülmüş olmadılar; yalnız, dediğimi ve düşündüklerinin beni temelli ilgisiz bıraktığını anlayarak, bana gülmeğe başlamışlardı.
Sokakta, gazı düşündüğümde, göğe baktım. Alabildiğine karanlıktı ama, içlerinde pek kara uzaklıkların uçurumlara benzediği bulutlar görülüyordu şöyle hafiften.
Uçurumlardan birinin dibinde, birden, bir yıldız parladı. Yıldızı dört gözle incelemeye başladım,çünkü bu yıldız bana bir düşünce, bu akşam kendimi öldürme düşüncesi veriyordu. Daha önce, iki ay önce, hayatıma son vermeyi kafama koymuş ve yoksulluğuma inat, güzel bir tabanca ele geçirebilmiş, hemen doldurmuştum. Ama aradan iki ya geçmişti ve tabanca kılıfında duruyordu. Çünkü, adımı kütükten silmek için, herkesin bana biraz daha az ilgisiz kalacağı bir anı seçmek istiyordum. Neden? Sır ama yıldız bana bu gece kendimi öldürmeği esinledi. Neden? Bu da başka sır.
Göğe halli halli bakarken, sekiz yaşlarında bir kız çocuğu kolumdan yakaladı beni. Sokak ıssızdı; bizden çok ötede, bir arabacı yerinde uyutuyordu. Kızcağızın başında bir mendil vardı, elbisesi yürekler acısı olup sırılsıklamdı, ama ben doğrusu yalnız yırtık ve ıslak pabuçlarıma dikkat etmiştim. Yavrucak, birden korkmuş gibi bağırdı: Anne! Anne! Bir tek söz söylemeden, ona baktım. Daha hızlı yürüdüm ama, o gene umutsuz bir sesle bağıra bağıra koluma asılıp peşimden gelmekte devam ediyordu. Bu biçim bağırışı ben bilirdim! Sonra kesik birkaç sözle bana, annesinin öldüğünü, kim olursa olsun, birin çağırmak için, anasının acısını dindirebilen birini bulmak için öylesine sokağa çıktığını söyledi. Arkasından gitmedim. Tersine, kendisini başımdan savmak istedim. Bunu düşünürken, gidip bir yardımcı bulmasını söylemekle yetindim kendisini. Ama o küçük ellerini kavuşturdu ve yürüyüp gitmeme zaman bırakmaksızın, yanım sıra gene ağlaya ağlaya koştu. Artık sabırsızlandım. Ayağımı yere vurup korkuttum kendisini. Yeniden bağırdı: Bayım! Bayım! ama beni bıraktı, hızlıca sokağı geçti ve çıkagelen başka bir yolcunun ayaklarına kapandı.
Beşinci katıma çıktım. Yoksulca döşeli, pencere diye bir tepe deliği bulunan bir oda tutuyorum. Üzeri muşamba kaplı bir kanepem, kitaplarım için bir masam, iki sandalye ile eski bir koltuğum var. Bir mum yaktım, oturdum ve düşünmeğe başladım benimkinden hafif bir bölmeyle ayrılmış, bitişik odada, üç gündür düğün bayram ediliyordu. Burada bir yedek yüzbaşı oturuyordu, iskambil oynaya oynaya, kendisiyle birlikte imam suyu içen bir yarım düzüne haydutla dayalı döşeli sayılmayan konutunun altını üstüne getirmişti. Geçen gece, burada bir kızılca kıyamet kopmuştu; ev sahibesi mırın kırın etmek istemişti ama, yüzbaşından müthiş kokuyordu. Bizim beşinci katta, başka kiracı olarak, bir askerin dul karısı ve hepsi de hasta üç küçük çocuğun anası, ufak tefek bir çelimsiz kadınımız vardı; bu çocukların en küçüğü sövgülü döğüşü dinlerken öylesine korkmuştu ki bir biçim sinir buhranına kapılmıştı. Ben ise bölmenin arkasından bağırmaktan vazgeçmiştim. Dünya umurumda değildi.
O akşam, odama girince, masanın gözündeki tabancamı aldım ve yanıma koydum. Ona dokunur dokunmaz, içimden: pek doğru mu bu? diye geçirip şu karşılığı verdim: Çok doğru! ( o kadar doğru ki beynimi parça parça edecektim.)
O akşam kendimi öldürmeğe karar vermiştim ama, tasarımı düşünmekle daha ne kadar zaman geçirecektim? Hiçbir şey bilmiyorum ve olabilir ki kızcağıza rastlamadan sıkacaktım kurşunu beynime