*İnsanlara dirilik aşılayabilmek için evvela diri olmak lazımdır; kalb ve ruhta dirileceğimiz âna kadar insanlara dirilik açısından vaad edeceğimiz bir şey yoktur.
*İnsan kendinden sıyrılamamış, hayvaniyetten çıkamamış, cismaniyeti bırakamamış, kalb ve ruhun derece-yi hayatına yelken açamamışsa, onun ifade edebileceği çok fazla bir şey yoktur. Günümüzde çok defa kırılmalar da ondan kaynaklanmaktadır. Çok küçük şeylerden alınganlık gösteriyor ve hemen rahatsız oluyoruz. Kaynamamışız, pişmemişiz, olgunlaşmamışız.
*İmana ve Kurana gönül vermiş bulunanlara, günde beş defa huzur-u kibriyada iki büklüm olanlara düşen; başkaları kırdıkları halde bile kırılmamak, darıltacak şeyler yaptıkları halde dahi darılmamak ve illa bir şey denecekse Allahım, bizi de ıslah eyle, onları da ıslah eyle! deyip ıslah duasında bulunmaktır.
*Kırılmalar, darılmalar bizi meşgul ederse, kırılmaya, darılmaya tahammülü olmayan işler yolda kalır.
*Cânımı cânan isterse minnet cânıma / Can nedir ki anı kurban etmeyeyim cânânıma! (Fuzulî)
*Zannediyorum Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimize ve nübüvvetine yürekten inanmış bulunan ve kalbinde Ona karşı azıcık alaka duyan bir insan Onun mübarek başının yarıldığını her hatırladığında Keşke şu kaya gibi olan başım Onun önünde olsaydı da kılıçlar ona inseydi! heyecanıyla dolar. Hazreti Musab bin Umeyrin (radiyallahu anh) Uhuddaki hali bunun delilidir.
*Musab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta Bir bu kaldı. deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. Ebediyetlere yürürken de hayatına denk bir mahviyet duygusu içinde ve yüzü toprağa bulanmış vaziyette göçüp gitmişti. Bir rivayete göre, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Musabının bu hâlini şöyle dile getirirler: Hazreti Musab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana herhangi bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. Şimdi elleri ve kolları budandığı için Ya Rasûlullaha bir şey olursa? diye hicabından yüzünü kapatmaktadır.
*Allah Rasûlü hiçbir zaman kırılmamıştı. Uhudda savaş stratejisi konusunda ashabıyla istişare ettikten ve onların fikirlerine uyarak meydan muharebesine çıktıktan sonra pek çok şehit verilmiş ve Kendisinin de mübarek başı yarılıp dişi kırılmış olduğu halde kimseye gönül koymamıştı; atf-ı cürümde falan bulunmadan, hiçbir şey olmamış gibi yine ashabını toplayıp onlarla istişare yapmıştı.
*Hudeybiye Sulhü, pek çok yönden müminler için ilham kaynağıdır. Bununla beraber, Hudeybiye, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin temkini, fetaneti, sabrı, tahammülü, dimdik duruşu, katiyen darılmaması, kırılmaması ve gönül koymaması açılarından da özellikle okunmalı; bu zaviyelerden de ibretler alınmalıdır.
*Hudeybiye Sulhü, Müslümanların kabullenemeyeceği öyle maddeler içeriyordu ki, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) Allah Rasûlüne (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sen Allahın Rasûlü değil misin? diyecek kadar üzülmüştü. Allah Rasûlü o esnada dahi sükûnetini bozmamış ve Hazreti Ömerin (radıyallâhu anh) sorularına mülayemet ve sükûnetle cevap vermişti: Evet, ben Allahın Rasûlüyüm. Biz hak yolda değil miyiz? Evet, hak yoldayız. Öyleyse bu zilleti niçin kabul ediyoruz? Ben Allahın peygamberiyim ve Allaha isyan edemem. Sen Kâbeyi ziyaret edeceğimizi söylemedin mi? Evet, söyledim. Fakat bu sene demedim. Daha sonraları Hazreti Ömer, bu hâdiseyi her hatırlayışta ızdırapla iki büklüm olmuş ve nedamet yutkunmuştu. Kendi ifadesiyle, bu yolda nice sadakalar vermiş, nice oruçlar tutmuş ve nice istiğfarlarda bulunmuştu!..
*Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Aslında bu ağırdan alma, Allah Rasûlüne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbeyi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye Antlaşmasındaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı. İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve zevcesi Ümmü Seleme validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş annemiz, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki Allah Rasûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi; ne ki, böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu. Validemiz, Allah Rasûlüne şu mealde sözler söyledi: Yâ Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir. Allah Rasûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiyede o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı. Peygamber Efendimiz, mahruti (yukarıdan ve bütüncül) bakıyor; elli sebep ile elli sonucu birbiriyle iç içe görüp ortaya çıkması muhtemel yirmi probleme karşı otuz tane çözüm yolu düşünüyordu.
*Hudeybiye, Allah Rasûlünün mülayemet ve hilmiyle küfre indirdiği büyük bir darbeydi. Daha sonra da O, hep bir hilm kahramanı olarak davranmış ve istidatlı gönülleri teshir etmişti. Hudeybiye sayesinde sulh içinde geçecek bir zaman dilimi, Müslümanlar için çok mühimdi. Allah Rasûlü bu dönemde yetiştirdiği irşad ekiplerini çeşitli yerlere gönderme fırsatını buldu ki, bu da, bütün Arap Yarımadasında İslâmın sesinin duyulması demekti. Nitekim, bu fetih, Mekkeye girişi de netice vermişti. Allah Rasûlü, Mekkenin fethini müteakip bir kere daha o mahviyet ve tevâzuunu sergilemiş ve bindiği merkûbun üzerindeki eğerin kaşına, mübarek alnı değecek şekilde iki büklüm vaziyette bu mübarek beldeye girmişti.
*Mekkenin fethi gerçekleştirildikten sonra herkes Rahmet Güneşinin etrafında toplanır ve Onun gözünün içine bakarak kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), heyecan ve endişeyle bekleşen Mekkelilere, Şimdi size ne yapmamı umuyorsunuz? diye sorar. Esasen Onun nasıl merhametli, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı Mekkeliler, Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin şeklinde karşılık verirler. Onun hedefi ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; Onun hedefi, adaletin ikâmesi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerinin fethidir. Şefkat Peygamberi, o âna kadar düşmanlık yapan o insanlara karşı kararını şöyle açıklar: Size bir zaman Hazreti Yusufun kardeşlerine dediği gibi derim: Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisidir. Gidiniz, hepiniz hürsünüz.Aslında bu yaklaşım, İçinizde herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslubum da işte budur! demek gibi bir şeydir. Evet, Zâlimlere bir gün dedirtir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âserekellâhü aleynâ. (Ziya Paşanın bu sözü şu manadadır: Düşün ki, Hazreti Yusufa ne kadar zulmettiler. Allahın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusufun kardeşlerinin dediği gibi, Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı. (Yusuf Sûresi, 12/91) dedirtir.)
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin her zamanki mülayemet, hilm ve civanmertliğini Hudeybiye Sulhü ve Mekke Fethi esnasında da ortaya koyması neticesinde öyle insanlar Müslüman olmuşlardı ki, onlar katiyen harplerde dize getirilebilecek kimseler değillerdi. Mesela, Hazreti Hamzanın şehit edilmesine sebebiyet veren Hind bile daha sonra mücahede meydanlarında hizmet eden bir kahramana dönüşmüştü. Yine, Siyerde nakledildiğine göre, onun eşi Ebu Süfyan hazretleri, isabet eden bir okla gözü eline düşünce, Şu kadar sene Peygamberini tanımadın, ne işe yararsın ki sen! diyebilmişti.
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin hadiseler karşısındaki tavrı engin bir siyer felsefesiyle yeniden ele alınıp toplumumuza kevser gibi içirilmeli.
*Yananlarla yanmamak için içilmesi gerekli olan şeyi içmek lazım; o da mülayemet âb-ı hayatıdır; yumuşaklık, başkalarının hissiyatına saygılı olma, hırçınlığı terketme ve temkinli olma kevseri ve zemzemidir.
*Dünyevî her beklenti insanın bünyesine düşmüş bir güve gibidir; bir gün onu yer bitirir.
*İnsan kendinden sıyrılamamış, hayvaniyetten çıkamamış, cismaniyeti bırakamamış, kalb ve ruhun derece-yi hayatına yelken açamamışsa, onun ifade edebileceği çok fazla bir şey yoktur. Günümüzde çok defa kırılmalar da ondan kaynaklanmaktadır. Çok küçük şeylerden alınganlık gösteriyor ve hemen rahatsız oluyoruz. Kaynamamışız, pişmemişiz, olgunlaşmamışız.
*İmana ve Kurana gönül vermiş bulunanlara, günde beş defa huzur-u kibriyada iki büklüm olanlara düşen; başkaları kırdıkları halde bile kırılmamak, darıltacak şeyler yaptıkları halde dahi darılmamak ve illa bir şey denecekse Allahım, bizi de ıslah eyle, onları da ıslah eyle! deyip ıslah duasında bulunmaktır.
*Kırılmalar, darılmalar bizi meşgul ederse, kırılmaya, darılmaya tahammülü olmayan işler yolda kalır.
*Cânımı cânan isterse minnet cânıma / Can nedir ki anı kurban etmeyeyim cânânıma! (Fuzulî)
*Zannediyorum Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimize ve nübüvvetine yürekten inanmış bulunan ve kalbinde Ona karşı azıcık alaka duyan bir insan Onun mübarek başının yarıldığını her hatırladığında Keşke şu kaya gibi olan başım Onun önünde olsaydı da kılıçlar ona inseydi! heyecanıyla dolar. Hazreti Musab bin Umeyrin (radiyallahu anh) Uhuddaki hali bunun delilidir.
*Musab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlünün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta Bir bu kaldı. deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. Ebediyetlere yürürken de hayatına denk bir mahviyet duygusu içinde ve yüzü toprağa bulanmış vaziyette göçüp gitmişti. Bir rivayete göre, Nebiler Serveri (sallallâhu aleyhi ve sellem), Musabının bu hâlini şöyle dile getirirler: Hazreti Musab hayatta olduğu sürece beni koruyacağına ve bana herhangi bir zarar dokundurmayacağına dair söz vermişti. Şimdi elleri ve kolları budandığı için Ya Rasûlullaha bir şey olursa? diye hicabından yüzünü kapatmaktadır.
*Allah Rasûlü hiçbir zaman kırılmamıştı. Uhudda savaş stratejisi konusunda ashabıyla istişare ettikten ve onların fikirlerine uyarak meydan muharebesine çıktıktan sonra pek çok şehit verilmiş ve Kendisinin de mübarek başı yarılıp dişi kırılmış olduğu halde kimseye gönül koymamıştı; atf-ı cürümde falan bulunmadan, hiçbir şey olmamış gibi yine ashabını toplayıp onlarla istişare yapmıştı.
*Hudeybiye Sulhü, pek çok yönden müminler için ilham kaynağıdır. Bununla beraber, Hudeybiye, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin temkini, fetaneti, sabrı, tahammülü, dimdik duruşu, katiyen darılmaması, kırılmaması ve gönül koymaması açılarından da özellikle okunmalı; bu zaviyelerden de ibretler alınmalıdır.
*Hudeybiye Sulhü, Müslümanların kabullenemeyeceği öyle maddeler içeriyordu ki, Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) Allah Rasûlüne (sallallâhu aleyhi ve sellem) Sen Allahın Rasûlü değil misin? diyecek kadar üzülmüştü. Allah Rasûlü o esnada dahi sükûnetini bozmamış ve Hazreti Ömerin (radıyallâhu anh) sorularına mülayemet ve sükûnetle cevap vermişti: Evet, ben Allahın Rasûlüyüm. Biz hak yolda değil miyiz? Evet, hak yoldayız. Öyleyse bu zilleti niçin kabul ediyoruz? Ben Allahın peygamberiyim ve Allaha isyan edemem. Sen Kâbeyi ziyaret edeceğimizi söylemedin mi? Evet, söyledim. Fakat bu sene demedim. Daha sonraları Hazreti Ömer, bu hâdiseyi her hatırlayışta ızdırapla iki büklüm olmuş ve nedamet yutkunmuştu. Kendi ifadesiyle, bu yolda nice sadakalar vermiş, nice oruçlar tutmuş ve nice istiğfarlarda bulunmuştu!..
*Hudeybiye Antlaşması, Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Rasûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Rasûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi. Aslında bu ağırdan alma, Allah Rasûlüne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbeyi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye Antlaşmasındaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı. İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve zevcesi Ümmü Seleme validemizle istişarede bulundu. Bu ufku geniş annemiz, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki Allah Rasûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi; ne ki, böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu. Validemiz, Allah Rasûlüne şu mealde sözler söyledi: Yâ Rasûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir. Allah Rasûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiyede o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı. Peygamber Efendimiz, mahruti (yukarıdan ve bütüncül) bakıyor; elli sebep ile elli sonucu birbiriyle iç içe görüp ortaya çıkması muhtemel yirmi probleme karşı otuz tane çözüm yolu düşünüyordu.
*Hudeybiye, Allah Rasûlünün mülayemet ve hilmiyle küfre indirdiği büyük bir darbeydi. Daha sonra da O, hep bir hilm kahramanı olarak davranmış ve istidatlı gönülleri teshir etmişti. Hudeybiye sayesinde sulh içinde geçecek bir zaman dilimi, Müslümanlar için çok mühimdi. Allah Rasûlü bu dönemde yetiştirdiği irşad ekiplerini çeşitli yerlere gönderme fırsatını buldu ki, bu da, bütün Arap Yarımadasında İslâmın sesinin duyulması demekti. Nitekim, bu fetih, Mekkeye girişi de netice vermişti. Allah Rasûlü, Mekkenin fethini müteakip bir kere daha o mahviyet ve tevâzuunu sergilemiş ve bindiği merkûbun üzerindeki eğerin kaşına, mübarek alnı değecek şekilde iki büklüm vaziyette bu mübarek beldeye girmişti.
*Mekkenin fethi gerçekleştirildikten sonra herkes Rahmet Güneşinin etrafında toplanır ve Onun gözünün içine bakarak kendileri hakkında vereceği kararı beklemeye başlarlar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), heyecan ve endişeyle bekleşen Mekkelilere, Şimdi size ne yapmamı umuyorsunuz? diye sorar. Esasen Onun nasıl merhametli, affedici ve civanmert bir insan olduğunu iyi bilen bazı Mekkeliler, Sen kerimsin, kerim oğlu kerimsin şeklinde karşılık verirler. Onun hedefi ne mal, ne mülk, ne hükümdarlık, ne de toprak fethidir; Onun hedefi, adaletin ikâmesi, insanların kurtuluşu ve onların kalblerinin fethidir. Şefkat Peygamberi, o âna kadar düşmanlık yapan o insanlara karşı kararını şöyle açıklar: Size bir zaman Hazreti Yusufun kardeşlerine dediği gibi derim: Daha önce yaptıklarınızdan dolayı bugün size kınama yoktur. Allah, sizi de affeder. O, Merhametlilerin En Merhametlisidir. Gidiniz, hepiniz hürsünüz.Aslında bu yaklaşım, İçinizde herhangi bir burkuntu duymayın. Kimseyi cezalandırma niyetinde değilim. Herkes karakterinin gereğini sergiler. Siz, bir dönemde kendi karakterinizi sergileyip üslubunuzu ortaya koydunuz. Benim üslubum da işte budur! demek gibi bir şeydir. Evet, Zâlimlere bir gün dedirtir Kudret-i Mevlâ / Tallâhi lekad âserekellâhü aleynâ. (Ziya Paşanın bu sözü şu manadadır: Düşün ki, Hazreti Yusufa ne kadar zulmettiler. Allahın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yusufun kardeşlerinin dediği gibi, Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı. (Yusuf Sûresi, 12/91) dedirtir.)
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin her zamanki mülayemet, hilm ve civanmertliğini Hudeybiye Sulhü ve Mekke Fethi esnasında da ortaya koyması neticesinde öyle insanlar Müslüman olmuşlardı ki, onlar katiyen harplerde dize getirilebilecek kimseler değillerdi. Mesela, Hazreti Hamzanın şehit edilmesine sebebiyet veren Hind bile daha sonra mücahede meydanlarında hizmet eden bir kahramana dönüşmüştü. Yine, Siyerde nakledildiğine göre, onun eşi Ebu Süfyan hazretleri, isabet eden bir okla gözü eline düşünce, Şu kadar sene Peygamberini tanımadın, ne işe yararsın ki sen! diyebilmişti.
*Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin hadiseler karşısındaki tavrı engin bir siyer felsefesiyle yeniden ele alınıp toplumumuza kevser gibi içirilmeli.
*Yananlarla yanmamak için içilmesi gerekli olan şeyi içmek lazım; o da mülayemet âb-ı hayatıdır; yumuşaklık, başkalarının hissiyatına saygılı olma, hırçınlığı terketme ve temkinli olma kevseri ve zemzemidir.
*Dünyevî her beklenti insanın bünyesine düşmüş bir güve gibidir; bir gün onu yer bitirir.