Fakir bir adam, oltayla balık tutarken, ülkenin padişahı buna yaklaşıp; - Oltana ilk takılan şey ne olursa, sana onun ağırlığınca altın vereceğim, dedi.
Az sonra oltaya, ortası delik bir kemik takıldı.
Hükümdar;
- Şansın bu kadarmış, dedi.
Ve o garibi alıp birlikte saraya döndüler.
Adamlarına:
- Bu balıkçıya, şu kemiğin ağırlığınca altın verin! dedi.
- Başüstüne! dediler.
KEFE HİÇ OYNAMIYORDU
Ve o kemiği alıp, terazinin bir kefesine koydular. Öbür kefeye de altın liralar koymaya başladılar.
Bir, beş, on, yirmi, elli...
Hayret! Kemiğin bulunduğu kefe, yerinden oynamıyordu. Altın koymaya devam ettiler. Kefe doldu taştı, ama kemik tarafı bir milim bile oynamadı yerinden.
Bunda bir sır var dediler.
Ve bir bilge kişiye gidip;
- Bu işin sırrı nedir? diye sordular.
Bilge kişi;
- Bu kemik, açgözlü bir insanın göz çukurudur, dedi. Siz bunu tartmak için bütün hazineyi koysanız yine tartamazsınız.
- Neden?
- Çünkü doymaz. Bunu, ancak bir avuç toprak doyurur.
Hemen koşup, bir avuç toprak getirdiler ve öbür kefeye koydular.
Kefe ânında yukarı kalktı.
EDEB, MÜMİNİN ZİYNETİ
Hindistan evliyasından Muhammed Seyfullah hazretleri, bir sohbetinde;
- Edeb ve hayâ, müslümanın zînetidir, buyurdu. Edebi olmayan, Allahü teâlânın sevgisine kavuşamaz.
- Edeb nedir efendim? dediler.
- Edeb, büyüklerin emrine Peki demektir.
- Yâni söz dinlemek mi efendim?
- Evet. Söz dinlemeyenin, edebli olmasından bahsedilemez.