Serdar Yıldırım
MFC Üyesi
- Konum
- Bursa
-
- Üyelik Tarihi
- 10 Şub 2010
-
- Mesajlar
- 87
-
- MFC Puanı
- 422
ATATÜRK'ÜN İLKOKUL ANILARI: MUSTAFA OKULA BAŞLIYOR
Mustafa okula başlayacaktı. Babası Ali Rıza Bey oğlunun laik eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na gitmesini istiyordu. Annesi Zübeyde Hanım ise, mahalle mektebine gitmesini arzu ediyordu. Bu konu etrafında fikir çatışmaları sürüp gidiyordu:
Zübeyde Hanım: “ Ne var yani Şemsi Efendi İlkokulu’nda? Ne öğrenecek orada? Hem orası uzak. Mahalle mektebi şuracıkta. Oraya gitsin istiyorum. “
Ali Rıza Bey: “ Hanım, okulun yakınlığı, uzaklığı önemli değil. Önemli olan, eğitimin iyi olması. Öğretmenlerin iyi eğitim vermesi. “
Zübeyde Hanım: “ Tamam işte. Mahalle mektebindeki hoca çok iyi eğitimciymiş. Mahalle mektebinde okuyanlar hep iyi eğitim almışlardır. Ben de mahalle mektebinden mezun oldum, orada okudum. Bilgide kimden aşağı kaldım, söyler misin bey? “
Ali Rıza Bey: “ Kimseden aşağı kalmadın, Zübeyde. Ben her zaman senin bilgili olmanla övünmüşümdür ama Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’na gidecek. “
Ali Rıza Bey yine de, Zübeyde Hanım’ın hatırını kırmamak için, oğlu Mustafa’yı birkaç günlüğüne mahalle mektebine gönderdi.
Daha sonra bir bahaneyle Mustafa’yı mahalle mektebinden alarak Şemsi Efendi İlkokulu’na yazdırdı. Bu durum Mustafa’nın da hoşuna gitmişti, çünkü mahalle mektebinin dersleri O’na ağır gelmişti. Ağır gelmesi derslerin zorluğundan değil, konuların ağır yani yavaş işlemesindendi. Mustafa, hocanın birinci derste anlattığı konuyu hemen kavrıyor, ikinci derste yeni bir konuya geçmesini bekliyordu ama hoca sadece birinci derste değil, bütün bir gün aynı konuyu anlatıyordu. Bu durum Mustafa gibi yaşı küçük aklı büyük, yaşına göre, dünyada eşine ender rastlanacak üstün zekâlı bir çocuk için, sıkıcı bir durumdu. Kimse benden koşmam gereken bir durumda yürümemi beklemesin, diyordu.
Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulu’nda kısa zamanda tanındı ve sevildi. Hele sınıf öğretmeni Mustafa diyordu da başka bir şey demiyordu. Öğretmenler odasında devamlı olarak bu başarılı öğrencisini anlatıyor, O’nu övüyordu: “ Arkadaşlar, az önceki matematik dersinde sınıfa çok zor bir problem sordum. Kimse duymasın, soruyu üçüncü sınıfların ders kitabından almıştım. Sınıfta kimsenin problemi çözemeyeceğinden emindim. Problemi önce yüksek sesle okudum, daha sonra tahtaya yazdım. Öğrencilerin çoğu soruyu okumakla meşguldü. Oysa çalışkan öğrenciler defterlerine çözüm işine girişmişlerdi. Problemi doğru çözdüğünü söyleyen altı öğrenciden beşinin bulduğu sonuç yanlıştı. Sadece Mustafa doğru sonuca ulaşmıştı. Siz olsanız böyle bir öğrencinizi alnından öpmez misiniz? Gelecekte Türk Milleti bu çocuktan çok şey bekleyecektir. “
Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994
---------------------------------------------------------------------
ALTIN SAÇLI, DENİZ GÖZLÜ ÇOCUK
Mustafa, Şemsi Efendi Okulu son sınıfa giderken, bir gün sınıf öğretmeni, bugün okula bir müfettişin geleceğini, ona karşı saygılı olmalarını, soracağı sorulara doğru cevap vermelerini söyledi. Eğer bilmiyorlarsa kesinlikle parmak kaldırmamalarını ihtar etti. İlk dersten sonraki teneffüste öğrenciler arasında konuşulan tek konu müfettişin sınıfta ne gibi bir soru sorabileceğiydi. Müfettişin sorduğu bir sorunun bile bilinememesi, kötü bir intiba bırakırdı. Bu durumda Mustafa, çalışkan öğrenciler arasında ön plana çıkıyor ve arkadaşlarına müfettişin sorduğu en zor soruyu bile doğru cevaplandıracağı sözünü veriyordu.
İkinci ders, ikinci teneffüs derken, üçüncü dersin ortalarına doğru kapı çalındı ve müfettiş sınıfa girdi. Müfettiş, öğretmenle bir süre konuştuktan sonra sınıfa dönerek ilk soruyu sordu: Osmanlı Devleti, Avrupa'yı fethetmek istedi ama neden başarılı olamadı? Belki bu soru öğrenciler için, biraz ağır bir soruydu ama ağırlıkların kaldırılıp kaldırılamayacağı yani sorunun cevaplandırılıp cevaplandırılamayacağı da böyle bir soru sorulmadan bilinemezdi. Bu soru için, sınıfın en çalışkan dört öğrencisi parmak kaldırdı. Bunların arasında Mustafa da vardı. Aslında müfettiş sınıfa girip öğretmenle konuşurken, orta sıralarda oturan sarı saçlı, mavi gözlü ve o mavi gözlerinden zeka fışkıran öğrenciyi hemen fark etmişti. Müfettiş, nedense bu sarışın öğrenciye parmak kaldırmasına rağmen, söz hakkı vermemiş, parmak kaldıran başka bir öğrenciden sorduğu sorunun cevabını istemişti. O öğrenci de, müfettişin beklediği bir şablon içinde soruyu cevaplamıştı.
İkinci soru, ilk sorudan çok daha zor olmalıydı. Bir devlet çıksa, diyelim ki, bu Osmanlı Devleti olsun, dünyaya hakim olsa, bu durum ebediyete kadar devam eder mi? Mustafa olaya bu paralelde dik bir çizgi çekmek ihtiyacını hissetmişti. Birbirine paralel giden iki doğru bu dik çizgiyle kesişmeliydi. Mustafa'nın parmak kaldırıp söz isteyerek soruya verdiği cevap şu oldu: " Hayır, etmez. Bırak ebediyeti elli yıl bile devam etmez. Her ne için olursa olsun, başka milletleri boyunduruk altına almak, onları köle durumuna düşürmenin adı emperyalizmdir. Her millet kendi sınırları içinde özgür ve bağımsız yaşamalıdır. Yaşasın özgürlük, yaşasın bağımsızlık!.."
Mustafa'nın büyük bir coşku içinde söylediği bu sözler üzerine müfettiş, bir süre öğretmenle konuştuktan sonra, Mustafa'nın yanına giderek, O'nu alnından öptü: " Yaşa Mustafa! Türk Milleti, senin gibi son derece bilgili, kültürlü ve düşüncesini korkmadan söyleyebilen, çağdaş yeni nesil gençlere emanet edilecektir. Sen Türk Milli Eğitimi'nin gururusun. "
Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994
--------------------------------------------------------------
ATATÜRK'ÜN İLKOKUL ANISI: PİYADECİLİK OYUNU
Günlerden bir gün komşumuz Binbaşı Kadri Bey’in oğlu Ahmet izinli gelmişti. Temiz üniforması, anlamlı bakışlarıyla hayranlık duyulacak bir askeri ortaokul öğrencisiydi. Bir an kendimi o üniformanın içinde hissettim. O birkaç gün içinde komşular Ahmet’i görmeye gitti. Biz de annem Zübeyde Hanım ve kız kardeşlerim Makbule ve Naciye ile birlikte Ahmetlerin evine gittik. Ahmet askeri üniformasıyla evin salonunda, misafirlerin yanında sol eli cebinde biçimlice yürüyordu. Asalet ve saadetin ulaştığı en yüksek nokta buydu.
Daha sonra bir gün Ahmet, beni ve komşu çocuklarını bir araya topladı ve şöyle dedi:“ Gelin bakalım arkadaşlar, şimdi sizlerle piyadecilik oyunu oynayacağız. Şu gördüğünüz tepeyi, Türk çocukları savunacak. Rum çocukları ise, ben başla dediğimde tepeye çıkarak onları aşağı çekmeye çalışacak. Oyunun sonunda, hangi grup tepeyi ele geçirirse o grup kazanmış sayılacak. “
Komşumuzun oğlu Ahmet’in başla demesiyle Rum çocukları ileri atıldılar ve tepeye tırmanmaya başladılar. Takımlar beşer kişiydiler ve ilk tepeye tırmanan Rum çocuğu bir arkadaşımı kolundan tutup aşağı çekti. Rum çocukları çok hırslıydı ve paçasından yakalanan bir arkadaşım daha aşağı çekildi. Aşağı çekilen iki arkadaşımın yukarı çıkma şansı yüzde bir bile değildi. Şimdi tepeyi savunan üç Türk çocuğu kalmıştık. Beş Rum çocuğu tepenin üstüne çıktı ve etrafımızı sardı. Yeniliyorduk.
Bir Türk çocuğu, beş Rum çocuğuna bedeldir, dedim. Onlar bana değil, ben onlara saldırdım. Tepeyi Rum çocuklarına bırakmamaya kararlıydım. Benim kazanma isteğimi gören arkadaşlar da ileri atıldılar. Sonunda tepenin üstünde iki Türk çocuğuyla yalnız kalmıştım. Rum çocuklar, yenilgiyi kabul etmişler ve üstleri toz toprak içinde aşağıdan bakıyorlardı. Biz kazanmıştık.
Mustafa daha sonra gizlice sınava girdi ve Selanik Askeri Rüşdiye’sine kaydını yaptırdı. Mustafa özellikle sınavın yetenek bölümündeki piyadecilik oyununda demir gibi bileği, çelik gibi yüreğiyle komutanların dikkatini çekti.
Kuvvet, kudret, hareket, kabiliyet hepsi Mustafa’da vardı. Gelmedi, dedi komutanlar, bu askeri rüşdiyeye böyle bir öğrenci daha gelmedi. Gelemez, dedi bir başka komutan, dünya durdukça hiçbir askeri rüşdiyeye böylesine bir öğrenci gelemez.
----------------------------------------------------------
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ELBİSE KAVGASI
Çocukluğumda yaşadığım anılardan biri de Makbule ile Naciye arasındaki elbise kavgasıdır. Komşu kızın üstünde yeni elbiseyi gören Makbule ile Naciye, anneme, biz de yeni elbise isteriz, dediler.
Annem: " Tabi olur, benim güzel çocuklarım. Ölçünüzü alır, size yeni birer elbise dikerim. Şunun şurasında bayrama ne kaldı? Bayram günü de yeni elbiselerinizle gezersiniz. "
Birkaç günde elbiseler hazırdı. Makbule ile Naciye yeni elbiseleriyle kıvanarak gezdiler. Bir hafta sonra kız kardeşlerim eski elbiselerine dönüş yaptılar. Annem de yeni elbiseleri yıkayıp, ütüledi ve elbise dolabına astı.
Aradan zaman geçti ve arefe gününden bir gün önce evde bir gürültüdür koptu. Naciye bayramlık elbisesini giymek istemiş, üstüne olmamış, dar gelmiş ve bir yaş büyük ablası Makbule'nin elbisesini giymiş. Bunun gören Makbule Naciye'den elbisesini çıkarmasını isteyip sesini yükseltmiş.
Araya giren annem Naciye'ye neden ablasının elbisesini giydiğini sordu. Bunun üzerine Naciye: " Ama anne, benim elbisem üstüme olmadı, çok dar geldi. Bir de ablamın elbisesini deneyeyim dedim. Tam geldi. Bayramda ben bunu giyeyim ha, ne dersin? " Annem daha sonra elbiseyi Makbule'ye giydirmeye çalıştı ama dar geldi.
Annem: " Tabi dar gelir. Siz büyüme çağındasınız. İki ay önce diktiğim elbisenin şimdi dar geleceğini düşünemedim. O zaman bayramda Naciye bu elbiseyi giyer, ben Makbule'ye iki gün içinde yeni elbise dikerim. "
Annem aynen öyle yaptı. İki günde elbiseyi dikti ve Makbule bayramda bu elbiseyi giydi. Beni sorarsanız annemden rica etmiştim ve beni kırmadı. Bana bayramlık alınmadı. Babamın yokluğunda zaten kıt kanaat geçiniyorduk. Annemi zor durumda bırakmak istemedim.
Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 21-22
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 16-17
------------------------------------------------------------
BALIKLARI SUYA ATTIM
Bir gün Makbule ile Naciye'yi yanıma alarak çiftliğin yakınındaki gölette balık tutmaya gittim. Ben oltayla balık yakaladıkça Naciye ağladı, yalvardı, balıkları suya atmamı istedi. Naciye ağlamasın diye, balıkları suya attım ve erkenden çiftliğe döndük. Zaten hastaydı, hastalığının ilerlemesinden korkuyordum. Çiftlikte elimdeki kovanın boş olduğunu gören dayım bana şöyle dedi:
" Vay Mustafa , bakıyorum göletteki bütün balıkları yakalamışsın. Bu kadar balık bize çok, yarısını köye verelim. Hani balıklar, oltana yakalanmak için, atılırlardı. Hani avladığın balıkları şanslı sayardın. Giderken bir kova daha istiyordun. Sen önce bu kovayı doldur da sonra ikinci kovayı iste. "
Dayım konuşmasına devam edecekti fakat Makbule araya girdi:
" Mustafa abim, yakaladığı balıkları suya atmasaydı iki kova dolardı. "
Bunun üzerine dayım: " Nee, abin yakaladığı balıkları suya mı attı? Ama neden? " diye sordu.
Makbule bu soruya şöyle cevap verdi: " Çünkü Naciye balıklara acıdı ve her balık yakalandıktan sonra ağladı. "
Naciye: " Ben ağladım diye abim bir dolu balığı suya attı. " dedi.
Dayım: " Affet beni Mustafa.. Durup dururken haksız yere sana laf söyledim. Senin boşa konuşmayacağını anlamalıydım. Yarın ikimiz gideriz balık tutmaya. Yanımıza dört kova alırız. " dedi.
Dayım konuşmasını bitirince bir an Naciye ile göz göze geldik. Kardeşim yalvaran bakışlarla bana bakıyordu.
Ertesi gün sabah kahvaltısından sonra dayım çiftlikte beni çok aradı. Bulamazdı tabi ki çünkü samanlığa saklanmıştım. Dayım, Mustafa, Mustafa, neredesin? diye bağırdıkça yanımdaki Makbule ile Naciye kıkır kıkır güldüler.
Benim Adım Atatürk - Puslu Yayıncılık - Sayfa: 21-23
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK-Doğan Egmont - Sayfa: 21-22
-------------------------------------------------------------
KARANLIKTAN KORKMAM
On beş yaşlarındaydım. Manastır Askeri İdadisi'ne gidiyordum. (O zamanın lisesi) Yaz tatilinde dayımın çiftliğine gitmiştik. Komşunun oğlu Enver'le çok iyi arkadaştık. Ara sıra birlikte gezerdik. Bir gün Enver, bizim bağa gidip üzüm yiyelim, dedi. Ben de olur dedim. Annelerimizden izin alıp yola çıktık. Sağda solda fazla eğlendiğimiz için, karanlığa kaldık.
Enver: "İstersen dönelim. Sen şehir çocuğu olduğun için, karanlıktan korkarsın. Böyle durumlara alışık değilsin" dedi.
Ben karanlıktan korkmadığımı söyledim. Yola devam edelim dedim. Tarla kenarı, patika yol, ağaçlık alan derken, karanlık iyice çöktü. Yanımdaki Enver'i zor seçer oldum. Bir saat önce dağların kartalıyım diyen Enver, gel Mustafa dönelim, az kalmıştı ya, yarın gündüz geliriz, demeye başladı. Neyse ki sonunda bağa vardık ve birer salkım üzüm kopardık. Üzüm yiyerek çiftliğe döndük.
Öğretmenim Atatürk - Bilgi Yayınevi - Sayfa: 47
İLK ANDA CANIM SIKILMIŞTI
Bakla tarlasında yalnız başıma bekçilik yaptığım günlerden birinde öğle vakti kulübenin önündeki çardak altında uyuya kalmışım. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum, annemin sesine uyandım.
Annem: ” Dayısı şuna bak, Mustafa uyuya kalmış. Makbule dün pınardan soğuk su içince hastalandı ya, Mustafa bütün gece başında bekledi. Ondan uykusunu alamadı. Neyse ki Makbule’ye ballı ıhlamur içirdim de iyileşti ” dedi.
Dayım: ” Bırak canım uyusun. Benim en sevdiğim şeydir burada uyumak. Bu öğle sıcağında karga falan uğramaz. Bir yatsam iki saatten önce top atsan uyanmam ” dedi.
Bu konuşmaları duyunca ayağa fırladım. Uykuda yakalandım diye ilk anda canım sıkılmıştı ama Makbule’nin iyileştiğini duyunca rahatladım.
Bir Öğretmenin Kaleminden ATATÜRK - Doğan Egmont - Sayfa: 18
NACİYE KAYBOLDU
Dayımın bakla tarlasına Makbule ile giderdik. Bir gün Naciye de bizimle gelmek istedi. İlk defa benden bir şey istediği için olmaz diyemedim. Annemden izin çıkınca o gün üç kardeş tarlaya gittik. Naciye eline bir sopa aldı ve kargaların ardından koşturdu durdu. Bir ara Makbule ile uzun süren bir konuşmamız oldu.
Tarlanın ortasındaki kulübenin önüne oturduk ve yemeğe başlayacaktık ki, Naciye’nin yanımızda olmadığını fark ettik. Sağa baktık, sola baktık, Naciye neredesin diye bağırdık, Naciye yok. Neden sonra Naciye çıkageldi. Meğer karga peşinde koşarken çok yorulan Naciye kulübeye girmiş ve döşeğe yatıp uyumuş. Naciye’nin ortaya çıkmasıyla birlikte rahatladık ve yemeklerimizi yedik.
BAHÇEDEKİ KUYU
Ben yedi yaşındayken, babamı kısa süren bir hastalığın ardından kaybettik. O tarihlerde kadınlar bir işte çalışamadıkları için maddi sıkıntı içine düşmüştük. Onun için evimizin yanında bulunan küçük bir eve taşındık. Ertesi gün yeni evin bahçesine teftişe çıktım. Otların arasından yürüdüm. Sağda solda dut, erik, armut ağaçları vardı. Armut ağacının ilerisinde bir kuyu olduğunu gördüm. Kuyunun yanına sokulduğumda hayretler içerisinde kaldım. Yer seviyesinde olan kuyunun üstü açıktı. Annemi durumdan haberdar ettim. Annem komşumuz Ali Usta'yı çağırdı. Ali Usta kuyunun üstüne tahtadan bir kapak yaptı. Kilidi taktı. Anahtarı anneme verdi. Böylece kötü bir olay yaşanmadan kuyunun üstü kapatılmış oldu.
BENİ KOMUTAN SEÇERLERDİ
Yeni evimiz küçüktü ama bahçesi büyüktü. Bu bahçede komşu çocuklarıyla askercilik oynardık. Askercilik oynarken, beni komutan seçerlerdi. Ben de karşımda hazır ola geçmiş arkadaşlara çeşitli görevler verirdim. Onlar da, emredersin komutanım deyip koşarak uzaklaşırlardı. Üç beş dakika sonra geri gelerek görevi tamamladıklarını söylerlerdi. Daha sonra onları sıraya sokar, uygun adım yürütürdüm.
Bir gün bize tahtadan tüfekler hazırlayan marangoz Celal Amca oyunumuzu seyretmiş ve anneme: " Zübeyde Hanım, Mustafa'yı askeri okula göndermelisiniz. Kendisi iyi bir komutan adayıdır. " demiş.
---------------------------------------------------------------------------------------------------
ATATÜRK'ÜN ÇOCUKLUK ANISI: ARKADAŞIM YUSUF KEMAL
Langaza'daki dayımın çiftliğinde her gün bir başka olayla karşılaşır ve değişik arkadaşlarla tanışırdım. Yarıcıların çocukları çiftliğe gelirdi. Onlara karpuz dilimleyip, ikram ederdim. Aralarında orta yere çıkıp güreşenler olurdu. Bu güreşlerde ben pek çok defa hakemlik yaptım. Bir defasında güreşen bir çocuğun babası yanıma sokuldu ve şu benim oğlanı galip getir, al bu parayı harca, dedi. Ben, kusura bakma dayı, senin paran bende geçmez, deyince adam yanımdan uzaklaştı.
Sonraki günlerde çiftliğe Yusuf Kemal adında bir çocuk geldi. Ben yaşta, ben boyda ve sarışındı. Yusuf Kemal'le arkadaşlığı bir ilerlettik. Bir defasında hiç unutmam bir güreşi idare ederken, düdüğü ona vermiş ve hakemlik yapmasını istemiştim. Pek güzel hakemlik yapmış ve güreşi iyi sonlandırmıştı.
Bir konuşmamızda, senin adın Yusuf ama Kemal'i var. Benim adım Mustafa, Kemal'i niye yok, demiştim. Bunun üzerine Yusuf Kemal, üzüldüğün şeye bak. Sana Mustafa Kemal diyelim, olsun bitsin, demişti. Sonra aradan aylar geçti. Selanik Askeri Rüşdiyesi'nde ( Ortaokul ) okurken, bir arkadaşa Yusuf Kemal'den bahsetmiş ve Yusuf'un üç veya dört defa bana Mustafa Kemal diye hitap ettiğini nakletmiştim. Bu durum matematik öğretmenimiz Yüzbaşı Mustafa Efendi'nin kulağına gitmiş. Matematiğe büyük ilgim nedeniyle, matematik öğretmenimiz, “Oğlum, senin de adın Mustafa benim de. Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” diyerek bana Kemal adını verdi.
Atatürk'ün Çocukluğu - Ezgi Yayınları - Yayın Yılı: Aralık 1994