- Konum
- Maldivler??
-
- Üyelik Tarihi
- 28 Şub 2020
-
- Mesajlar
- 24,446
-
- MFC Puanı
- 200,450
Bertolt Brecht 10 Şubat 1898’de doğdu. 14 Ağustos 1956’da öldü. İnternette onun adını yazarak yapacağımız basit bir aramada şair, yazar, tiyatro kuramcısı, yönetmen, tasarımcı vb. birçok tanımla karşılaşırız. Fakat onu genel anlamıyla “bir düşünce işçisi” olarak tanımlarsak hata etmiş sayılmayız. Zira ne yaparsa yapsın, ister şiir yazsın isterse de oyun yönetsin elindeki sanat, düşüncesinin önüne asla ama asla geçmedi. Çünkü Brecht için önemli olan izleyicinin kendini kaptırıp gerçeklikten uzaklaşması değil, düşüncenin kendisiydi.
Zehra İpşiroğlu, Dünden Bugüne Brecht adlı kitabında Brecht’in bu yönünü şöyle açıklıyor: “Düşünmeye bağımsızlık kazandırma konusunda gelişen bu görüş, yazara yaşadığı çağın sorunlarına eleştirel açıdan yaklaşma, başka bir deyişle sorunların özüne inme olanağı verir. Brecht’e göre düşünceyi duygusallığın içine boğarak gelişmesini önleyen, sorunları duyular dünyasının dar sınırları içinde kalarak kısıtlı bir açıdan yansıtmakla yetinen dramatik tiyatro anlayışı, çağın sorunlarını özümsemekten uzaktır.”Brecht’in Aristotelesçi tiyatroya karşı çıkarak Epik Tiyatro’yu kuramsallaştırmasının bir sebebi de buydu. İnsanlara izlediklerinin bir oyun olduğunu, sahnedekilerin oyuncu olduğunu hatırlatıp odaklanılması gereken şeyin temsilde üzerinde durulan konular olduğunu savunur. Çünkü Brecht, dünyanın değişebileceğine, sömürüsüz, savaşsız, emeğin karşılığını bulduğu güzel bir dünyanın yaratılabileceğine inanır ve bu noktada kendine bir görev biçer.
Ona göre aydınlar ve sanatçılar topluma karşı sorumludur ve görev almalıdır. Bu fikrini de Georg Lucaks’ın “Realizmin Akıbeti” başlıklı denemesine cevaben kaleme aldığı bir yazıda “İnsanın [kaybettiği] insanlığını yeniden kazanması, kitlelerin içinden sıyrılmakla değil, kitlelerin arasına yeniden karışmakla olur.” diyerek açık açık ifade eder. Aynı yazıda “Demek ki, halka dönme, onun dilini konuşma zorunluluğu ortada.” diyen Brecht, gerek oyunlarında gerekse de şiirlerinde sık sık halkı en çok yiyip tüketen savaş, paranın tüketici gücü, emek sömürüsü, kadın, aydının sorumluluğu vb. konuları ele alır.
Bu düşüncesini belki de en iyi “Cesaret Ana ve Çocukları” adlı oyununda Rahip karakterine söylettiği şu sözlerden anlayabiliriz: “Ortalıkta dolaşıp, ‘Bir gün savaş bitecek’ diyenlere hep rastlamışımdır. Şahsen ben diyorum ki, savaşın herhangi bir zamanda biteceğinden emin olamayız. […] Çünkü savaş her ihtiyaca cevap verir, hatta barışınkilere bile. Eğer barışın ihtiyaçlarına cevap vermezse sürüp gidemez savaş. Aynen sıkı bir barışta olduğu gibi, savaşın ortasında da bir güzel sıçabilirsin. İki muharebe arasında her zaman bir bira içecek kadar zaman vardır. […] Ayrıca, mesela katliamın bütün hızıyla sürdüğü bir sırada yararlı bir iş yapabilirsin; bir samanlık veya benzeri bir yerde gizlenip bir kadın yakalayıp neslini çoğaltacak zevkli bir iş yapabilirsin. Bu karmaşanın içinde etrafa saçtığın döller senin adına savaşı sürdürebilir. Savaş her zaman bir çıkar yol bulur. Öyleyse neden bitmek zorunda olsun?”
Brecht, dünyayı çekilmez kılan tüm durumlardan kurtuluşun mümkünatını halka bağlıyor:
Kurtuluşa giden yolda aydının sorumluluğunun da “halka anlatmak” olduğunu söylüyor. Bu yüzden halka dönmek, halkın dilini konuşmak zorunluluğundan bahsediyor. İşte Cesaret Ana ve Çocukları adlı oyun tam da böyle bir oyun: Oyunun baş karakteri olan Cesaret Ana, Otuz Yıl Savaşları’nda arabasını mevziden mevziye sürüp askerlere sürekli bir şeyler satarak yaşamını sürdürür. Savaşta çocukları dahil birçok şeyini kaybetmesine rağmen bundan ders almayan Cesaret Ana, savaştan geçindiğini sanıp savaşın sürmesini diler. Oysa Brecht, aslında savaşın Cesaret Ana’nın sırtından geçindiğini anlatır bize. Çünkü Cesaret Ana’nın savaşta ticaret yaparken kaybettikleri kazandıklarından daha çoktur.Giderek artan barbarlığa karşı tek dostumuz halktır, bu barbarlıktan en çok çeken halk. Yalnızca halktan bir şeyler bekleyebiliriz.
Evet, Brecht savaşın tüm olumsuzluklarını açık açık gözler önüne serer. Aydın olmanın sorumluluğundan ötürü bununla yetinmez, çözüm de sunar. Ona göre proleterlerin, köylülerin, emekçi halkın zenginlerin savaşına karşı savaşmaktan, yani sınıf savaşını büyütmekten başka çaresi yoktur. Aksi halde zenginlerin o korkunç savaşı er ya da geç her eve girecek ve tüm hayatları alt üst etmekten geri durmayacak. Zira herhangi bir tarafı olmadığımız savaşın galibi kim olursa olsun er geç gelip bize de savaş açacak, bizden de bir şeyler almak isteyecektir. Çünkü barış için iki tarafın da isteği gerekirken, savaşın başlaması için tek tarafın istemesi yeterlidir. Varlığınıza göz diken birilerine karşı savaşmazsanız da aslında o savaşın içinde olursunuz.
Brecht savaşta tarafsızlığın mümkün olmadığını Carrar Ana’nın Silahları adlı oyunda yüzümüze çarparak aktarır. Carrar Ana’nın Silahları, İspanya İç Savaşı sırasında tarafsız kalmakta inat eden Theresa Carrar’ın süren savaşta yavaş yavaş kaybettiklerini ve bunların sonucunda Carrar Ana’nın Franco’ya karşı “Halk Cephesi”ne katılmasını anlatır. Carrar Ana tarafsızlığını bozup mücadeleye kendisinin de katılacağını haykırırken sürüp giden savaş hakkında “Bir cüzzam bu, cüzzam gibi yakılıp yok edilmesi gerekli” der.
Özetlemek gerekirse; Bertolt Brecht emeği sahiplenmeye, insanlık onurunu korumaya ve savaşla savaşmaya çağırıyordu. Çünkü görüyordu:
“Savaşla çok şey büyüyecek
Büyüyecek
Mülk sahiplerinin mülkleri
Ve mülksüzlerin sefaleti
Yönetenlerin söylevleri
Ve yönetilenlerin suskunluğu.”