Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Divan Şiirinin Kuyumcusu: Bâk'î

Ragnar

Bilgi size güç verir ama karakter saygı uyandırır
MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    12 Kas 2020
  • Mesajlar
    2,474
  • MFC Puanı
    29,290
Bâkî: divan edebiyatının en büyük şairlerindendir. Şiirlerini en ince ayrıntıya kadar işlediğinden Bâkî’ye şiirin kuyumcusu denilmiştir. Çok sağlam bir dil ve üsluba sahiptir. Tasvirleri çok canlı ve başarılıdır. Ahenkli şiirleri Osmanlı ülkesi dışında da zevkle okunmuş ve şairlerin sultanı unvanını almıştır.

Fatih Sultan Mehmet Han ve II. Beyazıt Han devirlerinde Arap ve Acem bilginleri ve eserlerine çok değer veriliyor, davetiyeler gönderiliyordu. Osmanlı payıtahtına gelenler, çeşitli ihsan ve rütbelerle ödüllendirilirken, gelemeyenlere de Asya ortalarına kadar hediye namıyla paralar gönderiliyordu. Yabancıların gördüğü bu iltifat, yerli âlimleri tabii olarak kıskandırıp gücendiriyordu. Le’âlî ve Mesihî gibi şairler, duydukları kıskançlığı:

Eğer Âdemde marifetse murad
Ne fazilet verirmiş ana bilâd


Ve:

Mesîhî; gökten insen sana yer yok
Yürü, var, gel Arabdan, ya Âcemden


beyitleriyle açığa vurmuşlardı.

Yabancı şairlere gösterilen itibar, Türk şairlerinde bir gayret uyandırdı. II. Beyazıt devrinden itibaren Osmanlı’da orijinal telif eserler görülmeye başladı. Cem şairlerinden Sa’dî ile Yavuz Sultan Selim Han’ın öfkesine kurban giden Câfer Çelebi, İstanbul’u konu edindiler. Câfer Çelebî; tercümenin değil, icat ve ibdanın gerektiğini söyledi.

Yavuz Sultan Selim Han devriyle Kanunî Sultan Süleyman Han’ın ilk zamanlarında yerli edebî eserlerde de büyük bir artış meydana geldi ve artık İstanbul Türkçesi Osmanlı ikliminde hüküm sürmeye başladı. Necâtî, Âhî, Zâtî gibi büyük şairler, adeta Bâkî devrini müjdelemişlerdi…

Bâkî’nin Hayatı…

Şiirlerinde doğduğu şehrin lehçesini kullanarak dîvan edebiyatımıza yenilik ve güzellik katan Mahmud Abdülbâkî 1526 yılında İstanbul’un Fatih semtindeki mahallelerden birinde dünyaya geldi. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmed adında bir zat olup 1566 Haziranında hac farizasını yerine getirirken yolda vefat etmiştir. Eski edebiyatçılardan bazıları, çeviri eserlerinde kendilerinden söz ederken Bâki Mevahibi-ledünniyye tercümesinde bunu yapmamış, aynı devirde yaşayan Tezkire-i şuarâ yazarları da Bâkî’nin babasından bahsetmemiştir. Yalnız bu zatın 1565 senesinde Hicaz’a gittiği ve orada vefat ettiği Şakayık zeylinde yazılıdır.

Buna göre; babası öldüğü sırada şair, kırk yaşlarında ve Atâyî’nin rivayetine göre kırk akça ile İstanbul’da Murad Paşa Medresesi’nde müderrislik yapmaktaydı.

Babasının maddi durumu yetersiz olduğu için Bâkî’yi saraç çıraklığına vermişti. İstanbul’un saraçlar çarşısı, bugün Fatih parkının karşısında bulunan alandaydı Saraçhane semtine adını veren de bu çarşıydı. Saraçhanenin bir cephesi harap bir hâlde duran Amcazâde Hüseyin Paşa Medresesi’nin karşısında olduğu gibi üç cephesi de medresede müteveccih kapısından girilince sağa, sola ve karşıya tesadüf eder, etrafı duvarla çevrilmiş, muhafazalı bir yerdi. 1908 yangını oraları sildi, süpürdü.

İşte Bâkî, semtine yakın olan bu çarşıdaki dükkânlardan birine devam ediyor, o devrin gözde mesleklerinden biri olan saraçlık sanatını öğreniyordu.

Bâkî’nin hayatından bahseden her eser, şairin Karamanlı Mehmet Efendi tavsiyesiyle medreseye girdiğini yazar. Fakat hangi tarihte ve hangi medreseye girdiğini bildirmez.

Şakayık’ı tercüme eden Edirneli Mecdî Çelebi, Karamanlı Hoca’yı anlatırken onun Konya’da okuyup İstanbul’a geldiğini, Müderris olarak Konya’ya tayin edildiğini, oradan sırasıyla Edirne’ye, İstanbul’daki Haseki Medresesi’ne, Sahn Medresesi’ne nakledildiğini, sonra tekrar Edirne’ye gönderilip nihayet İstanbul’daki Süleymaniye medreselerinden birine getirildiğini yazar.

Atâyî de Şakayık zeylinde Karamanlı Mehmet Efendi’nin sahndaki talebesinden on dördünün şair olduğunu, Bâkî’nin de bunlar arasında bulunduğunu haber veriyor.

Sahn medreseleri, oldukça ilerlemiş talebeye mahsus olduğundan bir saraç çırağının doğrudan doğruya böyle yüksek bir medreseye giremeyeceği tabiiydi. Onun için Bâkî’nin ilk hocası hakikaten Karamanlı Mehmet Efendi ise onun Haseki müderrisi bulunduğu sırada, yani 1551 yılında dersine devam etmeye başlamış, sonra üstadıyla birlikte Sahn’a geçmiş olabilir ki o tarihte şair 25 yaşlarında olmalıdır.

Bâkî’nin Sahn Medresesi’ndeki iki senelik eğitimi gayet neşeli geçmişti. Çünkü arkadaşlarından on üçü şiire kabiliyetliydi. O medrese âdeta bir Encümen-i Şuarâ ve bir Bezm-i Edeb hâlini almıştı.

Atâyî, Şakayık zeylinde ve Bâkî’nin babasının tercüme-i hâli sırasında:

“İttifak-ı ara bunun üzerinedir ki ol tarihte Mevlânâ-yı mezburun şem’ine cem olan emâsil ve yeni cem’iyetine rağbet eden kavâbil bir zamanda cem olmamış olsa, Hucurat-ı medresesinde on dört şair cem olup kim görüptür ki ola bahri habab içre nihan mazmunu ıyan olmuştu”

dedikten sonra bu on dört şairden: Hoca Sa’deddin, Bâkî, Nev’i, Remzî Zâde, Husrev Zâde, Üsküplü Vâlihî, Karamanlı Muhyiddin, Edirneli Mecdî ve Cevrî ile Camcı Zâde Câmi Efendilerin isimlerini haber veriyor. Bâkî’nin meşhur Sümbül kasidesini o dönemde yazdığını bildiriyor.

Yukarıda belirtildiği gibi Karamanlı Mehmed Efendi 1554’te terfiyle Edirne’ye gönderilmişti. Nev’i, müderrisiyle beraber gittiği hâlde Bâkî gitmedi, Kadı Zâde Efendi’nin Süleymaniye’deki dersine devama başladı.

Kadı Zâde diye şöhret almış olan bu zat, II. Beyazıd’ın Sadrazamı ve (Şahkulu) muharebesinin kurbanı Atik Ali Paşa’nın azadlısı Bedreddin Mahmud’un oğlu Şemseddin Ahmed Efendi’dir. Babası, azad edildikten sonra okumuş, âlim olmuş Edirne kadısıyken ölmüştür. Oğlundaki kadı zadelik unvanı oradan gelir.

Kadı Zâde, babasının mesleğini takip ederek ilerlemiş, 1552 senesinde Süleymaniye müderrisi olmuş, Bâkî de dâhil olmak üzere birçok talebeye ders okutmuş 1555’te Halep’e gidip gelmiş, nihayet 1577’de Şeyhülislam olup 1580 de vefat etmiştir. Bâkî onun için de bir kaside yazmıştır.

Şair, bu kasidesinde Süleymaniye Medreselerinden birinin Kadı Zâde gibi bir âlime verilmesi üzerine, kendisi ve arkadaşlarının, senelerce medrese köşelerinde ilim tahsil etmişken denize akan nehirler gibi onun dersine koştuklarını, açılan bir imtihanda görüşmeye girdiklerini, lakin üç yıldan beri medrese hücrelerinde kaldıklarını söylüyor. “Fazilet sahiplerinin kubbe altında kalması layık mıdır, denizin bir habab (habâb: Su üzerinde olan hava kabarcıkları) altında gizlenmesi görülmüş müdür?” diye soruyor. İhtiyacı olduğunu söyleyip akranından geri kalıp taltif edilmediğinden şikâyette bulunuyor. Bir yıl kadar bir binanın nezaretine memur edildiğini, orada iyi hizmet verdiğini hatırlatıp mükâfatını istiyor ve “Onun zamanı gelmiştir, artık şanına ne düşerse ver” diyor. Sonra da “Nî’metin vermekle biter mi? İbrahim Peygamber’in sofrasındaki yemek, yenmekle tükenir mi?” diye soruyor. Nihayet “Ben olanı bildiriyorum. Emir yine Efendi’mizin” diyerek sözünü tamamlıyor.

Bu kasidenin 1454 tarihinde yazıldığını ve o tarihte Nahcivan seferinden gelen Kanunîye verildiğini, bunun üzerine padişahın övgülerine mazhar olduğunu Atâyî yazıyor. 1556’da Bâkî’nin Halep’e gönderildiğini ve bazı mahkemelerde nöbetçi vekil olduğunu yine Atâyî bildiriyor.

Yine Atâyî’nin beyanına göre Kadı Zâde Efendi 1555’te Halep kadısı olmuş, Bâkî de beraber giderek bazı mahkemelerde hocasına vekillik etmiş.

Çağatayca bir tezkire-i şuarâ yazmış olan Sadık-ı Kitabdar, bir seyahati esnasında Halep’e uğramış, orada nöbetçi olan Bâkî ile görüşmüş. Yekdiğerinden hoşlandıkları için Sadık, her gün Bâkî’nin yanına gider, o da yeni gazellerini ona dinletirmiş. Bir gün; “Hepsini bu gece yazdım” diye beş gazel okumuş.

Lebib Efendi Cevahir-i mültekata adlı kitabında bu fıkrayı Sadık’ın kitabından naklettiğini söylediği gibi Fehîm Efendi’nin Sefîne-i şuarâ isimli eserinde de vardır.

Atâyî’nin yukarıya naklettiğim “Cenab-ı Mevlevîye kaside-i râiyyelerin ihdâ etmişler idi” ibaresindeki Cenâb-ı Mevlevî, Bâkî’nin hocası olup maiyetinde Halep’e gittiği kadı Zâde Efendi’dir. Bahsedilen kaside ise divânında mevcuttur.

Bâkî, Halep’ten dönüşünde Konya’ya geldiği sırada, vazifesi başına giden Şam kadısı Ebüssuud Zâde Mehmet Çelebi’ye rastlar ve ona bir kaside takdim eder. Bu hadise Zeyl-i Şekayik’te yer almaktadır.

Mehmet Çelebi, kasideyi çok beğenir ve Bâkî’nin ödüllendirilmesi için babasına bir mektup yazar. Bâkî, Ebüssuud Efendi’ye danişmend ve 1593 Ramazanında mülazım olarak bir medreseye tayin edilir. Rumeli kadıaskeri Hâmid Efendi, “kanuna uygun değil” diye medreseye tayinine tereddüt göstermiş ise de üst üste irade çıkması üzerine:

1563’te Silivri’deki Piri Paşa Medresesi’ne gönderildi. 1564’te İstanbul’da Murad Paşa Medresesi’ne getirildi. Bu tayinin sağladığı imkândan istifade ederek Kanunî’nin kendisine gönderdiği şiirlerine onun emri üzerine nazireler yazıyor, ayrıca padişaha kasideler takdim ediyordu. Sultan’la aralarındaki bu alaka zeki ve kabiliyetli şairin yeteneklerini padişaha göstermesine yardım etti. Bu yetenekli şairden hoşlanan Kanunî, ona Keşşâf, Hidâye, Ekmel adlı kitapların nefis birer nüshasını hediye etti. Bâkî de divanını padişahın emriyle düzenleyerek ona sundu. Padişahın iltifatı şairi manen ve madden zenginleştiriyordu. Bu münasebetle Aralık 1565’te on akça terakkiye nail oldu. Aynı yılın Zilhicce’sinde (Aralık 1566), hacca giden babasının ölüm haberini aldı. Bu olaydan bir yıl sonra, Kanunî Sultan Süleyman’ın Zigetvar’dan ölüm haberi geldi. Daima himayesini gördüğü bu büyük sultana duyduğu derin ve samimi bağlılığı; onun tarihî, siyasî önemini ifade eden ünlü mersiyesini yazdırdı. Mersiyenin sonunda yeni padişaha intisabını da belirtti. 1566’da Murad paşa müderrisliğinden azledildi. 1567’de Mahmud paşa medresesine verildi. 1571’de Eyüp, 1573’te Sahn, 1585’de Süleymaniye müderrisi oldu. Yeni padişahın akşamcı olduğunu herkes biliyordu. Bâkî kutlamak için parlak bir kaside yazdı ve hoşa gitsin diye onun arasında:

Müselles gösterir daim temaşa eylesen elde
Meğer kim pâre-i elmastır câm-ı dırahşânı
Getir câm-ı sürûr encâmı ey sâki; yeter çektik
Cefâ-yı devr-i gerdûnu, belâ-yı- carh-ı gerdânı


gibi mizaca uygun beyitler bulundurdu. Zaten pa-dişah ile veliahtlığından beri münasebeti vardı. Sahn müderrisiyken veliaht tarafından mesireye davet edilmiş ve sohbette bulunmuştu.

III. Murad’ın tahta geçtiği zaman Nâmî mahlaslı eski bir şairin:

Cihanın ni’metinden kendi âb-ü dânemiz yeğdir
Elin kâşânesinden gûşe-i virânemiz yeğdir
Gına sadrındaki mağrûr-ü nâ âsûde serverden
Fenâ bezminde hâbâlûd olan mestânemiz yeğdir
Tegafül yüzüne gaflet hicâbın geçti çün nâhid
Bizim andan tegafül gösteren divânemiz yağdir
Hezâran naz ile perverde olmuş bir gül-i terden
Lebâleb bâde-i gülgûn ile peymânemiz yeğdir
Hümâ-yi evc-i izzet gibi gayretsizden ey Nâmî
Mahabbet şem’ine şehper yakan pervânemiz yeğdir

Gazelindeki mahlas, şairi çekemeyenler tarafından Bâkî’ye atfedilerek padişaha verildi ve onun bu gazel ile II. Selim’e hicivde bulunduğu iddia edildi. III. Murad, fena hâlde hiddetlendi. Bâkî’nin azl ve sürgün edilmesini buyurdu. Fakat o gazelin eski mecmualarda Nâmî adına yazılı olduğu görüldü, şair sürgüne gitmekten güçlükle kurtulabildi.

Edebiyyat tarihinde pek meşhur olan bu gazel, gariptir ki matbu divanının 110. sayfasına Bâkî’nin sözü olarak geçirilmiştir.

Şairin yakayı ele vermekten kurtulmuş olmasını hikâye ettikten sonra Atâyi diyor ki:

Ol esnada sultan Süleyman merbumun iltifatından
dûr ve dîvmennişan-ı nifak engiz mekrî ile mübtelâ-yı
şerr-ü şûr olduklarına telmih edip demişlerdir:
Şol dil ki câm gibi el üzere tutardı cem
Dest-i zemâne yerlere çaldı hazef gibi


“Cemin, yani Kanûnî Süleyman’ın kadeh gibi elde tuttuğu bir kalbi, zamane eli, şimdi çanak, çömlek gibi yere çarptı” mealindeki bu beyti Bâkî, daha sonra şu suretle bir gazel şekline sokmuştur. Zoraki söylenmiş olduğu beyitlerdeki insicamsızlıktan bellidir:

Kıymet gerekse kavline dürr-i Necef gibi
Bîyhûde yîre açma dehânın sadef gibi
Gûş eyle sâzı perde-i Saz-ü terâneden
Her yana tut kulağını mecliste def gibi
Şol dil ki cam gibi el üzere tutardı cem
Dest-i zemâne yerlere çaldı hazef gibi
Dilde hayâl-i hal-ü ruh-i yâr dermiyan
Sevday-ı hattı gerçi biraz bertaraf gibi
Vasf-ı cemal-i yâr ile Bâkî gazellerin
Biribirine sundu güzeller tuhaf gibi


Bâkî 1579’da Mekke ve 1580’de Medine kadılığına gönderildi. 1581’de azlonup İstanbul’a geldi. 1584’te İstanbul kadısı olup 1585’te azledildi. 1585’te İstanbul kadılığına geçti ve o sene içinde Anadolu kadıaskerliğine yükseldi. 1587’de istirahate çekilip 1590’da tekrar Anadolu ve 1591 senesinde Rumeli kadıaskeri oldu.

Bâkî, ikinci Anadolu kadıaskerliği sırasında epeyce tehlike atlatmıştır.

Bin senesi Recebi içinde Bostan Zâde Mehmet Efendi Şeyhülislam-şair ve şeyhülislam Yahya Efendi’nin babası-Zekeriyya Efendi Rumeli, Bâkî-ikinci defa-Anadolu kadıaskeri, şeyhülislamın kardeşi Bostan Zâde Muslihüddin Efendi de İstanbul kadısı görevindeydiler. Şeyhülislam, kardeşini daha yüksek makamlara getirebilmek için Bâkî’yi azlettirmek ve yerine onu getirmek istiyordu. Bunu yapmak maksadıyla Anadolu kadılarından bazılarını kışkırtmış, onlar da dîvana girip kadıaskerden şikâyet etmişti.

Bâkî bunu işitince hiddetlendi. Dîvanda şeyhülislamın düzenbazlığından ve cahilliğinden bahsetti. Bunları haber alan şeyhülislam da şairin bazı beyitlerini ileri sürerek: “Anadolu kadıaskeri kâfirdir, rüşvet almaktadır. Azil ve sürgün edilmezse ben de fetva makamından çekilir, hatta başka bir ülkeye giderim” mealinde bir arzuhal yazıp padişaha gönderdi.

Bâkî, telaşa düştü. Hoca Sâdeddin Efendi ile sadrazam Siyâvuş Paşa’ya koştu. Bostan Zâde’nin azlini, Zekeriyya Efendi’nin, o olmadığı takdirde kendinin şeyhülislamlığa getirilmesini rica etti. Fakat hocanın ve paşanın iltimasına gerek kalmadı. Bostan Zâde’nin “başka ülkeye giderim” demiş olmasına padişah çok kızmıştı. Bunun üzerine onu şeyhülislamlıktan, kardeşini İstanbul kadılığından azletti. Zekeriyya Efendi’yi şeyhülislam, Bâkî’yi de Rumeli kadıaskeri yaptı. Bâkî’nin yükselişi Hüdâyî mahlaslı bir şairin; “Bâki olasın Rûmeli sadrında müdâm” tarihiyle alkışlanmıştı. Lakin Bâkî, bir müddet sonra Rumeli kadıaskerliğinden azledildi. Ta-rihçi Naimâ, bu hadiseyi tarihinde ve Bâkî’nin divanındaki sözlerini şu şekilde nakletmiştir.

“Bu bostan korkulukları benden ne isterler. Büyükleri Bostan Zâde kırk yıldır tenehhnuh-ı- dilirâne ile boğazın ayırtlar, dahi dürüst bir nağmesi sâdır olmuş değildir. Yazdığı fetvalar dahi mütûne muhâliftir. Ol mansıbı hazmettiği yetişmez, kardeşi olan Câmûsu dahi bizim yerimize getirmek ister. Anın için şikâyetçi peyda etmek insaf mıdır?”

Bostan Zâdenin Bâkîyi kâfir ilan etmesine sebep:

Bezm-i safa-vü-reşh-i cam, bu zemzem oldu ol makam
Meyhaneler beytülharam, pîr-i mugan şeyhülharem


ve

Seni Yûsüfle güzellikte sorarlarsa bana
Yûsüfü görmedim amma seni râna bilirim


beyitleriydi. Birinci beyit, şairin:

Âlem hayât-ı nev bulur, canlar bağışlar dembedem
Enfâ-ı ruhullâhtır gûya nesim-i subhudem


Matlalı ve II. Selim’in niteliklerine dair bir gazelindendir. Ayyaş olan padişaha hulûs çakmak (Hulûs çakmak: Yaranmaya çalışmak) için onun meclisi, Kâbe’deki Makam-ı İbrahim’e kadehin yaşlılığı zemzem suyuna meyhaneler Kâbe’ye meyhaneci de şeyhulkereme benzetilmiştir.

İkinci beyitteki Yusuf, Yakub’un oğlu olup güzelliğiyle meşhur olan Yusuf Peygamber’e işarettir. Bâkî, bu beytinde “Seninle Yûsuf Peygamber’den hangisi daha güzel diye bana sorarlarsa onu görmedim, amma seni pek iyi bilirim” diyor.

Birinci beyit, tevil edilebilir. İkincisinde ise suya, sabuna dokunur bir şey yoktur. Öyle olduğu hâlde Bostan Zâde Efendi, onları dinî bir gayretle değil, ancak garaz ile kötü niyetine alet etmek istemiştir. Özellikle birinci beyit, II. Selim devrinde 1574 / 1566 yazıldığı hâlde Şeyhülislam Efendi, ona III. Murad zamanında 1575 / 1594 itiraz etmiştir.
 

Pozitivizm

??☔Devil Wears Prada?☔?
MFC Üyesi
Konum
Maldivler??
  • Üyelik Tarihi
    28 Şub 2020
  • Mesajlar
    24,446
  • MFC Puanı
    200,440
"Dide-i encüme kühl olmag içün eflake
gird-bag ile çıkar hak-i deri döne döne"

"Ayağının tozu yıldızların gözüne sürme olmak için, girdap olup gökyüzüne çıkar". yani sevgilinin bastığı toprak ve oradan çıkan tozlar dahi öylesine değerlidir ki, ancak yıldızların gözüne sürme olarak çekildiğinde layık olduğu yeri bulmuş olur. Sevgilinin ayağı ne kadar değerli siz karar verin artık.
 
Üst Alt