ATATÜRK'ün iktisat kongresi konuşması
''Bir milletin doğrudan, doğruya hayatıyla alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır''
Efendiler;
Aziz Türkiye'mizin iktisâdi tealisi eshabını aramak ve bulmak gibi vatani, hayatî ve millî bir gaye-i mukaddese için bugün burada toplanmış olan sizlerin, muhterem halk mümessillerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarım.
Efendiler;
Uzun gafletlerle ve derin lakaydî ile geçen asırların bünye-i iktisadımızda açtığı yaraları tedavi etmek ve çarelerini aramak, memleketi mamuriyette, milleti refahiyet ve saadete isal yollarını bulmak için vukubulacak mesainizin muvaffakiyetle neticelenmesini temenni eylerim.
Arkadaşlar;
Sizler doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntehip olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğiniz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telâkki olunur. Ve bunun içiren büyük isabetlere malik olur. Çünkü halkın, sesi, Hakkın sesidir.
Efediler;
Tarih, milletimizin itilâ ve inhitatı esbabını ararken birçok siyasî, askerî, içtimaî sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok bütün bu sebepler hadisat-ı içtimaiyede müeesildirler. Bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübenin teksif ettiğt>
Efendiler;
Tarihimizi dolduran zaferler, yahut izmihlâllerin kâffesi ahval-i iktisadiyemizle münasebettar ve alakadardır. Yeni Türkiye'mizi lâyık olduğu mertebe-i resanete isâl edebilmek için behemahal İktisadiyatımıza birinci derecede ve en çok ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Zamanımız tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey değildir.
Bir milletin eshab-ı hayatiyesini, refahiyet ve saadetini teşkil eden iktisadiyatla iştigal etmemesi, edememesi nazar-ı dikkati calip bir keyfiyettir. İtirafa mecburuz ki, iktisâdiyatımıza lüzumu kadar ehemmiyet verememiş bulunuyoruz. Bir milletin esbab-ı hayatiyesiyle iştigal etmemesi veya ödememesi, o milletin yaşadığı edvar ile ve edvarı tesbit eden tarih ile çok alâkadardır. Bunun esbabını geçirdiğimiz edvarde, bilhassa tarihimizde arayabiliriz. Şimdiye kadar hakikî manasıyle millî bir devir yaşamadık. Binaenaleyh miİlî bir tarihe malik olamadık. Bu noktayı biraz izah edebilmiş olmak için hep beraber Osmanlı tarihini hatırlayalım: Oşmanlı tarihinde, bütün gayretler, bütün mesai milletin arzusu amili ve ihtiyacat-ı hakikiyesi nokta-i nazarından değil, şunun bunun âmâlini, ihtirasını tatmin nokta-i nazarından vukubulmuştur. Meselâ Fatih İstabul'u zaptettikten sonra, yani Selçuki Saltanatı ile Şarki Roma İmparatorluğu'na tevarüs eyledikten sonra Gârbi Roma İmparatorluğu'na da konmak istedi. Bunun için de bütün milleti bu hedefe doğru sevketti. Meselâ, Yavuz Selim, Fatih'in açtığı garp cephesini tesbit ile berabet Asya İmparatorluğu'nu birleştirerek bütün bir İslâm İttihadı meydana getirmek istedi. Kanun Süleyman, her iki cepheyi tevsi etmek, bütün Bahr-i Sefid'i bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı.
Arkadaşlar;
Bütün bu ef'al ve hareket tetkik olunursa görülür ki; bu kudretli ve ezametli padişahlar, siyaset-i hariciyelerini, emellerini arzuları ve ihtiraslarına istinat ettirmişler ve teşkilât ve siyaset-i dahiliyelerini, bu mevlud ihtirasat olan siyaset-i hericiyelerine göre, tanzim mecburiyetinde kalmışlardır. Aksi takdirde felaket ve hüsran muhakkaktır.
Filhakika Osmanlı hakanları aslolan bu noktayı unuttular. Bütün ef'al ve harekâtlarını hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. Teşkilât-ı dahiliyeyi siyaset-i hariciyeye uydurmak mecburiyeti hâsıl olunca, zeptettikleri mahallelerdeki anasırı, olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde kaldıktan başka, onlara istisnalar, imtiyazlar bahşettiler.
Diğer taraftan unsur-u asliyi uzun seferler de, fütühat meydanlarında dolaştırttılar ve bu suretle unsur-u asli kendi evinde, kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini istihsal için çalışmâktan mahrum bir halde bulunuyordu. Bu tacidârlar, milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar, belki fütuhat dairesi dahiline giren halkı memnun etmek, ecnebileri memnun etmek için, unsur-u aslinin hukukundan, menaib-i iktlsadiyesinden birçok şeyleri atiyye olarak onlara bahşediyorlardı.
Mesela Fatih zamanında Cenevizlilere verilen imtiyazlar bu kabiledendir. Nitekim bu imtiyazlarla açılan yol bilahare kendisinden sonra tevessü etmiş bulunuyordu. Ve bu imtiyazat , devletin en kuvvetli zamanında vukubuluyordu ve bunlar, mahzâ ihsan-ı şâhane olmak üzere vukubuluyordu.
Kanuni zamanında Venediklilerle bir ticaret muâhedesi yapılmak istenmişti. Padişah bunu şerefine mugayir buldu. Zira ona, göre muahede, müsavi devletler arasında yapılabilirdi. Halbuki o zaman Venedikliler bir bende makamında idiler. Öyle olmakla beraber ona müsadatta bulunurdu. İşte bu musaade kelimesi bilâhare (Kapitülasyon) kelimesi ile tercüme edilmişti. Bu, arz-ı teslimiyete mecbur olanlar ve bir kal'a içinde mahsur olanlar arasında kutlanılan bir kelimedir. Millet, evi ile ve esbab-ı hayatiyesiyle iştigalden memnun olarak diyar diyar dolaştırıyorken, bu diyarlar halkı birçok imtiyazlara malik olacak çalışıyor, yani Fatihler unsur-u asliyi peşine takarak kılınçla fütuhat yapanlar, zaptolunan mematik ahalisi kazandıkları imtiyazlarla, muhtariyetlerle sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler, kılınçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki etmeye mahkumdur. Bu bir hakikattır ki, tarihin her devrinde aynen vakidir. Mesela Fransızlar Kanada'da , kılınç sallarken, oraya İngiliz çiftçisi girmişti. Bir müddet kılınçla saban yekdiğeriyle mücadele etti ve nihayet saban galebe çalarak ingilizler Kanada'ya sahip oldular.
Efendiler;
Kılınç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve hergün daha çok sahip olur.
Efendiler;
Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber sabanının önünde malup olup ric'ate baştadıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Atiyye-i şahane olarak ,ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket dahilindeki gayrimüslimlere verilen her şey hukuk-u müktesebe telakki olundu. Fakat ecnebiler bununla iktifa etmediler; her gün bunu tevsi için çareler aradılar ve buldular.
Anasır-ı dahiliye, muhafazaya muktedir oldukları imtiyazata istinaden ve hâricin terbiyat ve müzaheretine sığınarak siyasi bir mevcudiyet iktisbı için çalışmaktan geri durmalıdır. Ecnebiler bir taraftan anasırı dahiliyeyi teşvik, diğer taraftan müdahale ile devlet, millet aleyhine yeni imtiyazlar alıyorlârdı. Bu tezyikat-ı mütemadiye altında zaten fena düşmüş olan ana yurdu ve unsur-u asli, devlete verebilecek parayı güç tedarik ediyortardı. Fakat tacidarlar, saraylar, Babı Aliler debdebeyi idame için paraya muhtaç idiler. Bunun için, bunu temin çarelerine tevessül etmiştiler. O çareler de harici istikrazlar akdi oluyordu.
Fakat istikraz şerlatini o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet bir gün devletler Osmanlı Devleti'nin iflâsına karar verdiler ve Düyün-u Umumiye belâsını başımıza çöktürdüler.
Efendiler;
Milletin düçar olduğu bu hazin hâl ve bu sefaletin esbabını arayacak olursak doğrudan doğruya devlet mefhumundan buluruz.
Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti Saltanat-ı şahsiye ve en son beş on sene zarfında da saltanat-ı meşruta esasına müsteniden idare-i hükümet ediyordu. Saltanat-ı şahsiyede her hususta yalnız tacidrâların arzu, emel ve iradeleri hâkimdir.
Milletlerin arzu, emel, irade ve ihtiyaçları mevzu-u bahis olmaktan uzaktır. Millet âmel ve iradesinden tecerrüt etmiştir. Tacidârlar kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet-i ilâhiye farzederler. Etrafını alan menfaatperestan, padişahın zihniyet ve arzusunu bir lâzime-i semaviye, bir lâzime-i Kur'aniye gibi herkese telkin ederler. Bu telâkkiyat karşısında bir gün bütün halk bu arzu ve iradelerin bilâ mukame iradat-ı semaviye olduğuna kani olur. Bundan tecerrüde rıza gösteren bir milletin akibeti felâket, müsibettir.
Arkadaşlar;
Son tavsif ettiğim noktada artık Osmanlı Devleti hakikatte ve fiilen mahrum-u istiklâl bir hâle getirmişti. Bir devlet ki tebaasınâ koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz, bir devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi ve saire tanzimi hakkından menedilir, bir devlet ki ecnebiler üzerinde hak-ı kazasını tatbikten mahrumdur. O devlete müstakil denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahâlat bundan fazladır. Milletin ihtiyacat-ı iktisadiyesinden olan meselâ şimendüfer inşası, mesela fabrika yapmak için devlet serbest değildi. Böyle bir şeye teşebbüs olunursa behemehâl müdahale olurdu. Hayatını teminden âciz olan bir, devlet müstakil olabilir mi?
Osmanlı ülkesi, ecnebilerin müstamlekesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, Türk milleti esir vaziyetine getirilmişti. Bu netice, arzettiğim gibi milletin kendi irade ve hakimiyetine malik bulunamamasından, şunun bunun elinde istimal edilmesinden neş'et etmişti.
O halde diyebiliriz ki, milli bir devir yaşamıyorduk. Millî tarihe malik bulunmuyorduk. Osmanlı tarihi padişahların, hakanların, zümrelerin dasitânı mahiyetinde idi. Mazinin tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.
Arkadaşlar;
Milletin hâkimiyetine sahip olamaması yüzünden dahil olduğumuz Harb-i Umumiyeden ve bu Harb-i Umumiyede kıymetli evlatlarımızdan mürekkep kahraman ordularımızın Galiçya, Roman, Makedonya, Kafkas şahikaları Türk-i Sina çöllerinde düçar olduğu zahmetleri hatırlatacak kadar çok zaman geçmedi ve en nihayet bu Harb-i Umuminin şeametli neticesi de malumdur. Bilhassa Mondros Mütarekesiyle açılan devrin manzarasını bir an düşünmek isteyecek olursanız baştan aşağı kadar bir manzara-i inhilalden başka bir şey olmadığını anlarsınız. Devletler, her türlü hukuk-u insaniyeden tecerrüd ederek memleketimizin en kıymetli ve en feyzibâr yerlerini çiğnediler. İzmir, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Adana, Trakya, İstanbul ve saire gibi en âziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu tarz-ı hareketten daha elîm bir nokta varsa o da bir memleketin asırlarca bağında bulunan insanların dahi düşman saflarına geçmiş bulunmasıdır.
Arkadaşlar;
Biliyorsunuz ki, bu dahili düşmanlar, harici düşmanların yapmaya muktedir olamayacağı yeni ve feci ef'al ve harekâtı irtikâpta tereddüt göstermemişlerdir.
Harici düşman kuvvetleri saydığımız aziz vatan topraklarında bulunurken, padişah iradelerive neşrettirdiği fetvaları ile Hilafet orduları ile bu masum millet şurada, burada izlâl ve iğfal olunuyordu. Ve kendi mevcudiyetine karşı, farkına varamayarak; silah istimal ediyordu ve nihayet hep bildiğimiz veçhile Osmanlı Devleti tamamen münkariz olmuştur.
Fakat düşmanlarımız ayrıı zamanda Osmanlı Devletiyle berabar Türk Milleti'nin de mahvolduğunu zannetti. İşte bunda çok aldanıyordu. Osmanlı Devleti gibi çok devletler kurmuş olan Türk milleti mahvolamazdı. Ve mahvolmamıştı. Bilakis hayatına vurulan darbelerden harici ve dahili düşmanların acı darbelerinden birden bire bütün teyakkuzlarını, bütün intibahlarını takındı; hayatını, şerefini kurtarmak için kemal-i şerefle başını kaldırdı. Ve müttehiden ve müsteniden ortaya atıldı.
İşte milletimiz o dakikadan itibaren milli bir devre girdi; bir halk devresinin mebde'ini kurdu. Millet bu mebde'den işe başladığı gün, kendisine hedef olan yolların ne kadar kesif zulmetler içinde bulunduğunu hatırlarız. Bu hal milleti ye'se düşürmedi. Kemâl-i azim ile hedefine hatvelerini attı.
Efendiler;
Milletimiz hâlas-ı kat'i ve hakikiye mazhar olabilmek için ilk umdeye istinâdın şart olduğunu anladı. Onlardan birincisi: Misak-ı Millinin ifade ettiği ruh ve mânâ.
İkincisi: Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun tesbit ettiği gayri kabil-i tebeddül hakayık.
Misak-ı Milli; miltetin istiklâl-i tâmmını temin eden ve bunun için iktisadiyatında inkişafına mani olan bütün sebepleri bir daha avdet etmemek üzere lağveden bir düsturdur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Osmanlı İmparatorluğu'nun, devletin tarihe münkalip olduğunun idrak eden, onun yerine yeni Türkiye Devleti'nin kaim olduğunu ilan eden bir kanundur.
Bu devletin hayatında bilâkayd-ü şart hâkimiyetin milletin uhdesinde kalacağını ifade eden kanundur. Bu kanun, hâkimiyetin milletin uhdesinde kalabilmesi için halkın bizzat kendini idaresini şart kılan bir kanundur.
Artık Türkiye halkı için yegâne mümessil Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetidir, diyen bir kanundur. Babı Ali yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetini koyan bir kanundur.
Efendiler;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetinin milletten aldığı veçhile İstiklal-ı tam, hakimiyet-i milliye umdelerine istinaden milleti zengin, memleketi mamur etmekten ibarettir.
Efendiler;
Bu umde icabı bütün cihan bilmelidir ki, artık Türkiye halkı; hakimiyetini hiçbir şahıs ve makama veremez. Hakimiyet demek şeref demek, rıamus demek, haysiyet demektir. Bir milletin bu evsaf-I medeniye ve insaniyesinin terkini talep etmek onu insanlıktan çıkarmak demektir.
Efendiler; Milletimizin bu iki esasa istinad eder. Çalışmaya başladığı günden bugüne kadar geçen zaman çok değil, üçbuçuk dört seneden ibarettir, fakat milletimizin kazandığı muvaffakiyet ve muzafferiyat bu senelere sığamayacak kadar çoktur, taşkındır, yüksektir ve kuvvetlidir.
Hakikaten irade-i seniyeler; Hilafet orduları ve teşrifat ile olan isyanların kaffesi bastırılmıştır. Ve tüfeksiz, topsuz, parasız bulunduğu bir zamanda yeniden dünyanın en lkudretli, en azametli ordusunu teşkile kudretyap olmuştur. Orada daha hâl-i teşekkülde iken Birinci, ikinci İnönü, Sakarya zeferlerini ihraz etmiş ve cihanı hayretlerde bırakan en son muzafferiyeti de kemâl-i şiddet ve sür'atle ihraz ederek düşman ordularını bire kadar mahvetmiştir. İstiklâl-i tâm için şu düstur var: Hakimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes, azametli hedefler kâğıt üzerindeki düsturlarla, arzu ve hırslarla husül bulamaz. Bunların tahakkuk-u tâmmını temin için yegane kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır, siyaset ve askerî muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilemezse semere-i netice payidar olamaz. En kuvvetli ve parlak zaferimizi de tetviç eden semere-i nafiayı temin için hâkimiyet-i iktisadiyemizin temin ve tarsini lâzımdır. Bu kadar feyzli, bu kadar kudretli olan yeni hükümetimizin düşmânsız kalacağını farzetmek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak münhedim etmeye çalışacak ve süikasde teşebbüs edecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı silahımız, İktisadiyatımızdaki kuvvet, resânet ve muvaffekiyetimiz olacaktır.
Efendiler;
Dahil olduğumuz halk devrinin, milli devrin milli tarihini de yazabilmek için kalemler, sapanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri mefhumu ile ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki memleketimiz mamur milletimiz, müreffeh ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi hatırlayınız; o da: ''El-kanâatü kenzün la-yüfna''dır. Bu felsefeyi yanlış tefsir yüzünden bu millete büyük fenalık edilmiştir. Allah yarattığı nimet ve güzellikleri insanların istifadesi için yaratmıştır. Allah zekâ ve aklı insanlara bunun için verdi.
Diğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı, onun zındandan farkı olamazdı. Felsefenin sahipleri memleketi zindan ve cehennemden başka bir şey yapmamıştı. Bu vatan evlât ve ahfadımız için cennet yapılmaya lâyıktır. Bu, faaliyet-i iktisadiye ile kabildir.
Öyle bir iktisat devri ki artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin ve o esbabı bilerek ona göre lâzım olan tedabire tevessül etsin. Arzumuz şudur: Bir memleketin efradı ellerinde numüneleriyle, ziraat, ticaret, san'at, sây ve sabanın mümessili olsun. Artık bu memleket fakir, millet hakir değil, belki de memleketimiz zenginler memleketidir. Bu yeni Türkiye'nin adına ''çalışkanlar diyarı'' denir. İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor; bu millet böyle bir devri ifâ edecek ve tarihini de , yazacaktır. Bu tarihte en büyük makam çalışkanlara ait olacaktır.
Eferıdiler;
Türkiye İktisat Kongresi tarihte ilk defa Ihraz-ı mevki-i bülend edecek bir kongredir. Ve sizler bu memleketin ihtiyacını ve milletin kaabiliyetini ve bunun karşısındâ dünyada mevcut olan çok kuvvetli iktisat teşkilâtını nazara alarak, alınması lâzımgelen tedbirleri kemâl-i vuzuh ile teati ve tesbit etmelisiniz. O tedbirler tatbik olundukça memleketiniz nurlara, feyizlere müstağrak olsun.
Arkadaşlar;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümetiniz tabiî miletin amâli dairesinde terakki ve tecaddüde tamemen taraftardır. Bunun için mülk ve millete nafi ittihaz edeceğiniz tadabiri memnuniyetle nazarı dikkate alacaktır.
Efendiler;
İktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz vasidir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var.
Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizleri sâyemize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.
Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvaffakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız.
Arkadaşlar;
Son söz olarak demiştim ki: Memleketimizi artık esir ülkesi yaptıramayız. Nazâr-ı dikkatimizi celbetmiş olan konferansın son müzakerâtı bu nokta ile alâkadardır. Lozan Konferansı'nın tâlike uğraması aynı mesele ve noktadan münbasittir. Ordularımız en büyük bir zaferi ihraz etmişler ve meşyi mania muzafferanesini tevfik edecek hiçbir mania mevcut değildi. Böyle bir zamanda İtilaf Devletleri hukuk-u tabiiye ve meşruamızı müzakeret haltedeceklerini söylediler ve bizi konferansa davet ettiler.
Millet Meclisi ve Hükümetimiz samimî olarak sulh taraftarı bulunduğu için muzaffer ordularımızı durdurarâk, heyet-i murahhasımızı Lozan'a gönderdik, Aylardan beri müzakeret, münakaşât devam etti. Muhataplarımız hukukumuzu tasdik etmiş olmadı. Konferanstaki muhataplarımız bizimle üç dört senelik değil. üçyüz ve dörtyüz senelik hesabatı rü'yet ediyorlar ve hala muhataplarımız Osmanlı Devleti'nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Tûrkiye'nin mevcudiyetini, bunun kuran milletin çok azimkar, imanlı ve celâdetli olduğunu, İstiklâl-i tam ve hâkimiyet-i milliyesinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağım hâle anlayamamışlardır. Bu yüzden itilâf Devletleri duçar-ı tereddüt oldu. İstedikleri kadar tereddüt edebilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. Bu millet için artık teceddüt devirleri çoktan geçmiştir. Devletlerin heyet-i murahhasımıza verdikleri son proje bittabi şayan-ı kabul görülmedi. Ve diğer mürahhaslar gibi bizimkiler de vaz'iyeti Hükümet ve icabederse Meclis'e, izah etmek üzere memlekete avdet ediyorlar. Tabii istizahat olacaktır. Nihayet bugün cihan bilsin ki, bu millet, istiklal-i tâmmının temin edildiğini görmedikçe yürümeye başladığı yoldan biran tevakkuf etmeyecektir. Biz, kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Her medeni milletin mâlik olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarımız tabii meşrudur, bize lazımdır. Ne kadar haklı isek bunu müdafaa için de memleket ve milletimizin kabiliyet ve kudreti de o kadardır.
Efendiler;
Görülüyor ki, bu kadar kat'i ve yüksek bir zafer-i askeriden sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan meneden asbap doğrudan doğruya eshab-ı iktisadiyedir, mûlâhazat-ı iktisadiyedir. Çünkü bu devlet, hâkimiyet-i iktisadiyesini temin ederse o kadar kuvvetli temel üzerinde yerleşmiş ve teâli etmeye başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olamayacaktır. İşte düşmanlarımızın, hâkikî düşmanlarımızın muvaffakata, bir türlü rıza gösteremedikleri budur.
Efendiler;
Bu fiilen vaki olmuştur. Sulh denilen şeyin temini için ecnebilerin bu hakikati itiraf etmemekteki tereddütlerine mantıki manâ vermek mümkün değildir. Çok şayân-ı arzudur ki, pek yakın bir zamanda onlar da bu hakikati itirâfi ederler ve bütün cihan medeniyetin pek büyük havahiş ve tahassüfile intizar ettiği sulhun in'ikadına mâni olarak mesüliyetinden içtinap aderler. Şimdiden esbab-ı hayatiyemizi temine başlamış bulunuyoruz. Ve bittabi hâl-i sulhun in'lkadında daha büyük inkişaf oluyor. Fakat muvaffak olmak için çok çalışmak lazım olduğunu bilmeliyiz. İktisadiyat iktisadiyat, diyoruz. Fakat arkadaşlar, İktisadiyat demek her şey demektir. Yeşim için, mes'ul olmak için; mevcudiyet-I insaniye için ne lâzımsa ,bunları kaffiesi demektir, ziraat demektir, ticaret demektir, sây demektir, her şey demektir. Bütün bu hususatta el'an memleket ve milletimizin ne halde olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz. Tavsif etmek istemeyeceğim. Ancak memleketimizin vüs'ati ve nüfusumuzun bu vüs'ati ne kadar gayri mütenasip, olduğunu da hatırlayınız. Bu vâsi ve feyizli toprakları işleyebilmek, işletebilmek için noksan olan el emeğini behamehal fennî alât ile telâfi etmek mecburiyetindeyiz. Memleketimizi bundan başka şimendiferler ile, üzerinde otomobiller çalışır, şoseler ile şebeke haline getirmek mecburiyetindeyiz. Çünkü garkın ve cihanın vesaiti bunlar oldukça, şimendüferler oldukça; bunlara karşı merkepler ve kağnı ile ve tabli yollar üzerinde müsabakaya çıkışmanın imkânı yoktur. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla halkımızın ekseriyeti çiftçidir, çobandır. Binaenaleyh en büyük kuvveti, kudreti ve sahada gösterebiliriz. Ve bu sahada mühim müsaüaka meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda san'atımızı tezyid ve tevsi etmek mecburiyetindeyiz. Eğer san'at hususunda yine müsamahkar olursak o halde asâr-ı sanayide yine haricin haraçgüzârı oluruz, mahsulât ve mamulâtın mübadelâtı ve servete inkılâbı için ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin servetinden lüzumu kadar istifade edememeyi bais olur. Fakat, bütün bunlar söylendiği kadar basit ve kolay olmayan şöylerdir. Bunda muvaffak olabilmek için hakikaten memleketin ihtiyacına mutabık esaslı programıı üzerinde bütün milletin müttehit ve hemâhenk olarak çalışmâsı tâzımdır. Hayet-i Aliyeniz bu esasatın en kıymetlilerini inşallah bulup ortaya koyacaksınız.
Arkadaşlar;
Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları, iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü demin dediğim gibi, her şey bunun içinde mündemictir. Binaenaleyh, evlâtlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara bu suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, alem-i ticaret, ziraat ve san'atta ve bütün bunların sahalarında müsmir olsunlar,müessifi olsunlar, faal olsunlar, ameli bir uzuv olsunlar. Binaenaleyh maarif programımız gerek ibtidaî tahsilde, gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler bu nokta-i nazâra göre olmalıdır. Maarif programlârımız gibi şuabat-ı devlet için tasavvur olunacak programlar dahi iktisat programına istinat etmekten kendini kurtaramazlar. Esaslı bir program tesbit etmek, program üzerine bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak lâzımdır.
Biizim halkımıza menfeâtleri yekdiğerinden ayrılır. Sınıf halinde değil, bil'akis mevcudiyetleri ve muhassala-i mesaisi yekdiğerine lâzım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada sâmilerim çiftçilerdir, san'atkârlardır, tüccarlardır. Ve ameledir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir? Çiftçinin san'atkâra - san'atkârın çiftçiye, çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir? Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi amelemiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak çâlışmalıdır ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın lezzet-i hakikisini tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvt bulabilsin. Binaenaleyh programdan bahsolunduğu zaman âdeta denilebilir ki, bütün halk için bir sây Misak-ı Millisi mahiyetinde olan program etrafında toplanmaktan hâsıl olacak olân şekl-i. siyesi ise alelâde bir fırka mahiyetinde tasavvur edilmemek lâzım getir ve bades sulh vukua gelebilecek böyle bir şekli siyasinin şimdiye kadar olduğu gibi milletin azim ve imanıyla ve vahdet ve tesanüdün birbirine müzahır olmasıyla muvaffak olacağı hakkındaki kanaa'tim kavidir ve tamdır.
Efendiler;
Heyet-i Aliyenizin bugün akdetmiş olduğu , Türkiye İktisat Kongresi çok mühimdir. Çok tarihidir. Nasıl ki Erzurum Kongresi felâket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak husunda Misak-ı Millinin ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun ilk temel taşlarını tedarik hususunda amil olmuş, müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarih-i millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı ihraz etmiş ise, kongremiz dahi milletin ve memleketin hayta ve halas-I hakikisini temine medar olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihraz edip ortaya koymak suretiyle tarihte en büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı ihraz edecektir. Bu kadar kıymetli ve tarihi kongremizi küşad etmek şerefini bahşettiğinizden dolayı hassaten arz-ı teşekkürat ederim. Ve böyle bir kongreyi akteden sizlersiniz. Bundan dolayı sizi şayan-ı tebrik görür ve tebrik ederim.
''Bir milletin doğrudan, doğruya hayatıyla alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır''
Efendiler;
Aziz Türkiye'mizin iktisâdi tealisi eshabını aramak ve bulmak gibi vatani, hayatî ve millî bir gaye-i mukaddese için bugün burada toplanmış olan sizlerin, muhterem halk mümessillerinin huzurunda bulunmakla çok mesut ve bahtiyarım.
Efendiler;
Uzun gafletlerle ve derin lakaydî ile geçen asırların bünye-i iktisadımızda açtığı yaraları tedavi etmek ve çarelerini aramak, memleketi mamuriyette, milleti refahiyet ve saadete isal yollarını bulmak için vukubulacak mesainizin muvaffakiyetle neticelenmesini temenni eylerim.
Arkadaşlar;
Sizler doğrudan doğruya milletimizi temsil eden halk sınıflarının içinden ve onlar tarafından müntehip olarak geliyorsunuz. Bu itibarla memleketimizin halini, ihtiyacını, milletimizin elemlerini ve emellerini yakından ve herkesten daha iyi biliyorsunuz. Sizin söyleyeceğiniz sözler, alınması lüzumunu beyan edeceğiniz tedbirler, halkın lisanından söylenmiş telâkki olunur. Ve bunun içiren büyük isabetlere malik olur. Çünkü halkın, sesi, Hakkın sesidir.
Efediler;
Tarih, milletimizin itilâ ve inhitatı esbabını ararken birçok siyasî, askerî, içtimaî sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok bütün bu sebepler hadisat-ı içtimaiyede müeesildirler. Bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla alakadar olan, o milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübenin teksif ettiğt>
Efendiler;
Tarihimizi dolduran zaferler, yahut izmihlâllerin kâffesi ahval-i iktisadiyemizle münasebettar ve alakadardır. Yeni Türkiye'mizi lâyık olduğu mertebe-i resanete isâl edebilmek için behemahal İktisadiyatımıza birinci derecede ve en çok ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Zamanımız tamamen bir iktisat devrinden başka bir şey değildir.
Bir milletin eshab-ı hayatiyesini, refahiyet ve saadetini teşkil eden iktisadiyatla iştigal etmemesi, edememesi nazar-ı dikkati calip bir keyfiyettir. İtirafa mecburuz ki, iktisâdiyatımıza lüzumu kadar ehemmiyet verememiş bulunuyoruz. Bir milletin esbab-ı hayatiyesiyle iştigal etmemesi veya ödememesi, o milletin yaşadığı edvar ile ve edvarı tesbit eden tarih ile çok alâkadardır. Bunun esbabını geçirdiğimiz edvarde, bilhassa tarihimizde arayabiliriz. Şimdiye kadar hakikî manasıyle millî bir devir yaşamadık. Binaenaleyh miİlî bir tarihe malik olamadık. Bu noktayı biraz izah edebilmiş olmak için hep beraber Osmanlı tarihini hatırlayalım: Oşmanlı tarihinde, bütün gayretler, bütün mesai milletin arzusu amili ve ihtiyacat-ı hakikiyesi nokta-i nazarından değil, şunun bunun âmâlini, ihtirasını tatmin nokta-i nazarından vukubulmuştur. Meselâ Fatih İstabul'u zaptettikten sonra, yani Selçuki Saltanatı ile Şarki Roma İmparatorluğu'na tevarüs eyledikten sonra Gârbi Roma İmparatorluğu'na da konmak istedi. Bunun için de bütün milleti bu hedefe doğru sevketti. Meselâ, Yavuz Selim, Fatih'in açtığı garp cephesini tesbit ile berabet Asya İmparatorluğu'nu birleştirerek bütün bir İslâm İttihadı meydana getirmek istedi. Kanun Süleyman, her iki cepheyi tevsi etmek, bütün Bahr-i Sefid'i bir Osmanlı havzası haline getirmek, Hindistan üzerinde nüfuz tesisi gibi şahane bir siyaset takip etmek istedi ve tabii bunun için de unsur-u asliyi, milleti kullandı.
Arkadaşlar;
Bütün bu ef'al ve hareket tetkik olunursa görülür ki; bu kudretli ve ezametli padişahlar, siyaset-i hariciyelerini, emellerini arzuları ve ihtiraslarına istinat ettirmişler ve teşkilât ve siyaset-i dahiliyelerini, bu mevlud ihtirasat olan siyaset-i hericiyelerine göre, tanzim mecburiyetinde kalmışlardır. Aksi takdirde felaket ve hüsran muhakkaktır.
Filhakika Osmanlı hakanları aslolan bu noktayı unuttular. Bütün ef'al ve harekâtlarını hayaller ve emeller üzerine bina ettiler. Teşkilât-ı dahiliyeyi siyaset-i hariciyeye uydurmak mecburiyeti hâsıl olunca, zeptettikleri mahallelerdeki anasırı, olduğu gibi muhafaza mecburiyetinde kaldıktan başka, onlara istisnalar, imtiyazlar bahşettiler.
Diğer taraftan unsur-u asliyi uzun seferler de, fütühat meydanlarında dolaştırttılar ve bu suretle unsur-u asli kendi evinde, kendi yurdunda esbab-ı hayatiyesini istihsal için çalışmâktan mahrum bir halde bulunuyordu. Bu tacidârlar, milleti böyle diyar diyar dolaştırmakla iktifa etmiyorlar, belki fütuhat dairesi dahiline giren halkı memnun etmek, ecnebileri memnun etmek için, unsur-u aslinin hukukundan, menaib-i iktlsadiyesinden birçok şeyleri atiyye olarak onlara bahşediyorlardı.
Mesela Fatih zamanında Cenevizlilere verilen imtiyazlar bu kabiledendir. Nitekim bu imtiyazlarla açılan yol bilahare kendisinden sonra tevessü etmiş bulunuyordu. Ve bu imtiyazat , devletin en kuvvetli zamanında vukubuluyordu ve bunlar, mahzâ ihsan-ı şâhane olmak üzere vukubuluyordu.
Kanuni zamanında Venediklilerle bir ticaret muâhedesi yapılmak istenmişti. Padişah bunu şerefine mugayir buldu. Zira ona, göre muahede, müsavi devletler arasında yapılabilirdi. Halbuki o zaman Venedikliler bir bende makamında idiler. Öyle olmakla beraber ona müsadatta bulunurdu. İşte bu musaade kelimesi bilâhare (Kapitülasyon) kelimesi ile tercüme edilmişti. Bu, arz-ı teslimiyete mecbur olanlar ve bir kal'a içinde mahsur olanlar arasında kutlanılan bir kelimedir. Millet, evi ile ve esbab-ı hayatiyesiyle iştigalden memnun olarak diyar diyar dolaştırıyorken, bu diyarlar halkı birçok imtiyazlara malik olacak çalışıyor, yani Fatihler unsur-u asliyi peşine takarak kılınçla fütuhat yapanlar, zaptolunan mematik ahalisi kazandıkları imtiyazlarla, muhtariyetlerle sabanlarına yapışıyorlar ve toprak üzerinde çalışıyorlardı. Fakat efendiler, kılınçla fütuhat yapanlar, sabanla fütuhat yapanlara binnetice terk-i mevki etmeye mahkumdur. Bu bir hakikattır ki, tarihin her devrinde aynen vakidir. Mesela Fransızlar Kanada'da , kılınç sallarken, oraya İngiliz çiftçisi girmişti. Bir müddet kılınçla saban yekdiğeriyle mücadele etti ve nihayet saban galebe çalarak ingilizler Kanada'ya sahip oldular.
Efendiler;
Kılınç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol her gün daha çok kuvvetlenir ve hergün daha çok sahip olur.
Efendiler;
Osmanlı fatihleri, hakanları, müstevlileri unsur-u asli ile beraber sabanının önünde malup olup ric'ate baştadıktan sonra asıl felaketlerin büyüğü başladı. Atiyye-i şahane olarak ,ecnebilere bahşedilmiş olan ve memleket dahilindeki gayrimüslimlere verilen her şey hukuk-u müktesebe telakki olundu. Fakat ecnebiler bununla iktifa etmediler; her gün bunu tevsi için çareler aradılar ve buldular.
Anasır-ı dahiliye, muhafazaya muktedir oldukları imtiyazata istinaden ve hâricin terbiyat ve müzaheretine sığınarak siyasi bir mevcudiyet iktisbı için çalışmaktan geri durmalıdır. Ecnebiler bir taraftan anasırı dahiliyeyi teşvik, diğer taraftan müdahale ile devlet, millet aleyhine yeni imtiyazlar alıyorlârdı. Bu tezyikat-ı mütemadiye altında zaten fena düşmüş olan ana yurdu ve unsur-u asli, devlete verebilecek parayı güç tedarik ediyortardı. Fakat tacidarlar, saraylar, Babı Aliler debdebeyi idame için paraya muhtaç idiler. Bunun için, bunu temin çarelerine tevessül etmiştiler. O çareler de harici istikrazlar akdi oluyordu.
Fakat istikraz şerlatini o kadar fena yapıyorlardı ki, bazılarını ödemek mümkün olmamaya başladı. Ve nihayet bir gün devletler Osmanlı Devleti'nin iflâsına karar verdiler ve Düyün-u Umumiye belâsını başımıza çöktürdüler.
Efendiler;
Milletin düçar olduğu bu hazin hâl ve bu sefaletin esbabını arayacak olursak doğrudan doğruya devlet mefhumundan buluruz.
Biliyorsunuz ki, Osmanlı Devleti Saltanat-ı şahsiye ve en son beş on sene zarfında da saltanat-ı meşruta esasına müsteniden idare-i hükümet ediyordu. Saltanat-ı şahsiyede her hususta yalnız tacidrâların arzu, emel ve iradeleri hâkimdir.
Milletlerin arzu, emel, irade ve ihtiyaçları mevzu-u bahis olmaktan uzaktır. Millet âmel ve iradesinden tecerrüt etmiştir. Tacidârlar kendilerini Allah tarafından gönderilmiş bir şahsiyet-i ilâhiye farzederler. Etrafını alan menfaatperestan, padişahın zihniyet ve arzusunu bir lâzime-i semaviye, bir lâzime-i Kur'aniye gibi herkese telkin ederler. Bu telâkkiyat karşısında bir gün bütün halk bu arzu ve iradelerin bilâ mukame iradat-ı semaviye olduğuna kani olur. Bundan tecerrüde rıza gösteren bir milletin akibeti felâket, müsibettir.
Arkadaşlar;
Son tavsif ettiğim noktada artık Osmanlı Devleti hakikatte ve fiilen mahrum-u istiklâl bir hâle getirmişti. Bir devlet ki tebaasınâ koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz, bir devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi ve saire tanzimi hakkından menedilir, bir devlet ki ecnebiler üzerinde hak-ı kazasını tatbikten mahrumdur. O devlete müstakil denilemez. Devletin ve milletin hayatına yapılan müdahâlat bundan fazladır. Milletin ihtiyacat-ı iktisadiyesinden olan meselâ şimendüfer inşası, mesela fabrika yapmak için devlet serbest değildi. Böyle bir şeye teşebbüs olunursa behemehâl müdahale olurdu. Hayatını teminden âciz olan bir, devlet müstakil olabilir mi?
Osmanlı ülkesi, ecnebilerin müstamlekesinden başka bir şey değildi. Osmanlı halkı, Türk milleti esir vaziyetine getirilmişti. Bu netice, arzettiğim gibi milletin kendi irade ve hakimiyetine malik bulunamamasından, şunun bunun elinde istimal edilmesinden neş'et etmişti.
O halde diyebiliriz ki, milli bir devir yaşamıyorduk. Millî tarihe malik bulunmuyorduk. Osmanlı tarihi padişahların, hakanların, zümrelerin dasitânı mahiyetinde idi. Mazinin tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir.
Arkadaşlar;
Milletin hâkimiyetine sahip olamaması yüzünden dahil olduğumuz Harb-i Umumiyeden ve bu Harb-i Umumiyede kıymetli evlatlarımızdan mürekkep kahraman ordularımızın Galiçya, Roman, Makedonya, Kafkas şahikaları Türk-i Sina çöllerinde düçar olduğu zahmetleri hatırlatacak kadar çok zaman geçmedi ve en nihayet bu Harb-i Umuminin şeametli neticesi de malumdur. Bilhassa Mondros Mütarekesiyle açılan devrin manzarasını bir an düşünmek isteyecek olursanız baştan aşağı kadar bir manzara-i inhilalden başka bir şey olmadığını anlarsınız. Devletler, her türlü hukuk-u insaniyeden tecerrüd ederek memleketimizin en kıymetli ve en feyzibâr yerlerini çiğnediler. İzmir, Bursa, Eskişehir, Sakarya, Anadolu, Adana, Trakya, İstanbul ve saire gibi en âziz yerlerimizi çiğnediler. Fakat düşmanların bu tarz-ı hareketten daha elîm bir nokta varsa o da bir memleketin asırlarca bağında bulunan insanların dahi düşman saflarına geçmiş bulunmasıdır.
Arkadaşlar;
Biliyorsunuz ki, bu dahili düşmanlar, harici düşmanların yapmaya muktedir olamayacağı yeni ve feci ef'al ve harekâtı irtikâpta tereddüt göstermemişlerdir.
Harici düşman kuvvetleri saydığımız aziz vatan topraklarında bulunurken, padişah iradelerive neşrettirdiği fetvaları ile Hilafet orduları ile bu masum millet şurada, burada izlâl ve iğfal olunuyordu. Ve kendi mevcudiyetine karşı, farkına varamayarak; silah istimal ediyordu ve nihayet hep bildiğimiz veçhile Osmanlı Devleti tamamen münkariz olmuştur.
Fakat düşmanlarımız ayrıı zamanda Osmanlı Devletiyle berabar Türk Milleti'nin de mahvolduğunu zannetti. İşte bunda çok aldanıyordu. Osmanlı Devleti gibi çok devletler kurmuş olan Türk milleti mahvolamazdı. Ve mahvolmamıştı. Bilakis hayatına vurulan darbelerden harici ve dahili düşmanların acı darbelerinden birden bire bütün teyakkuzlarını, bütün intibahlarını takındı; hayatını, şerefini kurtarmak için kemal-i şerefle başını kaldırdı. Ve müttehiden ve müsteniden ortaya atıldı.
İşte milletimiz o dakikadan itibaren milli bir devre girdi; bir halk devresinin mebde'ini kurdu. Millet bu mebde'den işe başladığı gün, kendisine hedef olan yolların ne kadar kesif zulmetler içinde bulunduğunu hatırlarız. Bu hal milleti ye'se düşürmedi. Kemâl-i azim ile hedefine hatvelerini attı.
Efendiler;
Milletimiz hâlas-ı kat'i ve hakikiye mazhar olabilmek için ilk umdeye istinâdın şart olduğunu anladı. Onlardan birincisi: Misak-ı Millinin ifade ettiği ruh ve mânâ.
İkincisi: Teşkilât-ı Esasiye Kanunumuzun tesbit ettiği gayri kabil-i tebeddül hakayık.
Misak-ı Milli; miltetin istiklâl-i tâmmını temin eden ve bunun için iktisadiyatında inkişafına mani olan bütün sebepleri bir daha avdet etmemek üzere lağveden bir düsturdur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Osmanlı İmparatorluğu'nun, devletin tarihe münkalip olduğunun idrak eden, onun yerine yeni Türkiye Devleti'nin kaim olduğunu ilan eden bir kanundur.
Bu devletin hayatında bilâkayd-ü şart hâkimiyetin milletin uhdesinde kalacağını ifade eden kanundur. Bu kanun, hâkimiyetin milletin uhdesinde kalabilmesi için halkın bizzat kendini idaresini şart kılan bir kanundur.
Artık Türkiye halkı için yegâne mümessil Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetidir, diyen bir kanundur. Babı Ali yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetini koyan bir kanundur.
Efendiler;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetinin milletten aldığı veçhile İstiklal-ı tam, hakimiyet-i milliye umdelerine istinaden milleti zengin, memleketi mamur etmekten ibarettir.
Efendiler;
Bu umde icabı bütün cihan bilmelidir ki, artık Türkiye halkı; hakimiyetini hiçbir şahıs ve makama veremez. Hakimiyet demek şeref demek, rıamus demek, haysiyet demektir. Bir milletin bu evsaf-I medeniye ve insaniyesinin terkini talep etmek onu insanlıktan çıkarmak demektir.
Efendiler; Milletimizin bu iki esasa istinad eder. Çalışmaya başladığı günden bugüne kadar geçen zaman çok değil, üçbuçuk dört seneden ibarettir, fakat milletimizin kazandığı muvaffakiyet ve muzafferiyat bu senelere sığamayacak kadar çoktur, taşkındır, yüksektir ve kuvvetlidir.
Hakikaten irade-i seniyeler; Hilafet orduları ve teşrifat ile olan isyanların kaffesi bastırılmıştır. Ve tüfeksiz, topsuz, parasız bulunduğu bir zamanda yeniden dünyanın en lkudretli, en azametli ordusunu teşkile kudretyap olmuştur. Orada daha hâl-i teşekkülde iken Birinci, ikinci İnönü, Sakarya zeferlerini ihraz etmiş ve cihanı hayretlerde bırakan en son muzafferiyeti de kemâl-i şiddet ve sür'atle ihraz ederek düşman ordularını bire kadar mahvetmiştir. İstiklâl-i tâm için şu düstur var: Hakimiyet-i milliye, hâkimiyet-i iktisadiye ile tarsin edilmelidir. Bu kadar büyük gayeler, bu kadar mukaddes, azametli hedefler kâğıt üzerindeki düsturlarla, arzu ve hırslarla husül bulamaz. Bunların tahakkuk-u tâmmını temin için yegane kuvvet, en kuvvetli temel iktisadiyattır, siyaset ve askerî muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zaferle tetviç edilemezse semere-i netice payidar olamaz. En kuvvetli ve parlak zaferimizi de tetviç eden semere-i nafiayı temin için hâkimiyet-i iktisadiyemizin temin ve tarsini lâzımdır. Bu kadar feyzli, bu kadar kudretli olan yeni hükümetimizin düşmânsız kalacağını farzetmek doğru değildir. Bunun için çok kundaklar koyarak münhedim etmeye çalışacak ve süikasde teşebbüs edecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı silahımız, İktisadiyatımızdaki kuvvet, resânet ve muvaffekiyetimiz olacaktır.
Efendiler;
Dahil olduğumuz halk devrinin, milli devrin milli tarihini de yazabilmek için kalemler, sapanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri mefhumu ile ifade olunur. Öyle bir iktisat devri ki memleketimiz mamur milletimiz, müreffeh ve zengin olsun. Bu noktada bir felsefeyi hatırlayınız; o da: ''El-kanâatü kenzün la-yüfna''dır. Bu felsefeyi yanlış tefsir yüzünden bu millete büyük fenalık edilmiştir. Allah yarattığı nimet ve güzellikleri insanların istifadesi için yaratmıştır. Allah zekâ ve aklı insanlara bunun için verdi.
Diğer vatan kupkuru dağ ve taşlardan, viran köy, kasaba ve şehirlerden ibaret olsaydı, onun zındandan farkı olamazdı. Felsefenin sahipleri memleketi zindan ve cehennemden başka bir şey yapmamıştı. Bu vatan evlât ve ahfadımız için cennet yapılmaya lâyıktır. Bu, faaliyet-i iktisadiye ile kabildir.
Öyle bir iktisat devri ki artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin ve o esbabı bilerek ona göre lâzım olan tedabire tevessül etsin. Arzumuz şudur: Bir memleketin efradı ellerinde numüneleriyle, ziraat, ticaret, san'at, sây ve sabanın mümessili olsun. Artık bu memleket fakir, millet hakir değil, belki de memleketimiz zenginler memleketidir. Bu yeni Türkiye'nin adına ''çalışkanlar diyarı'' denir. İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor; bu millet böyle bir devri ifâ edecek ve tarihini de , yazacaktır. Bu tarihte en büyük makam çalışkanlara ait olacaktır.
Eferıdiler;
Türkiye İktisat Kongresi tarihte ilk defa Ihraz-ı mevki-i bülend edecek bir kongredir. Ve sizler bu memleketin ihtiyacını ve milletin kaabiliyetini ve bunun karşısındâ dünyada mevcut olan çok kuvvetli iktisat teşkilâtını nazara alarak, alınması lâzımgelen tedbirleri kemâl-i vuzuh ile teati ve tesbit etmelisiniz. O tedbirler tatbik olundukça memleketiniz nurlara, feyizlere müstağrak olsun.
Arkadaşlar;
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümetiniz tabiî miletin amâli dairesinde terakki ve tecaddüde tamemen taraftardır. Bunun için mülk ve millete nafi ittihaz edeceğiniz tadabiri memnuniyetle nazarı dikkate alacaktır.
Efendiler;
İktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız; hayır bizim memleketimiz vasidir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var.
Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizleri sâyemize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin.
Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvaffakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız.
Arkadaşlar;
Son söz olarak demiştim ki: Memleketimizi artık esir ülkesi yaptıramayız. Nazâr-ı dikkatimizi celbetmiş olan konferansın son müzakerâtı bu nokta ile alâkadardır. Lozan Konferansı'nın tâlike uğraması aynı mesele ve noktadan münbasittir. Ordularımız en büyük bir zaferi ihraz etmişler ve meşyi mania muzafferanesini tevfik edecek hiçbir mania mevcut değildi. Böyle bir zamanda İtilaf Devletleri hukuk-u tabiiye ve meşruamızı müzakeret haltedeceklerini söylediler ve bizi konferansa davet ettiler.
Millet Meclisi ve Hükümetimiz samimî olarak sulh taraftarı bulunduğu için muzaffer ordularımızı durdurarâk, heyet-i murahhasımızı Lozan'a gönderdik, Aylardan beri müzakeret, münakaşât devam etti. Muhataplarımız hukukumuzu tasdik etmiş olmadı. Konferanstaki muhataplarımız bizimle üç dört senelik değil. üçyüz ve dörtyüz senelik hesabatı rü'yet ediyorlar ve hala muhataplarımız Osmanlı Devleti'nin tarihe karıştığını ve bugün yeni Tûrkiye'nin mevcudiyetini, bunun kuran milletin çok azimkar, imanlı ve celâdetli olduğunu, İstiklâl-i tam ve hâkimiyet-i milliyesinden zerre kadar fedakarlık yapamayacağım hâle anlayamamışlardır. Bu yüzden itilâf Devletleri duçar-ı tereddüt oldu. İstedikleri kadar tereddüt edebilirler. Bu millet artık kararını vermiştir. Bu millet için artık teceddüt devirleri çoktan geçmiştir. Devletlerin heyet-i murahhasımıza verdikleri son proje bittabi şayan-ı kabul görülmedi. Ve diğer mürahhaslar gibi bizimkiler de vaz'iyeti Hükümet ve icabederse Meclis'e, izah etmek üzere memlekete avdet ediyorlar. Tabii istizahat olacaktır. Nihayet bugün cihan bilsin ki, bu millet, istiklal-i tâmmının temin edildiğini görmedikçe yürümeye başladığı yoldan biran tevakkuf etmeyecektir. Biz, kimseden fazla bir şey istemiyoruz. Her medeni milletin mâlik olduğu şeylerden mahrum edilmemeliyiz. Haklarımız tabii meşrudur, bize lazımdır. Ne kadar haklı isek bunu müdafaa için de memleket ve milletimizin kabiliyet ve kudreti de o kadardır.
Efendiler;
Görülüyor ki, bu kadar kat'i ve yüksek bir zafer-i askeriden sonra dahi bizi sulha kavuşmaktan meneden asbap doğrudan doğruya eshab-ı iktisadiyedir, mûlâhazat-ı iktisadiyedir. Çünkü bu devlet, hâkimiyet-i iktisadiyesini temin ederse o kadar kuvvetli temel üzerinde yerleşmiş ve teâli etmeye başlamış olacaktır ve artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olamayacaktır. İşte düşmanlarımızın, hâkikî düşmanlarımızın muvaffakata, bir türlü rıza gösteremedikleri budur.
Efendiler;
Bu fiilen vaki olmuştur. Sulh denilen şeyin temini için ecnebilerin bu hakikati itiraf etmemekteki tereddütlerine mantıki manâ vermek mümkün değildir. Çok şayân-ı arzudur ki, pek yakın bir zamanda onlar da bu hakikati itirâfi ederler ve bütün cihan medeniyetin pek büyük havahiş ve tahassüfile intizar ettiği sulhun in'ikadına mâni olarak mesüliyetinden içtinap aderler. Şimdiden esbab-ı hayatiyemizi temine başlamış bulunuyoruz. Ve bittabi hâl-i sulhun in'lkadında daha büyük inkişaf oluyor. Fakat muvaffak olmak için çok çalışmak lazım olduğunu bilmeliyiz. İktisadiyat iktisadiyat, diyoruz. Fakat arkadaşlar, İktisadiyat demek her şey demektir. Yeşim için, mes'ul olmak için; mevcudiyet-I insaniye için ne lâzımsa ,bunları kaffiesi demektir, ziraat demektir, ticaret demektir, sây demektir, her şey demektir. Bütün bu hususatta el'an memleket ve milletimizin ne halde olduğunu sizler çok güzel bilirsiniz. Tavsif etmek istemeyeceğim. Ancak memleketimizin vüs'ati ve nüfusumuzun bu vüs'ati ne kadar gayri mütenasip, olduğunu da hatırlayınız. Bu vâsi ve feyizli toprakları işleyebilmek, işletebilmek için noksan olan el emeğini behamehal fennî alât ile telâfi etmek mecburiyetindeyiz. Memleketimizi bundan başka şimendiferler ile, üzerinde otomobiller çalışır, şoseler ile şebeke haline getirmek mecburiyetindeyiz. Çünkü garkın ve cihanın vesaiti bunlar oldukça, şimendüferler oldukça; bunlara karşı merkepler ve kağnı ile ve tabli yollar üzerinde müsabakaya çıkışmanın imkânı yoktur. Memleketimiz ziraat memleketidir. Bu itibarla halkımızın ekseriyeti çiftçidir, çobandır. Binaenaleyh en büyük kuvveti, kudreti ve sahada gösterebiliriz. Ve bu sahada mühim müsaüaka meydanlarına atılabiliriz. Fakat aynı zamanda san'atımızı tezyid ve tevsi etmek mecburiyetindeyiz. Eğer san'at hususunda yine müsamahkar olursak o halde asâr-ı sanayide yine haricin haraçgüzârı oluruz, mahsulât ve mamulâtın mübadelâtı ve servete inkılâbı için ticarete ihtiyacımız vardır. Ticaretimizin servetinden lüzumu kadar istifade edememeyi bais olur. Fakat, bütün bunlar söylendiği kadar basit ve kolay olmayan şöylerdir. Bunda muvaffak olabilmek için hakikaten memleketin ihtiyacına mutabık esaslı programıı üzerinde bütün milletin müttehit ve hemâhenk olarak çalışmâsı tâzımdır. Hayet-i Aliyeniz bu esasatın en kıymetlilerini inşallah bulup ortaya koyacaksınız.
Arkadaşlar;
Bence yeni devletimizin, yeni hükümetimizin bütün esasları, bütün programları, iktisat programından çıkmalıdır. Çünkü demin dediğim gibi, her şey bunun içinde mündemictir. Binaenaleyh, evlâtlarımızı o suretle talim ve terbiye etmeliyiz, onlara bu suretle ilim ve irfan vermeliyiz ki, alem-i ticaret, ziraat ve san'atta ve bütün bunların sahalarında müsmir olsunlar,müessifi olsunlar, faal olsunlar, ameli bir uzuv olsunlar. Binaenaleyh maarif programımız gerek ibtidaî tahsilde, gerek orta tahsilde verilecek bütün şeyler bu nokta-i nazâra göre olmalıdır. Maarif programlârımız gibi şuabat-ı devlet için tasavvur olunacak programlar dahi iktisat programına istinat etmekten kendini kurtaramazlar. Esaslı bir program tesbit etmek, program üzerine bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak lâzımdır.
Biizim halkımıza menfeâtleri yekdiğerinden ayrılır. Sınıf halinde değil, bil'akis mevcudiyetleri ve muhassala-i mesaisi yekdiğerine lâzım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada sâmilerim çiftçilerdir, san'atkârlardır, tüccarlardır. Ve ameledir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir? Çiftçinin san'atkâra - san'atkârın çiftçiye, çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkar edebilir? Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi amelemiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak çâlışmalıdır ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır ve hayatın lezzet-i hakikisini tadabilmelidir ki, çalışmak için kudret ve kuvvt bulabilsin. Binaenaleyh programdan bahsolunduğu zaman âdeta denilebilir ki, bütün halk için bir sây Misak-ı Millisi mahiyetinde olan program etrafında toplanmaktan hâsıl olacak olân şekl-i. siyesi ise alelâde bir fırka mahiyetinde tasavvur edilmemek lâzım getir ve bades sulh vukua gelebilecek böyle bir şekli siyasinin şimdiye kadar olduğu gibi milletin azim ve imanıyla ve vahdet ve tesanüdün birbirine müzahır olmasıyla muvaffak olacağı hakkındaki kanaa'tim kavidir ve tamdır.
Efendiler;
Heyet-i Aliyenizin bugün akdetmiş olduğu , Türkiye İktisat Kongresi çok mühimdir. Çok tarihidir. Nasıl ki Erzurum Kongresi felâket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak husunda Misak-ı Millinin ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu'nun ilk temel taşlarını tedarik hususunda amil olmuş, müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarih-i millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı ihraz etmiş ise, kongremiz dahi milletin ve memleketin hayta ve halas-I hakikisini temine medar olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihraz edip ortaya koymak suretiyle tarihte en büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı ihraz edecektir. Bu kadar kıymetli ve tarihi kongremizi küşad etmek şerefini bahşettiğinizden dolayı hassaten arz-ı teşekkürat ederim. Ve böyle bir kongreyi akteden sizlersiniz. Bundan dolayı sizi şayan-ı tebrik görür ve tebrik ederim.