- Konum
- ىαкαяyλ
-
- Üyelik Tarihi
- 27 Kas 2009
-
- Mesajlar
- 24,120
-
- MFC Puanı
- 79
Avrupa hristiyanları, Papa'nın kışkırtması ile bir araya gelip Osmanlı topraklarına saldırmaya teşebbüs edince, yeryüzünün sultânı Kanunî Sultan Süleyman Han, ordusu ile sefere çıktı. Târihlere şan veren ordu ağır ağır ilerliyor, hedefine bir an önce ulaşmak için gayret sarf ediyordu. Havalar da iyice ısınmıştı. Bir Hristiyan beldesinden geçerken, yolun dar olması sebebiyle, askerlerden kimisi üzüm bağlarından yürümek mecburiyetinde kaldı. Olgunlaşan üzümler susuzluktan dudağı çatlamış askerlere; "Al beni, ye beni" dercesine duruyordu.
Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayi bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arkasından, kan ter içinde Hristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve komutanına, elbette teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malını izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve;
-Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulundugu ordu ile zafer ve nusret müyesser olmaz, demekten kendini alamadı.
Hristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü arz edince, komutan;
-Eger o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu. İşte o zaman, kellesi de giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı, dedi ve kahraman ordu yoluna devam etti.
Orduya Belgrad yakinlarinda bir yerde konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çesmelerden istifâde edip, abdest tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Çesmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı. Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çesmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen çesme başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp bakmadı. Rahibeler gelip durumu anlatınca; koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duyan Rahip, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda mülkte gözleri yoktu, kadına kıza iltifat etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzak yerlere kadar geliyorlar, korkmadan ve endişe etmeden canlarını veriyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları komutanına şunları yazdı;
"Ey haçlı kumandanları!.. Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu insanlar canlarını düşünmeden, Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennet'tir. Kadına kıza ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere sırtlarını döndüler. Mala mülke de önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini terk ederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına çıkıp savaşmaya kalkışırsanız, elinize binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden baska bir şey geçmez."
Buna rağmen haçlı kumandanları, kahraman Türk askerlerinin kılıçlarına yem olmak için adetâ birbirleriyle yarış ettiler. Türk askerine yeni yeni zaferler kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar.
Bizim Cehaletimizi Anlarlar
Bir gün Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'ya arkadaşı sormuş:
-Hürriyet ve maarif sayesinde milletin gözü açılırsa ne olur?
Mustafa Fazıl Paşa:
-Ne olacak, o zaman millet bizim cehaletimizi ve kendi ızdırabını daha yakından görür.
Borcun vadesi
Osmanlı vezirlerinden biri, fakir ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu. Bu duruma şahid olan bir adam, bir gün Padişaha:
-Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek,diye gammazladı.
Bunun üzerine padişah, vezirini Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu. Vezir, sıradan bir vezir değildi. Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu:
-Padişahım, söylenen doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir.
Boynuzsuz koç
Osmanlı imparatorluğunda yetişmiş bir iki kadın şairden biri olan Fitnat Hanım ile çağdaşları olan Koca Ragıp Paşa ve Şair Haşmet arasında geçtiği rivayet edilen bir çok olay anlatılmaktadır.
Bu üç kişi ellerine fırsat düştüğünde birbirini kıyasıya iğnelemekten de geri durmazlarmış. Ragıp Paşa'nın da, Haşmet'in de Fitnat Hanıma aşk duyguları besledikleri de bilinmektedir.
Bir kurban bayramı arefesinde, Fitnat Hanım kurbanlık almak için Beyazıt çevresinde dolaşıyormuş. Şair Haşmet de oradaymış. Haşmet gökte ararken yerde bulduğu Fitnat Hanımı görünce hemen önünde bir reverans yapıp bir emri olup olmadığını sormuş. Fitnat Hanım bir emri bulunmadığını, bayram için kurbanlık bir koç alacağını söylemiş. Haşmet takılmadan edememiş:
- Bu bayram kulunuzu kurban etseniz olmaz mı?
- Maalesef olmaz, çünkü bu bayram boynuzsuz bir koç kurban edeceğim.
Böyle Defterdar Gerekmez
Yeniçerilere üç ayda bir ulufe denilen maaş dağıtılırdı. III. Murat devrinde bir gün ulufe dağıtılmış ve huzuruna gelen Sadrazam şöyle demişti:
Hünkarım Leşker-i Hümayun'un ulufesini tevzi ettik. Lakin bir miktar akçe arttı. Ferman-ı Hümayunu*nuz olursa, ihtiyat akçe olarak hazine-i hassaya koyup saklayalum ... "
Bu duruma öfkelenen Padişah ise;
-Benim vezirim, her zaman ulufe dağıtırken akçe genelde gelmez, artmaz iken, bu kez gelmesinin ve artmasının sebebi nedir? Belli ki, defterdarımız bize yaran*mak için fazla akçe almış, hazinede fazla akçe toplanmıştır. Padişaha yaranmak için halka baskı yapıp zulme*den, halkın malını elinden alan defterdar bize gerekmez, demiş ve defterdarı kovmuştur."
Bir yüz karası
1897 Osmanlı-Yunan harbi esnasında, Manisa havalisinden üç asker kıtalarında firar edip, omuzlarında devletin verdiği silahlarla dağa çıkmışlardı. Bunlardan biri, Yaya köyünde oturan eski bir şakinin, Bakırlı Şaban Efenin tek evladıydı. Çakırcalıdan ve Kara Aliden evvel dağlardan dolaşan o idi. Otuz sene devlet kuvvetlerine karşı durdu. Bazen iki arkadaşıyla, yüz kişilik jandarma müfrezesini tarümar ettiği oldu. Bazen tek başına o dağdan bu dağa geçtiği duyulurdu. Köylüler onu hürmetli ve korkulu bir muhabbetle severlerdi. Çünkü zengin ve kuvvetlilere karşı bîaman, zayıf ve fakirlere karşı himayekardı. Bakırlı Şaban Efe tövbe ettiği zaman elli yaşındaydı. Ancak bu yaşta evlendi ve bir oğlu dünyaya geldi. Tam yirmi yıl unutmuş ve unutulmuş bir halde uslu uslu köyünde yaşadı ve bir kahvenin çınarı altında gah nargile çekti, gah uyukladı. Oğlu askerden kaçıp da dağa çıktığı gün, yetmiş yaşında, ak sakallı, sönük gözlü, yarı kamburlaşmış bir ihtiyardı. Oğlunun askerden kaçtığı kendisine haber verilince gayri ihtiyari elini silahlığına götürdü ve yerinden davrandı. Uzun müddet bu vaziyette, hareketsiz, sessiz kaldı. Fakat silahlığı da, kemeri de boştu. Sonra birden:
-Yalan söylüyorsunuz. Mustafa bunu yapmamıştır, diye bağırdı.
Dediler ki:
-Yalan olamaz, biz tam yerinden duyduk. Üç gün oluyor, jandarmalar takibe çıktılar.
Eli silahlığının yerine titreyen Bakırlı Şaban Efe, kısık bir sesle:
-Nasıl olmuş, anlatın bakalım, dedi ve dizlerinin bağı çözülmüş gibi yığıldı kaldı.
-Bir gece kışlanın kapısında seninki nöbetçiymiş. Diğer ikisi, Kasabalı Hafızın oğlu ile Narlıcalınınki, gündüzden edindikleri kurşunları ceplerine ve koyunlarına doldurmuşlar ve seninkine demişler ki; haydi bakalım düş önümüze O da zaten birkaç gün önceden haberliymiş, ovaya doğru çıkıp gitmişler.
Bakırlı yine davranır gibi bir hareket yaptı.
-Dur dediler, dahası var! İşin içinde bir de cinayet görünüyor. Seninkilerin firarı sabahı Doğanlar yolu üzerinde üç rençberin cesedi bulundu. Bunlardan ikisi ölmüş, diğeri de can vermek üzereymiş. Asker kıyafetinde üç kişinin onlara ateş ettiklerini ve atlarını alıp gittiklerini söyleyip ölmüş.
Bakırlı Şaban Efe:
-Yeter, yeter diye bağırdı ve sendelye sendeleye eve gitti.
Karısı onu, suratı kıpkırmızı ve titrer bir vaziyette görünce:
-Aman efem, sana ne olmuş, diye bir çığlık attı.
-Duydun mu, Mustafa...dedi ve gerisini getiremedi. Boğazı hıçkırıklarla doldu.
-Söyle şehid mi olmuş?
-Keşke öyle olsaydı deli kadın, keşke öyle olsaydı. Kaçmış askerden kaçmış ve cinayet işlemiş. Ah yüzkarası rezil ah! Dedi ve minderin üstüne yıkılıverdi.
Efe günlerce evden çıkmadı. Kendisini sormaya gelenlere kapıyı açmadı. Âlemin içine nasıl çıkarım? diyordu. Zaman zaman karısına:
-Ben de senelerce dağlarda gezdim, ama askerden kaçmadım. Hatta Moskof muha rebesine gönüllü yazıldım ve aslanlar gibi döğüşüp memlekete olan borcumu ödedim. Fakat bu rezil, askerden kaçtı ve devletin silahıyla dağa çıktı, diye dert yanıp ağlıyordu.Bir hafta sonra Şaban Efe evden çıktı ve etrafına toplanan köylülere:
-Bu yüzkarasını kendi ellerimle temizleyeceğim. Yarın kasabaya gidip binbaşıya müracaat edeceğim. Çok şey istemem, bana bir hayvanla bir silah versinler, Allahın izni ile beş on gün içinde ya ölüsünü, ya dirisini getirmezsem, bana da Bakırlı Şaban Efe demesinler, dedi.
Köylüler, ihtiyar efenin bu sözlerine kıs kıs gülüyorlar ve:
-Efe vazgeç bu işten, senin artık böyle şeylere karışacak zamanın geçti, diyorlardı.
Bu nasihatler onu daha çok çileden çıkarttı ve ertesi gün soluğu kasabadaki zaptiye karakolunda aldı. Binbaşıya kararını, ayni azim ve metanetle söyledi. Fakat binbaşı, ihtiyarı şöyle tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra acı ve alaycı bir şekilde:
-Bu işler sana kaldıysa vay halimize...dedi.
Binbaşının sözü Şaban Efenin kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Bir müddet köye dönmekle, dağlara çıkmak arasında mütereddid kaldı. Kendini dinledi. Kollarını yokladı, yürüyecek, kımıldayacak hali yoktu. Çaresiz iki büklüm, köye dönmek üzere yola koyuldu.
Bu Devlet-i aliyye öyle bir devlettir ki
İnebahtı felaketinde Osmanlı donanması, Haçlı donanması tarafından pusuya düşürülüp imha edildiği sırada, Uluç Ali Paşa, kendi kumandasındaki birkaç gemiyi kurtarmayı başarmış ve İstanbula gelerek bu faciayı haber vermişti. Bunun üzerine Sultan II. Selim Han onun bu kısmi başarısından dolayı onu Kaptan-ı Deryalığa tayin etti ve adını da Uluç Ali Reisden Kılıç Ali Paşaya çevirdi.
Diğer taraftan Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, yeniden donanma inşası için, bütün devlet erkanını harekete geçirerek, Osmanlı ülkelerinin bütün imkanlarını seferber etmişti. Çalışmaları büyük bir titizlikle takibediyor, heryere girip çıkıyor ve işlerin aksamasına meydan vermiyordu. Yanına Kaptanı Derya tayin edilen Kılıç Ali Paşayı da alarak çıkıyordu.
Kılıç Ali Paşa bu çalışmaları hayretle takibediyordu. Kendisi leventlikten yetişme olduğu için, bütün hayatı denizlerde geçtiğinden ve İstanbulun ahvalini, devletin kudret ve imkanları hakkında faza bir bilgi sahibi olamadığından, bir gün Sokolluya:
-Tekne icad ve ihdası mümkündür. Velakin bir kış içinde ikiyüz gemiye beş altı yüz lenger ve buna göre âlât ki, palamar ve ip ve her gemiye yelken asla tekmil ve tedarik olunma sına ihtimal yoktur.
Bu sözleri işiten Sokollu Memed Paşa öfkelenerek:
-Paşa, Paşa... sen bu Devlet-i Aliyyeyi henüz tanımamışsın. Bu devlet öyle bir devlettir ki, murad edinirse, cümle donanmanın direklerini altından, lengerlerini gümüşten, iplerini ibrişimden ve yelkenlerini atlastan etmekte güçlük çekmez. Gemilerin mutad olan aletlerini ve yelkenlerini yetiştiremez isem, gel benden al...
Bu söz üzerine hatasını anlayan Kılıç Ali Paşa, Sokollunun elini öptükten sonra:
-Tahkîk bildim ki, bu donanmayı siz tekmil edersiniz...dedi.
Beş buçuk ay sonra...
Osmanlı devletinin muazzam imkanlarıyla, tam İKİYÜZELLİ gemi, bütün teçhizatı, müthiş silahları ve cephanesiyle harbe hazır olarak, Kılıç Ali Paşanın kumandasında, 12 Haziran 1572 Perşembe günü, Hristiyan dünyasının hayretleri altında Akdenize açıldı ve bir asır daha bu suları bir Osmanlı gölü halinde tuttu.
Bu ecel teridir
Sultan II. Abdülhamid Hânın, son gününde, hayatında hiç bir sabah terk etmediği banyo ve duşa girmesi hastalığını ağırlaştırmıştı. Son gününü Müşfika Dördüncü Kadı-Efendi şöyle anlatıyor:
"O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor.
-Aman Efendiciğim, çok terliyorsunuz, dedim.
-Kadın-Efendi, bu, ecel teridir, cevabını verdi.
Elbisesini giydi. Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek itiyâdında idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti.Oturduğu yerde iki rekat namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı.
Abdülhamid Hân hazretleri, 1 Kasım 1912den vefât günü olan 10 Şubata kadar 5 yıl, 3 ay, 9 gün Beylerbeyi sarayında kalmıştır. Burada en küçük oğlu Şehzâde Mehmed Âbid Efendi ve en sevgili zevcesi Müşfika 4. Kadın-efendi ile yaşamıştır. Tahttan indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 75 yaşını 4 ay, 19 gün geçe burada dâr-ı bekâya irtihâl etmişlerdir.S. Abdülhamid Hânın vefât yılı, aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı fâciasının da son yılıdır.
Askerlerden biri dayanamayıp, sahibinin haberi olmadan bir salkım üzüm kopardı. Yerine de bir keseye koyduğu parayi bağladı. Üzümü de yedi. Çok geçmeden mola verildi. Ordunun arkasından, kan ter içinde Hristiyan bir köylünün geldiği görüldü. Köylüyü komutana götürdüler. Çok heyecanlı olan köylü, komutanın eline mi, ayağına mı kapanacağını bilemedi. Bir asker, kendi bağından kopardığı üzümün yerine para bırakmıştı. Bağında başka bir zarar yoktu. Böyle bir askere ve komutanına, elbette teşekkür etmeliydi. Ama komutan bu habere hiç sevinmedi. Bir askerinin başkasının malını izinsiz almasını bir türlü kabul edemiyordu. Tellâllar çağırtılıp, o asker bulundu. Bu arada Sultan da hâdiseyi öğrenmişti. Hemen o askerin ordudan atılmasını emretti ve;
-Kursağında haram lokma bulunan bir askerin bulundugu ordu ile zafer ve nusret müyesser olmaz, demekten kendini alamadı.
Hristiyan köylü, üzümü alan askeri taltif ettirmek için geldiğini, hâlbuki işin tersine döndüğünü arz edince, komutan;
-Eger o asker parayı bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu. İşte o zaman, kellesi de giderdi. Parayı asmaya bağlamakla kellesini kurtardı. Ama sahibinden izinsiz mal almakla da, seferden men cezasına çarptırıldı, dedi ve kahraman ordu yoluna devam etti.
Orduya Belgrad yakinlarinda bir yerde konaklama emri verildi. Askerler, çevredeki su ve çesmelerden istifâde edip, abdest tazelemeye, susuzluklarını gidermeye çalışıyorlardı. Çesmelerden birinin yakınlarında bir manastır vardı. Manastırın rahibi, Osmanlı askerinin durumunu öğrenip, haçlı askerlerini haberdâr etmek için, manastırdaki rahibelerden birkaçını süsleyip, ellerine verdiği testilerle çesmeye gönderdi. Rahibelerin geldiğini gören Osmanlı askerleri, hemen çesme başından ayrılıp, rahibelere sırtlarını döndüler. Rahibeler testilerini doldurup gidinceye kadar kimse dönüp bakmadı. Rahibeler gelip durumu anlatınca; koparılan üzümlerin yerlerine para bırakıldığını duyan Rahip, bu kadarını beklemiyordu. Bunlar ne biçim insanlardı. Malda mülkte gözleri yoktu, kadına kıza iltifat etmiyorlar, memleketlerinden günlerce uzak yerlere kadar geliyorlar, korkmadan ve endişe etmeden canlarını veriyorlardı. Hemen kâğıt kalem istedi. Osmanlı askerlerinin karşısına çıkmak için hazırlanan haçlı orduları komutanına şunları yazdı;
"Ey haçlı kumandanları!.. Siz bu ordu ile nasıl başa çıkabilirsiniz? Bu insanlar canlarını düşünmeden, Allah yolunda komutanları emrinde çekinmeden can veriyorlar. Biliyorlar ki, gidecekleri yer Cennet'tir. Kadına kıza ehemmiyet vermiyorlar, yanlarına gönderdiğim rahibelere sırtlarını döndüler. Mala mülke de önem vermiyorlar. Bütün mal ve mülklerini terk ederek cihâda çıkıyorlar. Herkese karşı iyi davranıp, kimseye zulmetmiyorlar. Ey haçlı kumandanları!.. Siz, onlardaki bu hasletleri ortadan kaldırmadan karşılarına çıkıp savaşmaya kalkışırsanız, elinize binlerce askerinizin canına mal olacak acı bir tecrübeden baska bir şey geçmez."
Buna rağmen haçlı kumandanları, kahraman Türk askerlerinin kılıçlarına yem olmak için adetâ birbirleriyle yarış ettiler. Türk askerine yeni yeni zaferler kazandırdılar. Avrupalılar, kendi kötü hasletlerini Osmanlılara aşıladıkları zaman, onları yenebileceklerini yıllar sonra anladılar ve faaliyetlerini bu yönde yoğunlaştırdılar.
Bizim Cehaletimizi Anlarlar
Bir gün Mısırlı Mustafa Fazıl Paşa'ya arkadaşı sormuş:
-Hürriyet ve maarif sayesinde milletin gözü açılırsa ne olur?
Mustafa Fazıl Paşa:
-Ne olacak, o zaman millet bizim cehaletimizi ve kendi ızdırabını daha yakından görür.
Borcun vadesi
Osmanlı vezirlerinden biri, fakir ve muhtaçlara devlet hazinesinden borç para veriyor, borç alanlar, "Bunu ne zaman geriye ödeyeceğiz?" diye sorduklarında, "Padişahımız ölünce ödersiniz" diye cevap veriyordu. Bu duruma şahid olan bir adam, bir gün Padişaha:
-Efendimiz sizin veziriniz devletinizin hazinesinden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyor. Demek ki niyeti kötü, sizin bir an önce ölmenizi istiyor, siz ölünce de paraları zimmetine geçirecek,diye gammazladı.
Bunun üzerine padişah, vezirini Kendisini huzuruna çağırıp söylenenlerin doğruluk derecesini ve maksadının ne olduğunu sordu. Vezir, sıradan bir vezir değildi. Padişahı yatıştıran ve yüreğini ferahlatan şu açıklamada bulundu:
-Padişahım, söylenen doğrudur. Ben hazineden muhtaçlara borç para veriyor, vadesini de sizin ölümünüze bağlıyorum. Ama bunu sizin ölmenizi değil, tersine daha çok yaşamanızı istediğim için yapıyorum. Bilirsiniz ki her borçluya borcunun vadesi kısa gelir, vade dolmasın diye bakar, bunun için dua eder. Bu demektir ki borçlarını siz ölünce verecek olanlar, borçlarının vadesi dolmasın diye sizin ölmemeniz için dua edeceklerdir. Allahı katında en makbul dualardan biri de borç altındaki kullarının duasıdır. Benim de maksadım ömrünüzün uzunluğu, sağlık ve afiyetinizdir.
Boynuzsuz koç
Osmanlı imparatorluğunda yetişmiş bir iki kadın şairden biri olan Fitnat Hanım ile çağdaşları olan Koca Ragıp Paşa ve Şair Haşmet arasında geçtiği rivayet edilen bir çok olay anlatılmaktadır.
Bu üç kişi ellerine fırsat düştüğünde birbirini kıyasıya iğnelemekten de geri durmazlarmış. Ragıp Paşa'nın da, Haşmet'in de Fitnat Hanıma aşk duyguları besledikleri de bilinmektedir.
Bir kurban bayramı arefesinde, Fitnat Hanım kurbanlık almak için Beyazıt çevresinde dolaşıyormuş. Şair Haşmet de oradaymış. Haşmet gökte ararken yerde bulduğu Fitnat Hanımı görünce hemen önünde bir reverans yapıp bir emri olup olmadığını sormuş. Fitnat Hanım bir emri bulunmadığını, bayram için kurbanlık bir koç alacağını söylemiş. Haşmet takılmadan edememiş:
- Bu bayram kulunuzu kurban etseniz olmaz mı?
- Maalesef olmaz, çünkü bu bayram boynuzsuz bir koç kurban edeceğim.
Böyle Defterdar Gerekmez
Yeniçerilere üç ayda bir ulufe denilen maaş dağıtılırdı. III. Murat devrinde bir gün ulufe dağıtılmış ve huzuruna gelen Sadrazam şöyle demişti:
Hünkarım Leşker-i Hümayun'un ulufesini tevzi ettik. Lakin bir miktar akçe arttı. Ferman-ı Hümayunu*nuz olursa, ihtiyat akçe olarak hazine-i hassaya koyup saklayalum ... "
Bu duruma öfkelenen Padişah ise;
-Benim vezirim, her zaman ulufe dağıtırken akçe genelde gelmez, artmaz iken, bu kez gelmesinin ve artmasının sebebi nedir? Belli ki, defterdarımız bize yaran*mak için fazla akçe almış, hazinede fazla akçe toplanmıştır. Padişaha yaranmak için halka baskı yapıp zulme*den, halkın malını elinden alan defterdar bize gerekmez, demiş ve defterdarı kovmuştur."
Bir yüz karası
1897 Osmanlı-Yunan harbi esnasında, Manisa havalisinden üç asker kıtalarında firar edip, omuzlarında devletin verdiği silahlarla dağa çıkmışlardı. Bunlardan biri, Yaya köyünde oturan eski bir şakinin, Bakırlı Şaban Efenin tek evladıydı. Çakırcalıdan ve Kara Aliden evvel dağlardan dolaşan o idi. Otuz sene devlet kuvvetlerine karşı durdu. Bazen iki arkadaşıyla, yüz kişilik jandarma müfrezesini tarümar ettiği oldu. Bazen tek başına o dağdan bu dağa geçtiği duyulurdu. Köylüler onu hürmetli ve korkulu bir muhabbetle severlerdi. Çünkü zengin ve kuvvetlilere karşı bîaman, zayıf ve fakirlere karşı himayekardı. Bakırlı Şaban Efe tövbe ettiği zaman elli yaşındaydı. Ancak bu yaşta evlendi ve bir oğlu dünyaya geldi. Tam yirmi yıl unutmuş ve unutulmuş bir halde uslu uslu köyünde yaşadı ve bir kahvenin çınarı altında gah nargile çekti, gah uyukladı. Oğlu askerden kaçıp da dağa çıktığı gün, yetmiş yaşında, ak sakallı, sönük gözlü, yarı kamburlaşmış bir ihtiyardı. Oğlunun askerden kaçtığı kendisine haber verilince gayri ihtiyari elini silahlığına götürdü ve yerinden davrandı. Uzun müddet bu vaziyette, hareketsiz, sessiz kaldı. Fakat silahlığı da, kemeri de boştu. Sonra birden:
-Yalan söylüyorsunuz. Mustafa bunu yapmamıştır, diye bağırdı.
Dediler ki:
-Yalan olamaz, biz tam yerinden duyduk. Üç gün oluyor, jandarmalar takibe çıktılar.
Eli silahlığının yerine titreyen Bakırlı Şaban Efe, kısık bir sesle:
-Nasıl olmuş, anlatın bakalım, dedi ve dizlerinin bağı çözülmüş gibi yığıldı kaldı.
-Bir gece kışlanın kapısında seninki nöbetçiymiş. Diğer ikisi, Kasabalı Hafızın oğlu ile Narlıcalınınki, gündüzden edindikleri kurşunları ceplerine ve koyunlarına doldurmuşlar ve seninkine demişler ki; haydi bakalım düş önümüze O da zaten birkaç gün önceden haberliymiş, ovaya doğru çıkıp gitmişler.
Bakırlı yine davranır gibi bir hareket yaptı.
-Dur dediler, dahası var! İşin içinde bir de cinayet görünüyor. Seninkilerin firarı sabahı Doğanlar yolu üzerinde üç rençberin cesedi bulundu. Bunlardan ikisi ölmüş, diğeri de can vermek üzereymiş. Asker kıyafetinde üç kişinin onlara ateş ettiklerini ve atlarını alıp gittiklerini söyleyip ölmüş.
Bakırlı Şaban Efe:
-Yeter, yeter diye bağırdı ve sendelye sendeleye eve gitti.
Karısı onu, suratı kıpkırmızı ve titrer bir vaziyette görünce:
-Aman efem, sana ne olmuş, diye bir çığlık attı.
-Duydun mu, Mustafa...dedi ve gerisini getiremedi. Boğazı hıçkırıklarla doldu.
-Söyle şehid mi olmuş?
-Keşke öyle olsaydı deli kadın, keşke öyle olsaydı. Kaçmış askerden kaçmış ve cinayet işlemiş. Ah yüzkarası rezil ah! Dedi ve minderin üstüne yıkılıverdi.
Efe günlerce evden çıkmadı. Kendisini sormaya gelenlere kapıyı açmadı. Âlemin içine nasıl çıkarım? diyordu. Zaman zaman karısına:
-Ben de senelerce dağlarda gezdim, ama askerden kaçmadım. Hatta Moskof muha rebesine gönüllü yazıldım ve aslanlar gibi döğüşüp memlekete olan borcumu ödedim. Fakat bu rezil, askerden kaçtı ve devletin silahıyla dağa çıktı, diye dert yanıp ağlıyordu.Bir hafta sonra Şaban Efe evden çıktı ve etrafına toplanan köylülere:
-Bu yüzkarasını kendi ellerimle temizleyeceğim. Yarın kasabaya gidip binbaşıya müracaat edeceğim. Çok şey istemem, bana bir hayvanla bir silah versinler, Allahın izni ile beş on gün içinde ya ölüsünü, ya dirisini getirmezsem, bana da Bakırlı Şaban Efe demesinler, dedi.
Köylüler, ihtiyar efenin bu sözlerine kıs kıs gülüyorlar ve:
-Efe vazgeç bu işten, senin artık böyle şeylere karışacak zamanın geçti, diyorlardı.
Bu nasihatler onu daha çok çileden çıkarttı ve ertesi gün soluğu kasabadaki zaptiye karakolunda aldı. Binbaşıya kararını, ayni azim ve metanetle söyledi. Fakat binbaşı, ihtiyarı şöyle tepeden tırnağa kadar süzdükten sonra acı ve alaycı bir şekilde:
-Bu işler sana kaldıysa vay halimize...dedi.
Binbaşının sözü Şaban Efenin kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Bir müddet köye dönmekle, dağlara çıkmak arasında mütereddid kaldı. Kendini dinledi. Kollarını yokladı, yürüyecek, kımıldayacak hali yoktu. Çaresiz iki büklüm, köye dönmek üzere yola koyuldu.
Bu Devlet-i aliyye öyle bir devlettir ki
İnebahtı felaketinde Osmanlı donanması, Haçlı donanması tarafından pusuya düşürülüp imha edildiği sırada, Uluç Ali Paşa, kendi kumandasındaki birkaç gemiyi kurtarmayı başarmış ve İstanbula gelerek bu faciayı haber vermişti. Bunun üzerine Sultan II. Selim Han onun bu kısmi başarısından dolayı onu Kaptan-ı Deryalığa tayin etti ve adını da Uluç Ali Reisden Kılıç Ali Paşaya çevirdi.
Diğer taraftan Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa, yeniden donanma inşası için, bütün devlet erkanını harekete geçirerek, Osmanlı ülkelerinin bütün imkanlarını seferber etmişti. Çalışmaları büyük bir titizlikle takibediyor, heryere girip çıkıyor ve işlerin aksamasına meydan vermiyordu. Yanına Kaptanı Derya tayin edilen Kılıç Ali Paşayı da alarak çıkıyordu.
Kılıç Ali Paşa bu çalışmaları hayretle takibediyordu. Kendisi leventlikten yetişme olduğu için, bütün hayatı denizlerde geçtiğinden ve İstanbulun ahvalini, devletin kudret ve imkanları hakkında faza bir bilgi sahibi olamadığından, bir gün Sokolluya:
-Tekne icad ve ihdası mümkündür. Velakin bir kış içinde ikiyüz gemiye beş altı yüz lenger ve buna göre âlât ki, palamar ve ip ve her gemiye yelken asla tekmil ve tedarik olunma sına ihtimal yoktur.
Bu sözleri işiten Sokollu Memed Paşa öfkelenerek:
-Paşa, Paşa... sen bu Devlet-i Aliyyeyi henüz tanımamışsın. Bu devlet öyle bir devlettir ki, murad edinirse, cümle donanmanın direklerini altından, lengerlerini gümüşten, iplerini ibrişimden ve yelkenlerini atlastan etmekte güçlük çekmez. Gemilerin mutad olan aletlerini ve yelkenlerini yetiştiremez isem, gel benden al...
Bu söz üzerine hatasını anlayan Kılıç Ali Paşa, Sokollunun elini öptükten sonra:
-Tahkîk bildim ki, bu donanmayı siz tekmil edersiniz...dedi.
Beş buçuk ay sonra...
Osmanlı devletinin muazzam imkanlarıyla, tam İKİYÜZELLİ gemi, bütün teçhizatı, müthiş silahları ve cephanesiyle harbe hazır olarak, Kılıç Ali Paşanın kumandasında, 12 Haziran 1572 Perşembe günü, Hristiyan dünyasının hayretleri altında Akdenize açıldı ve bir asır daha bu suları bir Osmanlı gölü halinde tuttu.
Bu ecel teridir
Sultan II. Abdülhamid Hânın, son gününde, hayatında hiç bir sabah terk etmediği banyo ve duşa girmesi hastalığını ağırlaştırmıştı. Son gününü Müşfika Dördüncü Kadı-Efendi şöyle anlatıyor:
"O gün sabah banyosunu yaptı. Ben çamaşırlarını giydirdim Fakat baktım ki sırtı durmadan terliyor.
-Aman Efendiciğim, çok terliyorsunuz, dedim.
-Kadın-Efendi, bu, ecel teridir, cevabını verdi.
Elbisesini giydi. Kahvesini verdik. Hamamdan sonra kahve içmek itiyâdında idi. Yarım bardak sütlü maden suyu da içti.Oturduğu yerde iki rekat namaz kıldı. Bundan sonra ağırlaşmaya başladı.
Abdülhamid Hân hazretleri, 1 Kasım 1912den vefât günü olan 10 Şubata kadar 5 yıl, 3 ay, 9 gün Beylerbeyi sarayında kalmıştır. Burada en küçük oğlu Şehzâde Mehmed Âbid Efendi ve en sevgili zevcesi Müşfika 4. Kadın-efendi ile yaşamıştır. Tahttan indirildikten 8 yıl, 9 ay, 13 gün sonra 75 yaşını 4 ay, 19 gün geçe burada dâr-ı bekâya irtihâl etmişlerdir.S. Abdülhamid Hânın vefât yılı, aynı zamanda, Birinci Dünya Savaşı fâciasının da son yılıdır.