- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Prof. Dr. Mustafa Ergün*
Türkiye Cumhuriyeti, 1923 yılında genç bir devlet olarak kurulduğunda, 600 yılı aşkın ömrü olan bir devletin maddî ve manevî tecrübelerine de sahip bulunuyordu. Bu devleti yükselten ve yaşatan dinamikleri bildiği gibi, onu zayıflatan ve çökerten, parçalayan ve yıkan dinamikleri de iyi biliyordu. Esasen Türkiye Cumhuriyetini kuran ve neredeyse ilk 40 yılını yöneten insanlar, Osmanlı eğitim ve devlet sistemi içinde yetişmişler, bilgi ve yönetim tecrübelerini orada kazanmışlardı.
Bu bilgi ve tecrübelerle, Cumhuriyetin kuruluşundaki temellerde, yeni devletin parçalanmaması ve yıkılmaması, çağdaş hayata ayak uydurması, diğer devletlerle mücâdele ederek yaşayabilmesi, insanlarını barış ve refah içinde ve tam demokratik bir şekilde kaynaştırabilmesi için neler yapılması gerektiği çok düşünülmüştür. Bu düşüncelerin pratik hayata geçirilmesinde de -özellikle Atatürk döneminde- Türkiye Büyük Millet Meclisinde, fikrî ve sosyal hayat alanında önemli mücâdeleler verilmiştir.
Bu nedenle Türkiye Cumhuriyetinin temelleri aslında çok sağlam atılmıştır. Yapılacak siyasal tartışmalarda, bu temelleri yıkmak değil, ancak daha sağlamlaştırmak esas alınmalıdır. Bugün, gerek geçmişe nostaljik bir bağlılıktan dolayı olsun gerekse Cumhuriyet sisteminin kendini sağlama almak için yaptığı propagandada dozun iyi ayarlanmamasından kaynaklansın, Cumhuriyet sisteminin doğru veya çağdaş olmadığı şeklindeki eleştiriler ve onun yerine en azından demokratikliği ve dolayısıyla cumhuriyet olma özelliği olmayan yönetim önerilerine karşı halkı bilinçlendirmek gerekir. Çünkü yönetim uzun süre Cumhuriyetin temel kurumları arasındaki yargı veya silahlı kuvvetlerle korunamaz. Demokratik sivil yönetimin mutlaka halk tarafından benimsenmesi ve onun tarafından korunması gerekir.
Türkiye Cumhuriyetinin 75 yıllık geçmişinde eğitim çalışmalarını değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Devletin Genel Felsefesi ve Amaçları Bakımından:
Türkiye Cumhuriyeti devletinin genel felsefesi ve amaçları yönünden geçmişi değerlendirecek olursak;
a) Cumhuriyet eğitimi insanlara başarılı bir şekilde verilmiştir. Şu anda ülkenin yönetim biçiminin cumhuriyet dışı bir egemenlik sistemine geçmesi mümkün değildir. Gerçi bugün çok değişik yönetim biçimleri, kendilerinin cumhuriyet olduğunu savunmaktadır. Ancak Türkiye Cumhuriyetinin böyle bir ikilemi yoktur ve kendi halkının çok partili demokratik seçimlerde ortaya çıkan siyasî iradesine uyan bir demokratik cumhuriyet olarak devam etmektedir.
b) Demokrasi eğitimi: Türkiye Cumhuriyeti, başlangıçta elbette çok partili bir demokrasi olarak kurulmamıştı; ama çok partili bir sistemden geliyordu ve ilerde çok partili sisteme geçeceğine dair sürekli sinyaller veriyordu. Arada, o zaman Avrupada da yaygın olan tek parti yönetiminde ısrar edildi ve 2. Dünya Savaşı sonrası gelişmeleri içinde çok partili demokrasiye geçildi.
Çok partili demokrasi başlangıçtan itibaren sıkıntılı götürüldü. Önceleri, eskinin temel partisi ve silâhlı kuvvetler, daha sonra da silâhlı kuvvetler başta olmak üzere bazı yüksek devlet organları, çok partili rejim içindeki bazı güçlerin Cumhuriyetin temellerini yıkabileceği endişesi ile, değişik tip ve yoğunlukta sürekli müdahalelerde bulundular. Devletin temel ilke ve prensiplerini demokratik yollardan savunan sivil güçlerin yetersiz olmasından kaynaklanan bu durum, şu anda Türk demokrasisinin ana sorunlarındandır.
Cumhuriyet, çok partili demokrasi eğitiminde başarılı oldu mu? Bu, okul programlarında verilen derslerden ziyade, sosyal-siyasal hayattaki pratiklerle verilecek bir eğitimdir. Demokrasiye ve devletin kuruluş felsefesine karşı olmadan her fikir, inanç ve çıkar grubunun örgütlenerek demokratik kurallar içinde ülkenin geleceği için fikirlerini açıklaması ortamı tam olarak oluşturulamamıştır. Birçok demokratik örgüt ya Devleti yıkmayı, parçalamayı ya da demokratik yapısını değiştirmeyi amaçlamaktadır. Bu da Devletin üst düzey koruyucu sistemleri tarafından sisteme sık sık uyarı ve müdahaleler yapılmasına neden olmaktadır.
Belli periyodlarla yapılan bu tür uyarılar sistemin yürütülmesinde çok hoş görülmemesine karşın, demokratik seçimler yoluyla iktidara gelen bazı güçlerin, kendilerinin zaten en ideal yönetim biçimi oldukları gerekçesiyle -örneğin partiye kayıtlı üye defterlerine dayanarak- seçimleri yaptırmaması veya seçim sisteminin adil bir şekilde yürütülmesini engellemesi olaylarına yakın tarihte dünyanın birçok yerinde rastlanmaktadır. Türkiyede de demokratik sistem içinde onun nimetlerinden faydalanan, ama özde demokrasiye inanmayan birtakım örgütler vardır. Her demokrasi içinde var olabilecek bu tür paradokslardan, gene demokratik sistemi fazla bozmadan ve rahatsız etmeden kurtulma yolları bulunmalıdır. Bunun için de Türkiyede gerek parlamentoda gerekse parlamento dışındaki demokratik güçler, silahlı kuvvetlere ve anayasal kurumlara çok fazla iş düşmeden kendi mücâdelelerini kendileri yapmalıdırlar.
c) Laiklik: Türkiye Cumhuriyeti başlangıçtan beri devletin laik olduğunu vurgulamış ve bunu devletin değiştirilemez temel özelliği olarak kabul etmiştir. Aslında devletin laik yapısı, Türk devlet geleneğinde eskiden beri var olan bir özelliktir. Türk devletleri içinde değişik dinler ve dinler içindeki alt gruplar, devleti ve merkezî yönetimi yıkmayı amaçlamadıkça kendi dinî inançlarını istedikleri gibi yaşamışlar, ekonomik ve eğitsel düzenlerini kurmuşlardır. Türkiye Cumhuriyetinde de bu gelenek sürdürülmektedir.
Türkiyede din özellikle 19 ve 20. yüzyıllarda iç ve dış politikanın bir dinamiği haline gelmiştir. Osmanlıyı ve diğer müslüman ülkeleri kullnmak isteyen Batılı güçler, hilafet ve cihad gibi kavramları kendi ince çıkarları noktasında ustaca kullanmışlar ve kullanmaya da devam etmektedirler. Osmanlı Devleti bu kavramları kendi iradesiyle ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti de yönetim sisteminin içine dini almamış ve laik bir yapıyı benimsemiştir. Bu belki, Osmanlının uzun ömrü boyunca başaramadığı, alevî vatandaşları da sisteme tam yetkili olarak katmayı amaçlayan bir demkratik düzen olarak tasarlanmıştı. Vatandaşların bütünlüğünü sağlamada büyük ölçüde de başarılı olmuş olan bu sistem, her durumda sağlıklı olarak sürdürülmeye çalışılmalıdır.
Ancak şu anda Türkiyenin en sıcak tartışma konularından birisi, laikliktir. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren dinî eğitimden yavaş yavaş sıyrılmaya çalışmış ve bu hedefine de ulaşmıştır*. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrası gelişmeleri içinde dinî eğitim tekrar başlamış ve şu anda kontrolü zor noktalara gelmiştir.
Buradaki politikada bazı hatalar yapılmış olduğu görülmektedir. Dinî eğitim ya kontrollü olarak vatandaşa veya toplumlara (cemaat) bırakılacak ya da devlet tarafından her vatandaşın inançlarına uygun olarak verilecektir. Türkiye Cumhuriyeti, vatandaşlarının dinî eğitimine karışmamış, ancak bunu onların hür iradelerine de bırakmamıştır. Sağlıklı bir din eğitiminin olmadığı ortamda bir taraftan bir çok ateist veya dine soğuk bakan genç yetişirken, diğer taraftan yeraltı eğitimi ile yetişen bir çok dinî grup devlete acımasız eleştiriler yapmaya ve devletin yapısını değiştireceklerini açıkça söylemeye başlamışlardır. Bu büyük ölçüde, Cumhuriyet döneminde sağlıklı bir din eğitimi yapılmamasından kaynaklanmaktadır.
Bu noktada Türkiyede, Osmanlı Devletini parçalayıp dağıtan farklı insan yetiştirme modelleri (mektepli, medreseli, azınlık ve yabancı okul mezunu) gibi, birbirinden oldukça farklı düşünen, birbirleri ile ilerde anlaşması daha zor olan insan grupları ortaya çıkmaktadır. Öğretimin birliği (tevhid-i tedrisat) bozulunca, ülke insanlarının birliği de bozulur.
Türkiye şu anda din eğitimi sorununu hâlâ çözümleyememiştir. Bütün dünya toplumlarının bilgi toplumu olmaya yöneldiği ve kitle iletişim araçlarının bu kadar arttığı çağımızda, insanların dinî, siyasî, sosyal, ekonomik v.s. bilgiye ulaşmaları engellenemez. Devlet, Türkiyede dinî bilgiye erişmeyi engelleme yerine, onu kendi kuracağı (veya mevcut) sistemler içinde, dozunu kaçırmadan ve temiz olarak halka sunma yolları aramalıdır.
d) Milliyetçilik: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı devletindeki üç ana akımın Batıcılar ve Milliyetçiler kanadı ile kurulmuş, İslâmcı kanat daha ilk dönemlerde tasfiye edilmiştir.
Atatürk, kendisini teba ve kul olarak gören ve son yüzyılların uzun savaşları içinde iyice yılgınlaşan halktan onurlu bir millet yaratmak için uzun bir çaba harcamıştır. Daha baştan itibaren onlara Devletin gerçek sahibi olduklarını hissettirmeye (Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir), seçme ve seçilme hakkı vermeye, Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir., Türk övün, çalış, güven gibi sözlerle onları gayrete getirmeye, bayramları çocuklara ve gençlere hediye ederek topyekün dinamik bir millet meydana getirmeye çalışıyordu. Bundan sonraki kalkınma çalışmalarının ve savaşların topyekün millet tarafından yapılacağını çok iyi görmüştü.
Ancak Osmanlının son döneminde ortaya atılan cihad yoluyla tür müslümanların bir hedefe yönlendirilmesi veya Turancılık ile tüm Türkleri birleştiren bir devlet(ler) sistemi kurulması çalışmalarının realiteden ne kadar uzak, gerek müslümanlara gerekse Türklere na kadar zarar verdiğini de görüyordu. Bu nedenle bir sınır (misak-ı millîde olduğu gibi) çizmesi gerektiği kanaatine vardı ve bu sınırlar içindeki insanlardan dinamik, çağdaş bir Türk milleti meydana getirmeyi amaçladı. Türklük, yeni devletin ana vasfı idi ve Türk olmayanların da, Devletin politikasına uyarak Türküm demelerini bekliyordu.
Milliyetçilik, Türk devletinin daha sonraki dönemlerinde de ana politik güçlerden biri olmaya devam etti. Ama sık sık Atatürkün amaçladığı milliyetçilik duygusundan sapıldığı, bazen Turancı hisleri, bazen manevî hisleri hattâ bazen sosyalist ve ayrılıkçı hisleri çok fazla olan milliyetçi akımların ortaya çıktığı görüldü. Türkiye Cumhuriyeti, Devletin milliyetçilik anlayışını Atatürk milliyetçiliği adıyla bunlardan ayırmaya çalıştı ama yaygınlaştırmada ne kadar başarılı olduğu tartışmalıdır.