- Konum
- Mersin
-
- Üyelik Tarihi
- 21 Nis 2013
-
- Mesajlar
- 1,851
-
- MFC Puanı
- 45
Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Hayatı (Biyografisi - Geniş Açıklama)
Asker, devlet adamı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı, Türklerin babası, çağımızın en büyük lideri. Eşi görülmez başarılara imza atmış, ülkesi için hayatı pahasına kahramanca savaşmış, çökmüş bir imparatorluktan yeni, çağdaş ve dinamik bir ülke yaratmış, bugün Türk halkının bir bayrak altında bağımsız şekilde yaşamasını sağlamış ve turkiyeyi kurtarmıştır. Bayrağımızı ve topraklarımızı ona ve komuta ettiği binlerce Mehmetçiğe borçlu olduğumuz için yediden yetmişe şükran doluyuz. Zira Atatürk, kaderimizi değiştirmiş, boyunduruk altında olmadan yaşamamız için bize bu ülkeyi bırakmıştır. Ülkemizin en büyük tarihi sınavı olan kurtulus-savasinda Türk askerini komuta etmiş, ekonomik ve askeri açıdan yokluk sınırında olan ülkemizi azmi, sabrı, çalışkanlığı ve dehası sayesinde tek vücut haline getirip, bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ülkemizin geleceğini her şeyin üstünde tutmuş, inkılâpları ve ilkeleriyle bugün Türkiyenin çağdaş milletler içinde hak ettiği yerde olmasını sağlamıştır. Arkasında çok daha iyi bir Türkiye ve dünya bırakarak hayata gözlerini yummuş olan Atatürk, hiç kuşkusuz Türklerin en büyük şansıdır. Hayatı boyunca sevilen, tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, entelektüelliği, hümanizmi, görgüsü, karizması ve eşsiz özellikleriyle dünyanın da hayran olduğu Atatürk, savaş yerine barışa, ayrılık yerine birlik ve beraberliğe sahip çıkmış, Türk bayrağı altındaki herkese ve tüm dünyaya şu önemli mesajı vermiştir: Yurtta Sulh, Cihanda Sulh
Atatürk, Türk ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür.
Atatürkün Kökenleri
Cumhuriyetimizin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürkün kökenleri Karaman Beyliğine uzanmaktadır. Babasının ailesi, anadolunun Türkleşmesinde önemli rol oynamış olan Kızıl-Oğuz ya da Kocacık Yörükleri denilen Türkmenlerden geliyordu. Fatih Sultan Mehmedin padişahlığı döneminde parçalanan Karaman Beyliğinin Yörük aşiretlerindendiler ve Karamanın Taşkale Köyünden Rumeliye göç ettirilmişlerdi. Atatürkün büyük dedesi olan Kırmızı Hafız Efendi, anne tarafından Gulalar baba tarafındansa Pınarlar olarak anılan ailelerin mensubuydu. 1850 yılında, Hafız Ahmet Efendi kardeşi Hafız Mehmet Eminle birlikte ticaret amacıyla Manastır şehrine gelmiş, daha sonra da Selanike yerleşmişti.
Atatürkün anne tarafının kökenleriyse, Orta Anadoludan getirilerek Batı Makedonyanın Sarıgöl Bucağına yerleştirilen, daha sonra Selanikin Lankaza(Lagaza) bölgesine göç eden ve Evlad-ı Fatihan olarak anılan yörüklere uzanıyordu. Atatürkün büyükannesinin adı Ayşe, dedesi ise Sofi-Zade Feyzullah efendiydi, Hasan ve Hüseyin isimlerinde iki çocukları vardı. Zübeyde Hanıma döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, okuryazar oluşu nedeniyle Zübeyde Molla deniliyordu.
Atatürkün babası Ali Rıza Bey, Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık nahiyesinde doğdu. Ali Rıza Bey, bir süre Selanik Evkaf kâtipliğinde bulunmuş, 1876 yılında Selanik Asakir-i Milliye Taburunda birinci mülazım olarak görev almış, 1877deki Osmanlı-Rus Harbinde de savaşmış ve sonraları ticaret hayatına atılmıştı. Gümrük Muhafaza Teşkilatında memurluk yaparken Zübeyde Hanımla 1871 yılında evlenmelerine müteakip ilk çocukları Fatma dünyaya geldi. Ardından Ahmet (1874), Ömer (1875), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881), Makbule (Boysan, Atadan) (1885) ve Naciye (1889) isimlerinde beş çocukları daha oldu. Ancak Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer ise henüz sekiz yaşlarındayken, o dönemde Rumeliyi kasıp kavuran kuşpalazı (difteri) salgınından hayatlarını kaybettiler.
(Yüzbaşı Bakir Tosunun Tarihte Bozkır ve Çevresi Yelbeği adlı çalışmasında, Atatürkün soy ağacı hakkında detaylı bilgilere yer verilmiştir.)
Atatürkün Doğumu
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 yılında, Selanikin Koca Kasım Paşa Mahallesi, Islahhane Caddesi üzerinde bulunan evde dünyaya geldi. Ali Rıza Bey, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç unutmadığı kardeşinin ismini yeni doğan oğluna verdi: Mustafa.
Sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek olan Mustafa, Rumi takvime göre 1296 yılında dünyaya geldiyse de, doğduğu ay ve gün hakkında kesin bir bilgi yoktu. Ancak kayıtlarda yer alan bilgilere göre Zübeyde Hanım oğlunu Erbain Soğukları sırasında doğurduğunu ve aklında kalan tarihin 23-aralik olduğunu belirtmişti. Bu tarih takvim farkı dolayısıyla 4-ocak 1881i göstermektedir.
Selanik arşiv belgelerinden edinilen bilgilere göre, Atatürkün doğduğu ve şu anda müze olan ev, 1870 yılından önce Rodoslu hoca Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış, önce İbrahim Zühdü, daha sonra da Abdullah Ağa ve eşi Ümmü Gülsüme satılmıştı.
Ali Rıza Bey, babasının Subaşı Mahallesindeki evinde eşi Zübeyde Hanım ve çocuklarıyla birlikte 1878 yılına kadar ikamet etmiş, daha sonra Atatürkün doğacağı evi kiralayıp yerleşmişti. 1880 yılında belalısı bir Rum eşkıya tarafından kaçırılan Ali Rıza Beyin hayatından ümit kesildi. Sonradan yüksek bir haraç ödeyerek kurtuldu.
Atatürkün doğduğu ev, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, harem ve selamlığı olan üç katlı, klasik bir evdi. Dönemin belgelerine göre, bir bab fekani oda, bir divanhane, bir tahtessema, iki bab tahtani oda, bir çeşme ve avludan oluşuyordu. Dış yüzeyi pembe boyalı olup, alt pencerelerine emir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmıştı. Atatürk evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada dünyaya gelmişti.
29-ekim 1933te, Cumhuriyetin Onuncu Yıl Dönümü dolayısıyla, Selanik Belediyesi, Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Konferansının bir hatırası olarak, Atatürkün doğduğu evin çift kanatlı kapısının sağ köşesine mermer bir plaka yerleştirdi. Plakanın üzerinde Türkçe, Elence ve Fransızca olarak şu ifade yer aldı: Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur. Atatürkün doğduğu ev bugün Selanikin Aya Dimitriya Mahallesindeki Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde 75 numaradadır, bitişiğinde Türk Konsolosluğu vardır.
Atatürkün Çocukluğu ve Eğitimi
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özelliğinin ileride halkın nabzını tutmasını bilmesinde, halkın eğilimlerini sezmesinde büyük faydası olacaktı. Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla övündüğünü ifade etmişlerdi. Atatürk 4 yaşındayken kız kardeşi Makbule Boysan Atadan dünyaya geldi. Diğer kardeşlerini çocuk yaştaki ölümleri nedeniyle hiç tanıyamayan Atatürkün çocukluk yıllarına dair kayıtlarda yer alan bilgiler sınırlıdır. Atatürk, okul çağına geldiğinde, eğitimi konusunda annesiyle babası arasında görüş ayrılığı belirdi. Geleneklere bağlı olan ve Hacı Sofi gibi dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürkün dini eksende eğitim veren Mahalle Mektebine gitmesinde ısrarcı davranıyordu. Aydın görüşlü olan Ali Rıza Beyin tercihi ise yeni açılan ve döneme göre oldukça modern bir anlayışla kurulan Şemsi Efendi İlkokulundan yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi ismini veren Şemsi Efendi, okulunda ezbercilik yerine katif metodu uygulatıyordu, ayrıca okulun kız bölümünü de açmış olan aydın bir eğitimciydi. 1873 yılında Selanikte valilik görevine başlayan Mithat Paşa, başarılarından dolayı Şemsi Efendiye padişah nişanı vermişti.
Ali Rıza Beyin önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna göre Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna başlayacak, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti. Şemsi Efendi Okulunda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni öğretim metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası, okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı. Atatürkün pedagojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim görmesi gelişmesinde oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanan Atatürk, matematikteki üstün başarısıyla da dikkat çekiyordu.
Bu arada gümrük memurluğunu bırakan, kereste ve ardından da tuz işine giren Ali Rıza Bey, Rum eşkıyalar ve tuzların erimesi nedeniyle ticaret hayatından çekilmişti. Memuriyete tekrar giremeyen Ali Rıza Bey bir süre sonra hastalandı ve 1888de hayatını kaybetti. Babası öldüğünde Atatürk 7 yaşında, kız kardeşi Makbule ise henüz 3 yaşındaydı.
Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalan Atatürk ve ailesini zor günler bekliyordu. Eşini kaybettiğinde kızı Naciyeye hamile olan Zübeyde Hanım, 1890ta doğum yaptı. Maddî durumu yetersiz olan Zübeyde Hanım çocuklarını alarak Langazada tarım işiyle uğraşan ağabeyi Hüseyin Ağanın çiftliğine yerleşti. 1901 yılında Atatürkün kız kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti. Babasını ve kısa bir süre sonra kız kardeşini kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşayan Atatürkün, dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak aldığı sorumluluklar artmıştı. Çiftlikte geçen bu dönemde Atatürk doğayla iç içe oldu, dayısına işlerinde yardımcı olduğu için el becerileri arttı. Ancak Zübeyde Hanım oğlunun öğreniminin yarım kalmasından üzüntü duyuyordu. Onun caminin imamından ve özel öğretmenden aldığı eğitim yetersiz kalınca Zübeyde Hanım Atatürkü, iyi bir eğitim görmesini sağlamak için halasının yanına, Selanike gönderdi.
Bu arada abisine daha fazla yük olmak istemeyen ve aldığı küçük emekli aylığı ile geçinmekte zorluk çeken Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile evlendi. Ragıp Beyin önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Atatürkü kızdırmıştı. Annesinin ikinci kez evlenmesini içine sindiremeyen Atatürk, uzun süre annesini aramadı. Ancak bu düş kırıklığı onun çalışma azmini arttırdı. Zira küçük yaşta babasını kaybetmesi de onun kendi ayakları üstünde durma gücünü kazanmasını ve hayatta başarılı bir şekilde mücadele etmesini sağladı. Prof. Dr. Şerafettin Turanın Mustafa Kemal ATATÜRK biyografisinde konuyla ilgili olarak şu bilgilere yer verilmişti:
Zübeyde Hanımın Ragıp Bey ile ikinci bir evlilik yapması, ana ile oğul arasında dikkatlerden kaçmayan bir sorun da yaratmıştı. Ragıp Bey, Teselya Yenişehirden Selanike göçmüştü. Eşini yitirmiş, dört çocuğuyla dul kalmıştı. Süreyya ve Hakkı adlarında 2 oğlu ile birinin adı Rukiye olan 2 kızı vardı. Zübeyde Hanımla evlendiğinde Mustafa ve Makbule kardeşler için psikolojik de olsa bir üvey baba ve üvey kardeşler sorunu baş göstermişti. Makbule bu yeni hayata ayak uydurmakta gecikmemişti ama Mustafa üvey babanın bulunduğu çatı altında oturmak istememişti. Atatürk yaşamının sonlarında üvey babasından söz ederken Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. diye olumlu bir görüş sergilemişti ama evden ayrılışını Afet İnana babasını yitiren bir çocuğun isyanı olarak şöyle açıklamıştı: Anamın böyle bir aile bağı yapmasını takdir ettim. Ancak çocukluk duygum isyandan ibaretti.
Selanik Askeri Rüştiyesi
Selanikteki halasının yanına taşındıktan sonra Mülkiye İdadisine kaydolan Atatürk, bu okulda Arapça öğretmenliği yapan Kaymak Hafızdan sopa ile dayak yiyince, zaten orada okumasını istemeyen büyükannesi onu derhal okuldan aldırdı. O dönemde okul formasını çok beğendiği komşularının oğlu Askeri Rüştiyeye gidiyordu. Ona özenen Atatürk, asker olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen, gizlice, Selanik Askeri Rüştiyesinin sınavına girdi. Sınavı kazandığı haberini alan Atatürk 1893te yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı. Selanik Askeri Rüştiyesinde, oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendinin de dikkatini çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı Mustafa Efendi onu benzersiz kılmak için adına Bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve eksiksizlik anlamına gelen Kemal ismini ekledi. Genç Mustafa, o günden sonra Mustafa Kemal olmuştu. Atatürk, Selanik Askeri Rüştiyesindeyken, matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendinin mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine birçok kez dersi vermekle görevlendirilmişti. Zira büyük önder, bununla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti;
Rüştiyede en çok matematiğe merak sardım. Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar belki de daha fazla bilgi edindim. Derslerin üstündeki sorularla uğraşıyordum, yazılı sorular düzenliyordum. Matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.
turk-dil-kurumu Başuzmanı A.Dilaçarın, Atatürkün matematikteki üstün başarısıyla ilgili olarak 10-kasim 1971 tarihli yazısında belirttiğine göre, Atatürk ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, üçüncü Türk Dil Kurultayından (2431-agustos 1936) hemen sonra 19361937 yılı kış aylarında kendi eliyle Geometri adlı bir kitap yazdı. Kitap, matematik öğretmenleri ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olması amacıyla 1937 yılında Kültür Bakanlığınca yayınlanmıştı. Atatürk, Geometri isimli yapıtında; Boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayım gibi geometri ve matematikle ilgili terimlerin isim babası oldu ve bu terimleri Türk matematik bilimine kazandırdı.
Daha sonra ünlü bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Atatürkün Geometri kitabı için Küçük fakat anıtsal bir yapıt yorumunu yapacaktı. Yapıtında yer alan her tanımı, her kavramı tüm öğeleriyle eksiksiz ve açık biçimde anlatan Atatürk, bunları örneklerle de açıklamıştı. Atatürkün türettiği matematik terimlerinin ve yaptığı geometri tanımlarının hemen hemen tümü bugüne değin değişmeksizin kullanıla gelmiştir. Onun türettiklerinden sadece birkaç terim sonradan küçük ölçüde değiştirilmiştir.
Atatürk, 1898de Selanik Askeri Rüştiyesinden üstün başarıyla mezun oldu. Artık askerî idadide (lise) öğrenimine devam etmesi gereken Atatürk, Selanikten İstanbula gelmeyi düşünüyordu. Ancak sınav mümeyyizlerinden Hasan Beyin tavsiyesiyle Manastır şehrindeki Manastır Askerî İdadisine yazıldı.
Manastır Askerî İdadisi
Makedonyanın en gelişmiş şehri olan Selânikte, yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Atatürk, renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir vizyon kazandı.
Manastır Askerî İdadisindeki eğitimi sırasında, arkadaşlarından Ömer Naci, Atatürkün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemalden ve eserlerinden ciddi şekilde etkilendi. Kitabet öğretmeni Mehmet Asım Bey, Atatürkün şiir ve edebiyata olan eğilimini fark edip, onunla askerlik mesleğine yönelmesi gerektiğiyle ilgili konuştu. Ancak, Atatürk için hitabet her zaman çok önemli oldu, ayrıca yazma tutkusu da devam etti. Konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti:
Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği memnuiyeti unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bakiydi. Teneffüs zamanlarında hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk.
Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey de Atatürkle yakından ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir kurmay subayının mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı için Fransızca derslerine büyük önem veriyordu. Ancak Fransızcası diğer derslerine göre zayıf olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde gittiği Selanikte College des Frères de la Sallein özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın arkadaşı Fethi Okyarın da desteğiyle Fransız ihtilalinin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisi arttı. O dönem ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri Conker, Salih Bozok ve Fuat Bulcayla da tanıştı. Atatürkü en çok etkileyen derslerden biri de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (5. Dönem diyarbakir Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu ile Atatürke yeni ufuklar açtı. İdadide başlayan tarih sevgisi hayatı boyunca devam etti.
Manastır Askerî İdadisindeki eğitimi sırasında Atatürkü en çok etkileyen olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusunun savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle dolmuştu. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde bulunsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz vatan sevgisiyle kabına sığmaz olan Atatürkün bu özelliği hayatı boyunca devam edecekti. Manastır Askerî İdadisinin en parlak öğrencilerinden biri olan Atatürk, İdadideyken, bıkıp usanmaksızın çalıştı,kendisini son derece bilinçli olarak geleceğe hazırladı. Sonunda 1898 yılının kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54 kişilik sınıfın ikincisi olarak, dereceyle okulunu bitirdi.
Okul sicilindeki bilgilere göre Atatürk, son derece yetenekli, ama kendisiyle kolayca samimi ilişkiler kurulması güç bir karaktere sahipti. İdadî öğrenimi boyunca, vatansever, kendini her konuda geliştiren, ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan, azimli, kendine güveni sonsuz, seçkin ve iyi giyinen bir öğrenci oldu. Dünyayı ve günceli sürekli olarak takip eden, çalışkanlığının yanında sosyal hayatta da oldukça başarılı olan Atatürk, dünyanın nimetlerinden faydalanan ama başarıya ulaşmak için de çok çalışan bir yapıdaydı.
İstanbul Harp Okulu ve Akademisi
Atatürk, İstanbula gelerek 13-mart 1899da Harp Okulundaki eğitimine başladı. Apolet numarası 1283tü. Okula başladıktan 2 ay sonra arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu oldu. Burada yıllarca dost kalacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüzle tanıştı.
Harp Okulundaki birinci yılı gençlik hayalleri ve çok sevdiği İstanbulun çarpıcı havası içinde geçiveren Atatürk, sınavlarını başarıyla vererek ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağırlığı sosyal hayata vermesine rağmen oldukça başarılı olan Atatürk, İkinci ve üçüncü sınıflarda dersleriyle çok daha fazla ilgilenmeye başladı. Zira Harp Okulunda dereceye girmek oldukça önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına ayrılmak okulda üstün başarı göstermekle mümkündü. Atatürk, 3. Sınıfta 459 öğrenci arasından 8. olarak dereceye girdi ve kurmaylığa hak kazandı. Sicil numarası 1317-P.8(1901-P.8)di.
Mustafa Kemal 10-ocak 1902de teğmen rütbesi ile Harp Akademisinde öğrenimine başladı. Sınıfta topçu ve süvari okullarından gelenlerle birlikte 43 öğrenci vardı.
Mustafa Kemal Harp Akademisinde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfeden Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuatın babası İsmail Fazıl Paşanın evinde kendisini mahçubiyetle dinleyen Atatürkle konuşup şunları söylemişti;
Mustafa Kemal Efendi oğlum görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen bizler gibi yalnız Erkân-ı Harb zabiti olarak normal hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma, sen de memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.
Gelecek günler Osman Nizami Paşanın görüşlerini haklı çıkaracaktı.
Harp Akademisinin öğretmenleri dil bilen, iyi yetişmiş ve seçkindiler. Akademideki sınıf arkadaşı Asım Gündüze göre, Atatürk Fransızcasını ilerletmek için Fransız bir bayandan ders aldı. Bu dönemde paristeki Jön Türk gazeteleri ile Fransızca gazetelerini getirtiyor ve arkadaşlarını etkilemeye çalışıyordu. Siyasal düşüncelerinin Harbiye Okulunda olgunlaşmaya başladığını söyleyen Atatürk, bir yandan öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor bir yandan da ülkenin kaderine kafa yoruyordu. Zira ülkenin siyasetinde yanlışlar olduğunu fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını isteyen Atatürk, Harp Okulunda başladıkları el yazısı ile gazete hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Gazete az kullanılan bir dershanede hazırlanıyor, elden ele dolaştırılıyordu. Konuyla ilgili olarak şunları dile getirdi;
Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye talebesine bu keşfimizi (Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğu konusundaki keşfi) anlatmak hevesine düştük. Mektepte el yazısıyla bir gazete tesis ettik. Sınıf dâhilinde ufak teşkilatımız vardı. Ben heyet-i idareye dâhildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.
Ancak bir süre sonra durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından öğrenildi. Bu durumla ilgili bilgi alan akademi komutanı bir gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı ve öğrencileri suçüstü yakaladı. Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert bir ihtarla yetindi. Fakat Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara vermediler. Bir ev tutarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler ancak bir muhbir tarafından ele verilerek tutuklandılar. Meslek hayatlarını söndürmeyen ancak birkaç ay hapiste kalmalarına neden olan olay sonrasında serbest bırakıldılar. Mustafa Kemal 11-ocak 1905te üç yıllık notlarının toplamına göre akademiyi beşinci olarak bitirdi. Atatürk, Harp Akademisi yıllarını yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemalin düşüncelerini izleyip, bunları okul içinde yayarak geçirdi. Askeri eğitimi boyunca yabancı dil, şiir, dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık olunmayan konularla ilgilendi.
İlk Askeri Tecrübeler
Atatürk ilk görevi için sama gönderildi. 19051907 yılları arasında Şamda 30.süvari alayında bölük komutanı olarak görev yapan Atatürk, 29. süvari alayında bölük komutanı olan arkadaşı Lütfi Ümit Beyle ev tutup birlikte yaşamaya başladı. Kılıç Ali, o dönemle ilgili bir durumu daha sonra şu şekilde anlatacaktı;
Aradan bir müddet geçtikten sonra, günün birinde kumanda etmekte oldukları bölüklerinin alaylarıyla birlikte vazife alarak Havran havalisine hareket etmek üzere olduklarını haber alınca her ikisi de hayretler içinde kalmışlar. Kendilerine haber vermeksizin kıtalarının hareket etmiş olmalarına hiçbir mana verememişler. Bu vaziyet karşısında Mustafa Kemal fena halde sinirlenmiş. Kendilerine karşı lakaydi gösteren kıtalarının kumandanına yaptığı şikâyetten bir netice alamayınca doğrudan doğruya ordu kumandanına şikâyete karar vermiş. Fakat bu sefer de ordu kumandanından beklediği hassasiyeti görememiş. Bunun üzerine işi enerjisiyle halletmeye karar vererek harekete geçmiş ve arkadaşı Lütfi Müfit Beye de kendisini takip etmesini istemiş. Kumandanların istihfaf ve istememelerine rağmen onlar da bu harekâta iştirak etmişler. Meğer süvari kıtasının aldığı vazife aynı zamanda on senelik verginin tahsiliymiş. Atatürk, bu vergi tahsilâtı esnasında köylülerin çektikleri zahmetleri, uğradıkları mezalimi ve o sırada yapılan suiistimalleri nefretle anlatıyor ve kıtanın aldığı vazifeyi haydutluk diye tavsif buyuruyordu. Bir gün alay zabitlerinden biri Lütfi Müfit Beye yapılan yolsuzluklara göz yumması için altın para teklif etmiş. Müfit bey bu teklifi reddetmekle beraber Mustafa Kemal Beyi de haberdar etmiş. Mustafa Kemal, Müfit Bey sormuş: Müfit, sen bugünün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının mı?Müfit bey derhal bu suale: Elbette yarının adamı olmak isterim diye yanıt vermiş. Müfit Beyin bu cevabı o zaman Atatürkün o kadar hoşuna gitmiş ki, bunu daima anlatırlar ve: Elbette o teklif edilen parayı alamazdı ve almadı. Çünkü o, bugünün adamı değil yarının adamı olmak istiyordu diye Müfit Beye iltifatta bulunurlardı.
Kılıç Alinin anlattığı bu önemli durum, Atatürkün rüşvete ne kadar karşı olduğunu, her daim dürüstlüğü ön planda tuttuğunu, haksızlığa gelemediğini ve kafasının ülkesinin geleceğinde olduğunu göstermekteydi. Rüşvet olayını namus meselesi olarak görmesinin ötesinde, bunu tarih ve gelecek bilinci içinde değerlendirmekteydi.
Atatürk ilk askeri tecrübesini yaptığı Şamdaki görevini 1907′de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) olarak tamamladı. Daha sonra Manastırda III. Orduya atandı ve 19-nisan 1909′da İstanbula giren Hareket Ordusunda Kurmay Başkan olarak görev aldı. 1910 yılında fransaya gönderilen Atatürk, Picardie Manevralarına katıldı.
Komutanlık Dönemi (1911 1919)
1911de, İtalyanların Trablusgarpa hücumu ile başlayan Trablusgarp Savaşında, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22-aralik 1911′de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandıktan sonra 6-mart 1912′de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912′de Balkan Savaşı başlayınca Atatürk, Gelibolu ve Bolayırdaki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve Edirnenin geri alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ateşe Militerliğine atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Hayatının ilk aşkını Sofyada bir Bulgar kızı ile yaşadığı söylenmekteydi.
1914te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı ve osmanli-imparatorlugu da savaşa girmek zorunda kalmıştı. Atatürk, 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağda görevlendirildi. 18-mart 1915′te canakkale-bogazinı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadasına asker çıkarmaya karar verdiler. 25-nisan 1915′te Arıburnuna çıkan Liman Von Sanders yönetimindeki düşman kuvvetlerini, Atatürkün komuta ettiği 19. Tümen, Conkbayırında durdurdu. Çanakkalede kahramanca savaşan Atatürk, Çanakkale geçilmez! sözünün de doğduğu bu büyük askeri başarısıyla albaylığa yükseldi.
İngilizler 67-agustos 1915′te Arıburnunda tekrar taarruza geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 910-agustosta komuta ettiği ordusuyla Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17-agustostaki Kireçtepe ve 21-agustostaki II. Anafartalar Zaferi takip etti.
Atatürk, Çanakkale Savaşlarından sonra 1916′da Edirne ve Diyarbakırda görev aldı. 1-nisan 1916′da tümgeneralliğe yükseldi ve Ruslarla savaşarak Muş ve Bitlisin geri alınmasını sağladı. Şam ve Halepteki kısa süreli görevlerinden sonra 1917′de İstanbula giden Atatürk, Veliaht Vahdettin Efendiyle Almanyaya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalanıp, viyanaya ve Karisbada giderek tedavi oldu. Atatürk, 15-agustos 1918′de Halepe 7. Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı kahramanca savaştı. Mondros Mütarekesinin imzalanmasından bir gün sonra, 31-ekim 1918′de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13-kasim 1918′de İstanbula gelip Harbiye Nezaretinde (Bakanlığında) göreve başladı.
Kurtuluş Savaşı Yılları (1919 1923)
Mondros Mütarekesinden sonra İtilaf Devletlerinin anadoluyu işgal etmeye başlamaları üzerine, Atatürk, 9. Ordu Müfettişi olarak 19-mayis 1919′da Samsuna çıktı. 22-haziran 1919′da Amasyada yayımladığı genelgeyle Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını ilan edip, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresine başkanlık etti. 23-temmuz 7-agustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi öncesinde, Osmanlı ordusunu bırakıp, Kuvayi Milliye lideri oldu. Kuvayi Milliye Arapça kökenli bir sözcüktü ve ulusal kurtuluş ordusu anlamına geliyordu. Atatürkün Kuvayi Milliye tanımı şu şekildeydi:
Hükümet merkezi düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan, doğruya ulusun kendisine kalıyordu İşte buna Kuvayi Milliye diyoruz.
Kuvayi Milliye sırasında Atatürk kendisine ilk nüfus kaydını ve nüfus cüzdanını verecek olan Erzurumun manevi hemşerisi seçildi. 4 11-eylul 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresini toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesi için çalıştı. 27-aralik 1919′da Ankarada heyecanla karşılanan Atatürk, 23-nisan 1920′de Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir diyerek turkiye-buyuk-millet-meclisini açtı. tbmm, ulusal kuvvetlerin tek merkezde toplanması ve Türkiye Cumhuriyetinin kurulması yolunda çok önemli bir adımdı. Erzurum Milletvekili olan Atatürk, Meclis ve Hükümet Başkanlığına seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, kurtulus-savasinın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. 15-mayis 1919′da Yunanlılar izmiri işgali etmişti. Türk kurtuluş mücadelesi bu işgal sırasında Hasan Tahsin tarafından düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10-agustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşmasını imzalayarak Osmanlı İmparatorluğunu aralarında paylaşan Birinci Dünya Savaşının galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen ulus güçleriyle savaşıldı. Ancak işgalci emperyalist devletlere karşı başarılı bir mücadele için düzenli bir ordu gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurarak Kuvâ-yi Milliye ve ordu bütünleşmesini sağladı. Savaş zaferle sonuçlandı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları ise şöyleydi:
Sarıkamış (20-eylul 1920), Kars (30-ekim 1920) ve Gümrünün (7-kasim 1920) kurtarılışı
cukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 10-ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23-mart 1-nisan 1921)
Kütahya-eskisehir Muharebeleri (10 24-temmuz 1921)
Sakarya Zaferi (23-agustos 13-eylul 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26-agustos 9-eylul 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921′de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürke Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24-temmuz 1923′te isvicrenin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşmasıyla sona erdi. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı ve Türkiye Cumhuriyeti Lozan Antlaşması temelleri üzerine kuruldu. new-york-times Kurtuluş Savaşını kazanmamız, bağımsızlığımıza kavuşmamız ve Lozan Antlaşmasının başarısı üzerine şunları yazacaktı:
Lozanı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asyanın Avrupaya karşı kazandığı ilk zafer.
23 Nisan 1920′de Ankarada TBMMnin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyetinin kurulması yönünde en büyük adım atılmıştı ve yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin, Kurtuluş Savaşını başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı ve 1-kasim 1922′de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı. Ardından da önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3-mart 1924) kaldırıldı. Gazi Atatürk, Eylül 1923′te başlattığı kurtuluş mücadelesini siyasi harekete dönüştürdü ve Türkiyenin ilk partisi olan daha sonradan adı cumhuriyet-halk-partisi olacak Halk Fırkasını kurdu. 29-ekim 1923′te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi resmen kabul edildi ve Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30-ekim 1923 tarihinde İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyetinin ilk hükümeti kuruldu.
Cumhurbaşkanlık Dönemi (19231938)
Türkiyenin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, anayasa gereğince dört yılda bir yeniden yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1927, 1931, 1935 yıllarında olmak üzere üst üste toplam 3 kez TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk, 1520-ekim 1927 tarihleri arasında Kurtuluş Savaşını ve Cumhuriyetin kuruluşunu anlatan büyük yapıtı nutuku (Söylev), 29-ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutkunu okudu. Nutuk, ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini anlatıyordu ve mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki aşamasında yapılması gerekenler konusunda da önemli bilgiler veriyordu. Türkiye için oldukça değerli olan bir konuşmaydı.
2587 sayılı kanunla 24-kasim 1934 tarihinde ülke için yaptıkları, kazandığı zaferler ve Türklerin babası olması dolayısıyla Mustafa Kemale Atatürk soyadı verildi. Atatürk 1930′lu yıllarda eski Yunan başbakanı Venizelos tarafından nobel-baris-odulune aday gösterildi.
Sinsi Hastalık Siroz
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarpa giderken attan düştüğü için İskenderiyede tedavi gördüğü Salih Bozokun anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve Viyanada tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918de avusturyada Karlsbad kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürkün Millî Mücadele yıllarında da böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında, Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından itibaren Atatürkün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici tedbirlerle yetinmişti.
Atatürkün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belgerdi. 22-ocak 1938de Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelpin teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1-subatta Gemlik Suni İpek Fabrikasını, 2-subatta Merinos Fabrikasını açmak için Bursaya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün dolmabahce-sarayina döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
25-subat 1938de Ankarada gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması üzerine, 6-mart 1938de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransadan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28-mart 1938de siroz teşhisini doğrulayan Fiessingerin Atatürke :Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz dediği söylenmekteydi. Fiessingerin ifadesini beğenen Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.
Hükümet ilk defa 30 Mart 1938de, Cumhurbaşkanı Atatürkün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessingerin muayenesi sonucunda Atatürkün sağlığında endişe edilecek bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu.
Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransanın Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiyenin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20-mayista Mersinde askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24-mayista Adanadaki askerî birlikleri denetledi ancak ankaraya döndüğünde bitkindi. Ankarada sadece bir gün kaldıktan sonra 26-mayista İstanbula hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankarayı bir daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsünü inşa eden mühendis John Roeblingin kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürkün ölümcül hasta olduğu dönemde İstanbula geldi. Atatürk, Savaronada geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenledi, romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
29-mayista yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1-haziranda Savarona yatına yerleşmiş 25-temmuz 1938e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8-temmuzda Prof. Fiessinger 2. defa İstanbula geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessingerın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9-temmuzda Savaronada Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16-temmuzda 3. defa İstanbula gelerek, Atatürkün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25-temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayinda Başbakanını, Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini sürekli olarak izliyordu. 3-eylul 1938de Hatay Devletinin kuruluşunu Türkiye Cumhuriyetinin bir başarısı olarak coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5-eylulde vasiyetini yazdı. 6-eylulde Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbula gelerek, Atatürkün karnında toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylülde düzenlenen raporda kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve yatakta dinlenilecekti.
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi. 16-ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19-ekime kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23-ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı. 20-ekimde koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankaraya gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekimde bağrından çıktığı orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.
1-kasim 1938de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürkün yerine Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son 6-kasim tarihinde görüştü. 7-kasimda karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8-kasimda Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9-kasim 1938de saat 24de yayınladığı bildiride Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı nı vurguladı.
10-kasim Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05te hayata veda etti.
Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
Türk Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evlâdını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı ve derin taziyelerimizi sunarız Ölmez olan onun büyük eseri Cumhuriyet Türkiyesidir Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milletine güvendi Ebedî Türk Milleti, onun eserlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır
Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiyenin millî kahramanının tabutu, 16-kasimda Dolmabahçe Sarayında hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile getirdi.
19-kasimda kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürkün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürkün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmitte özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren, 20-kasim günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101 tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürkün tabutu TBMMde hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürkün naaşı 21-kasimda düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesinde hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı. Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını uğurluyordu. Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet ve bağlılığını, 11-kasimda oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21-kasim 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:
Devletimizin bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi (hizmet edeni); İnsanlık idealinin mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk; Vatan sana minnettardır. Bütün ömrünü hizmetine verdiğim Türk milleti ile beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz
Atatürk ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953′ te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan Anıtkabir e nakledildi. O, Türk ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.
Atatürkün Kişiliği
Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı. Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürkü yakın çevresindekiler, akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe, sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun Karizmatik kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.
Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük Nutuku yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için, sürekli olarak okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt Türk Milletinin gece bekçisi ifadesini kullanmıştı.
Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu için Büyük Nutuku yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:
Büyük Nutuku yazdığı dönemde Atatürkün tam üç boyunca kendi isteğiyle içki boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp kalıyordu. Atatürkün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat o binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, Beni mi istiyorsunuz? diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.
Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşını kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşının çıkacağı, Kral Edwardın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolininin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattının aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Bakerin amerikayla ilgili Atatürke sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletlerinin savaş çıktığı takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır. Bundan başka, Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansına Rauf Bey yerine İsmet Paşayı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve önyargısız davranıyordu.
Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir lider olarak oldukça başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiyeye geleceği zaman, Ankara Halk Evi binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip diktirtmiş ve özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiyeye ziyarette bulunan bir başka lider olan Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında japonyanın tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürkün bilgisi karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden mısralar da okuyan Atatürkün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran kalmıştı. Zira Atatürkün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürkten duyuyordu. Herkesi kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı.
Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek, yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti. Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyeti de yüceltmiş oluyordu. Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.
Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:
Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.
Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri bir bir çıkıyordu. Mazhar Müfit Kansu, onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde oldukça olumlu sonuçlar verecekti.
Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni tamdı. İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında Padişaha karşı çıkmaması, Çerkez Etheme son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affediyor, olanları unutuyordu.
Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona hayran olduğu söylenmekteydi.
Ahmet Haşim, Atatürkün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
Gördüğüm fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi bir çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar Bütün zemberekleri çelikten önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.
Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı. Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu Korku bilmeyen adam olarak tanıdım demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, Ölüm ondan korktu ifadesini kullanmıştı.
Mahmut Yesarinin ağzından Atatürkün cesareti:
Onu ilk defa siperde gördüm. Çanakkalede Anafartalar grubu komutanıydı. Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti. Kendisi miralaydı, maiyetinde, kolordu kumandanı mirlivalar vardı. O, paşalara kumanda eden bir Beydi. Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da görmüştüm. Enver Paşanın cesareti, ataklığı dillere destandı. Ben lapacı padişaha vekâlet eden başkumandan vekilinin gözlerinde daima bir komiteci hilekârlığı gördüm. Çanakkalede çarpışan Türk kuvvetlerinin başına hangi sakat endişelerle musallat edildiğine bir türlü akıl erdiremediğim Alman kumandanının, ateş hattına geldiği zaman birdenbire yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını görünce, yere diz çökerek kendi dilince şahadet eder gibi saklandığını da gördüm. O, sipere bir salona giren bir erkânıharp zabiti gibi girdi ve sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken, günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum, fakat O, boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. Düşman siperlerine bakmak! Bu hiç de kolay değildi. Düşman, ateşten göz açtırmazdı. O, bu Göz açtırmayan ateşe Gözlerini kırpmadan bakardı. Onu ben ilk defa Korku bilmeyen adam olarak tanıdım.
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi. Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü. Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürkün kendi malvarlığını bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliğini hazineye devretmişti. Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbayın belirttiğine göre, Atatürk, zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka, mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürkün kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Foxa çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmirin Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahaneydi.
Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan oguzlara ithaf ettiği Hakikat Nerede? isimli şiiriydi;
Hakikat Nerede?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asyanın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupanın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk, bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede,
Hakikat nerede?
Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliğine gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
Atatürk, 19151937 yılları arasında birçok kez İstanbuldaki Pera Palas Otelinde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbulun işgali sırasında Atatürk, annesinin Beşiktaş Akaretlerdeki evi işgal kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera Palas ın birinci katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada fikir arkadaşlarıyla buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı denilebilir. Bu oda 1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban ın büyük yardımlarıyla bir Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.
Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Hayatı (Biyografisi - Geniş Açıklama)
Atatürkün Özel Hayatı
11-eylul 1922de, Türk ordusunun İzmire girişinin ikinci gününde Atatürkün şehre geldiğini duyan Latife Uşşaki, onunla tanışmak için her gün karargâha gidiyor, ancak Atatürkle görüştürülmüyordu. Bir gün, nöbetçinin meşguliyetinden yararlanıp içeri giren Latife Hanım, Atatürkle konuşma fırsatı bulmuştu.
O dönemde İzmirde birçok yangın çıktığı için Atatürke, daha güvenli olacağını düşündüğünden, karargâhını babasının Göztepedeki köşküne taşıması teklifinde bulundu. Uşşaki ailesi Atatürkü 20 gün köşklerinde ağırladı. Bu dönemde arkadaş olan Atatürk ve Latife Hanım, daha sonra da haberleşmeye devam ettiler. Ancak Latife Hanım, köşklerinde kaldığı süre içinde Atatürke âşık olmuştu ve bunu dolaylı olarak dile getiriyordu. Zira ortalıkta pek görünmemesine rağmen her gece Atatürkün yastığının üzerine kırmızı bir gül bırakıyordu.
1898 doğumlu Latife Uşşaki, İzmirin tanınmış ailelerinden Uşakizade (sonra Uşşaklı) Muammer Beyin kızıydı. İzmir Lisesini bitirdikten sonra, Paristeki Sorbonne Üniversitesinde hukuk okumuştu. Londrada dil öğrenimi gördükten sonra kurtulus-savasi henüz bitmeden İzmire ailesinin yanına dönmüştü.
Atatürk, Latife Hanımın eğitiminden ve zekâsından çok etkilenmişti. Ancak Atatürkün hayatında ona büyük bir aşkla bağlı olan Fikriye Hanım vardı. Atatürk ve Fikriyenin yolları Zübeyde Hanımın ikinci evliliği nedeniyle kesişmişti. Zira Fikriye, Atatürkün üvey babası Ragıp Beyin kız kardeşinin kızıydı. Yani onun üvey kuzeniydi. Atatürk yüzbaşı olduktan sonra arada sırada geldiği ailesinin evinde, Fikriye ile tanışmıştı. Fikriye ise, bir dönem Mısırlı zengin bir adamla evli kalıp boşanmış, ardından İstanbul a dönerek Zübeyde Hanımların evine yerleşmişti. Zübeyde Hanım, Fikriye yi çok sevmesine rağmen, Atatürkün kız kardeşi Makbule ondan hoşlanmıyordu.
Atatürkten sadece bir ya da iki yaş büyük olduğu tahmin edilen Fikriye Hanım, Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürkü yalnız bırakmamış, ona bakmış, Çankayada birlikte yaşamışlardı. Zira Kuvayi Milliye yi örgütlemek ve vatanı kurtarmak için çalışan Atatürk ün günlük işlerine yardım etmesi için güvenebileceği kadın bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Her ne kadar yardımcısı Bekir Çavuş Atatürke hizmet etse de, tüm bu işlere bir kadın elinin değmesi şart olmuştu ve akla gelen en uygun isim Fikriye Hanımdı. Ankaraya bu amaçla çağrılan Fikriye, kısa sürede tüm Çankaya tarafından benimsenmişti. Milli mücadele döneminde sabaha kadar odasında çalışan Atatürk ü kahvesiz bırakmamak için ona yardımcı olan Fikriye Hanım, çok geçmeden bu karizmatik lidere aşık oldu. Salih Bozok daha sonra yazacağı kitapta Fikriye Hanımı, ortadan az uzun, ince, kara kaşlı ve kara gözlü, aydınlık yüzlü, güzelden çok alımlı bir hanım olarak tasvir edecekti ve onun için şunları söyleyecekti:
Şahsi kanaatim, resimlerinden gördüğüm kadarıyla oldukça güzel ve tutkulu bir kadın. Sanki içime yay veya boğa burcuymuş gibi bir his doğuyor.
Atatürk, bu dönemde Türk ordusunun İzmire girişinden dolayı yapılan kutlamalar için İzmire gittiğinde Latife Hanımla tanışmıştı. Fikriye Hanım, gazetelerde Atatürk ve Latife Hanımı aynı karede gördüğünde onun için oldukça azap verici bir dönem başlamış oldu. Hem Milli Mücadele yıllarında Çankayada geceli gündüzlü çalışması hem de Latife Hanımla Atatürkün tanışması onu çok yıpratmıştı, zira bir süre sonra verem olacaktı.
Atatürk Fikriye Hanımın biran önce iyileşmesini istiyordu ve onu tedavi görmesi için munihteki bir sanatoryuma gönderdi.
Bu arada Atatürkün annesi Zübeyde Hanım da sağlık problemleri yaşıyordu. Tedavi için İzmire giden ve Latife Hanımların köşkünde ağırlanan Zübeyde Hanım, 14-ocak 1923te hayata gözlerini yumdu. Annesinin ölümü üzerine İzmire giden Atatürk, Latife Hanımla 29-ocak 1923te Muammer Beyin evinde, sade bir nikâh töreniyle evlendi. Mareşal Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir Atatürkün, Mustafa Abdülhalik Renda ile Salih Bozok ise Latife Hanımın tanıklarıydı.
Evlilik haberini Almanyada, tedavi gördüğü sanatoryumda alan Fikriye Hanım, Münihten Çankayaya geldi. Bu zamansız dönüş oldukça acı biçimde sonuçlanacaktı. Atatürkü görmek için köşke geldiğinde Latife Hanımla Atatürk kahvaltı etmekteydi. Atatürke Fikriye Hanımın köşke geldiği haberi verildi ancak Latife Hanım öfkeden çılgına dönerek Fikriye Hanımın köşkten kovulmasını emretti. Fikriye Hanım itiraz etmeden faytona bindi, inanılmaz derecede üzgündü. Bu yüzden kendisine hediye edilen tabancayla yolda kendisini vurdu. Ancak konuyla ilgili farklı spekülasyonlar vardı.
Fikriyenin Atatürke duyduğu büyük aşk gibi, ölümü, son yolculuğuna nasıl uğurlandığı ve mezarının yeri de sırlarla dolu oldu. Zira ölüm nedeninin intihar olmadığını, cinayete kurban gittiğini ortaya atan görüşler vardı. Dönemin tek hastanesi olan Memlekete yetiştirilen Fikriyenin ölümü ile söylenenlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu.
Fikriye Hanımın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer daha sonra konuyla ilgili şu açıklamayı yapacaktı:
Anlatıldığına göre, halamı faytonun içinde sırtından vurulmuş olarak buluyorlar. Babam Enver Bey, o gün halamın ölümünden haberdar edilmiyor. Ertesi sabah sivil polisler Çankayadan gelen şifahi bir emirle babamı Ankaraya götürüyorlar. Babamın ısrarlarına rağmen halamın cesedi kendisine gösterilmiyor. Mezkûr tabanca dâhil merhumenin bütün şahsi eşyalarına el konuluyor. Bunun üzerine babam bir arkadaşıyla beraber halamın o gece kaldığı hastaneyi araştırıyor. Cinayet günü halamla aynı hastanede kalan bazı hastaların isim ve adreslerini tespit ediyorlar. Bu hastalardan biri Polatlı Çoban Hüseyinmiş. Hadise günü üst kat tamamıyla boşaltılırken, onu baygın zannedip başka koğuşa nakletmişler. Babamlar bu çobanı daha sonra köyünde bulmuşlar ve o gece ne olduğunu sormuşlar. Çoban Hüseyin aynen şunu söylemiş: O gece bir avrat getirdiler. Sabahlara kadar avazı dinmedi Alçaklar, katiller, vurdular beni diye bağırıyordu. Halam ertesi gün ölmüş.
Asker, devlet adamı, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanı, Türklerin babası, çağımızın en büyük lideri. Eşi görülmez başarılara imza atmış, ülkesi için hayatı pahasına kahramanca savaşmış, çökmüş bir imparatorluktan yeni, çağdaş ve dinamik bir ülke yaratmış, bugün Türk halkının bir bayrak altında bağımsız şekilde yaşamasını sağlamış ve turkiyeyi kurtarmıştır. Bayrağımızı ve topraklarımızı ona ve komuta ettiği binlerce Mehmetçiğe borçlu olduğumuz için yediden yetmişe şükran doluyuz. Zira Atatürk, kaderimizi değiştirmiş, boyunduruk altında olmadan yaşamamız için bize bu ülkeyi bırakmıştır. Ülkemizin en büyük tarihi sınavı olan kurtulus-savasinda Türk askerini komuta etmiş, ekonomik ve askeri açıdan yokluk sınırında olan ülkemizi azmi, sabrı, çalışkanlığı ve dehası sayesinde tek vücut haline getirip, bağımsızlığına kavuşturmuştur. Ülkemizin geleceğini her şeyin üstünde tutmuş, inkılâpları ve ilkeleriyle bugün Türkiyenin çağdaş milletler içinde hak ettiği yerde olmasını sağlamıştır. Arkasında çok daha iyi bir Türkiye ve dünya bırakarak hayata gözlerini yummuş olan Atatürk, hiç kuşkusuz Türklerin en büyük şansıdır. Hayatı boyunca sevilen, tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, entelektüelliği, hümanizmi, görgüsü, karizması ve eşsiz özellikleriyle dünyanın da hayran olduğu Atatürk, savaş yerine barışa, ayrılık yerine birlik ve beraberliğe sahip çıkmış, Türk bayrağı altındaki herkese ve tüm dünyaya şu önemli mesajı vermiştir: Yurtta Sulh, Cihanda Sulh
Atatürk, Türk ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür.
Atatürkün Kökenleri
Cumhuriyetimizin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürkün kökenleri Karaman Beyliğine uzanmaktadır. Babasının ailesi, anadolunun Türkleşmesinde önemli rol oynamış olan Kızıl-Oğuz ya da Kocacık Yörükleri denilen Türkmenlerden geliyordu. Fatih Sultan Mehmedin padişahlığı döneminde parçalanan Karaman Beyliğinin Yörük aşiretlerindendiler ve Karamanın Taşkale Köyünden Rumeliye göç ettirilmişlerdi. Atatürkün büyük dedesi olan Kırmızı Hafız Efendi, anne tarafından Gulalar baba tarafındansa Pınarlar olarak anılan ailelerin mensubuydu. 1850 yılında, Hafız Ahmet Efendi kardeşi Hafız Mehmet Eminle birlikte ticaret amacıyla Manastır şehrine gelmiş, daha sonra da Selanike yerleşmişti.
Atatürkün anne tarafının kökenleriyse, Orta Anadoludan getirilerek Batı Makedonyanın Sarıgöl Bucağına yerleştirilen, daha sonra Selanikin Lankaza(Lagaza) bölgesine göç eden ve Evlad-ı Fatihan olarak anılan yörüklere uzanıyordu. Atatürkün büyükannesinin adı Ayşe, dedesi ise Sofi-Zade Feyzullah efendiydi, Hasan ve Hüseyin isimlerinde iki çocukları vardı. Zübeyde Hanıma döneminde kadınların okula gitmesi yaygın olmadığı için, okuryazar oluşu nedeniyle Zübeyde Molla deniliyordu.
Atatürkün babası Ali Rıza Bey, Manastır vilayetinin Debre-i Bala sancağına bağlı Kocacık nahiyesinde doğdu. Ali Rıza Bey, bir süre Selanik Evkaf kâtipliğinde bulunmuş, 1876 yılında Selanik Asakir-i Milliye Taburunda birinci mülazım olarak görev almış, 1877deki Osmanlı-Rus Harbinde de savaşmış ve sonraları ticaret hayatına atılmıştı. Gümrük Muhafaza Teşkilatında memurluk yaparken Zübeyde Hanımla 1871 yılında evlenmelerine müteakip ilk çocukları Fatma dünyaya geldi. Ardından Ahmet (1874), Ömer (1875), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881), Makbule (Boysan, Atadan) (1885) ve Naciye (1889) isimlerinde beş çocukları daha oldu. Ancak Fatma dört, Ahmet dokuz, Ömer ise henüz sekiz yaşlarındayken, o dönemde Rumeliyi kasıp kavuran kuşpalazı (difteri) salgınından hayatlarını kaybettiler.
(Yüzbaşı Bakir Tosunun Tarihte Bozkır ve Çevresi Yelbeği adlı çalışmasında, Atatürkün soy ağacı hakkında detaylı bilgilere yer verilmiştir.)
Atatürkün Doğumu
Mustafa Kemal ATATÜRK, 1881 yılında, Selanikin Koca Kasım Paşa Mahallesi, Islahhane Caddesi üzerinde bulunan evde dünyaya geldi. Ali Rıza Bey, çocukken kazayla beşikten düşürüp ölümüne yol açtığı ve hiç unutmadığı kardeşinin ismini yeni doğan oğluna verdi: Mustafa.
Sarı saçlı, mavi gözlü bir bebek olan Mustafa, Rumi takvime göre 1296 yılında dünyaya geldiyse de, doğduğu ay ve gün hakkında kesin bir bilgi yoktu. Ancak kayıtlarda yer alan bilgilere göre Zübeyde Hanım oğlunu Erbain Soğukları sırasında doğurduğunu ve aklında kalan tarihin 23-aralik olduğunu belirtmişti. Bu tarih takvim farkı dolayısıyla 4-ocak 1881i göstermektedir.
Selanik arşiv belgelerinden edinilen bilgilere göre, Atatürkün doğduğu ve şu anda müze olan ev, 1870 yılından önce Rodoslu hoca Hacı Mehmed tarafından yaptırılmış, önce İbrahim Zühdü, daha sonra da Abdullah Ağa ve eşi Ümmü Gülsüme satılmıştı.
Ali Rıza Bey, babasının Subaşı Mahallesindeki evinde eşi Zübeyde Hanım ve çocuklarıyla birlikte 1878 yılına kadar ikamet etmiş, daha sonra Atatürkün doğacağı evi kiralayıp yerleşmişti. 1880 yılında belalısı bir Rum eşkıya tarafından kaçırılan Ali Rıza Beyin hayatından ümit kesildi. Sonradan yüksek bir haraç ödeyerek kurtuldu.
Atatürkün doğduğu ev, etrafı yüksek duvarlarla çevrili, harem ve selamlığı olan üç katlı, klasik bir evdi. Dönemin belgelerine göre, bir bab fekani oda, bir divanhane, bir tahtessema, iki bab tahtani oda, bir çeşme ve avludan oluşuyordu. Dış yüzeyi pembe boyalı olup, alt pencerelerine emir, üst pencerelerine de ahşap kafesler yapılmıştı. Atatürk evin ikinci katındaki sol tarafa düşen ocaklı odada dünyaya gelmişti.
29-ekim 1933te, Cumhuriyetin Onuncu Yıl Dönümü dolayısıyla, Selanik Belediyesi, Türk-Yunan dostluğu ve Balkan Konferansının bir hatırası olarak, Atatürkün doğduğu evin çift kanatlı kapısının sağ köşesine mermer bir plaka yerleştirdi. Plakanın üzerinde Türkçe, Elence ve Fransızca olarak şu ifade yer aldı: Türk milletinin büyük müceddidi ve Balkan ittihadının müzahiri GAZİ MUSTAFA-KEMAL burada dünyaya gelmiştir. İş bu levha Türkiye Cumhuriyetinin onuncu yıldönümü münasebetiyle konulmuştur. Atatürkün doğduğu ev bugün Selanikin Aya Dimitriya Mahallesindeki Apostolu Pavlu Caddesi üzerinde 75 numaradadır, bitişiğinde Türk Konsolosluğu vardır.
Atatürkün Çocukluğu ve Eğitimi
Atatürk mütevazı bir aileden geliyordu. Onun bu özelliğinin ileride halkın nabzını tutmasını bilmesinde, halkın eğilimlerini sezmesinde büyük faydası olacaktı. Yakınları onun bir halk çocuğu olmakla övündüğünü ifade etmişlerdi. Atatürk 4 yaşındayken kız kardeşi Makbule Boysan Atadan dünyaya geldi. Diğer kardeşlerini çocuk yaştaki ölümleri nedeniyle hiç tanıyamayan Atatürkün çocukluk yıllarına dair kayıtlarda yer alan bilgiler sınırlıdır. Atatürk, okul çağına geldiğinde, eğitimi konusunda annesiyle babası arasında görüş ayrılığı belirdi. Geleneklere bağlı olan ve Hacı Sofi gibi dinine bağlı bir aileden gelen Zübeyde Hanım, eğitim sisteminin karışık olduğu bu dönemde, Atatürkün dini eksende eğitim veren Mahalle Mektebine gitmesinde ısrarcı davranıyordu. Aydın görüşlü olan Ali Rıza Beyin tercihi ise yeni açılan ve döneme göre oldukça modern bir anlayışla kurulan Şemsi Efendi İlkokulundan yanaydı. Zira okulun kurucusu olan ve okula kendi ismini veren Şemsi Efendi, okulunda ezbercilik yerine katif metodu uygulatıyordu, ayrıca okulun kız bölümünü de açmış olan aydın bir eğitimciydi. 1873 yılında Selanikte valilik görevine başlayan Mithat Paşa, başarılarından dolayı Şemsi Efendiye padişah nişanı vermişti.
Ali Rıza Beyin önerisiyle okul konusundaki ikilem çözümlendi. Buna göre Atatürk, önce ilâhîlerle ve dinî bir törenle mahalle okuluna başlayacak, birkaç gün sonra da Şemsi Efendi okuluna geçecekti. Şemsi Efendi Okulunda dönemin mahalle okullarından farklı olarak yeni öğretim metotları uygulanmakta ve kara tahta, tebeşir, silgi, öğretmen masası, okumayı kolaylaştıracak levhalar gibi yeni araçlar kullanılmaktaydı. Atatürkün pedagojik esaslara göre eğitim veren bu okulda öğrenim görmesi gelişmesinde oldukça etkili oldu. Zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda arkadaşlarının ve öğretmenlerinin sevgisini kazanan Atatürk, matematikteki üstün başarısıyla da dikkat çekiyordu.
Bu arada gümrük memurluğunu bırakan, kereste ve ardından da tuz işine giren Ali Rıza Bey, Rum eşkıyalar ve tuzların erimesi nedeniyle ticaret hayatından çekilmişti. Memuriyete tekrar giremeyen Ali Rıza Bey bir süre sonra hastalandı ve 1888de hayatını kaybetti. Babası öldüğünde Atatürk 7 yaşında, kız kardeşi Makbule ise henüz 3 yaşındaydı.
Babasının ölümü üzerine okuldan ayrılmak zorunda kalan Atatürk ve ailesini zor günler bekliyordu. Eşini kaybettiğinde kızı Naciyeye hamile olan Zübeyde Hanım, 1890ta doğum yaptı. Maddî durumu yetersiz olan Zübeyde Hanım çocuklarını alarak Langazada tarım işiyle uğraşan ağabeyi Hüseyin Ağanın çiftliğine yerleşti. 1901 yılında Atatürkün kız kardeşi Naciye, verem hastalığına yakalanıp hayatını kaybetti. Babasını ve kısa bir süre sonra kız kardeşini kaybetmenin derin üzüntüsünü yaşayan Atatürkün, dayısının çiftliğinde ailenin erkeği olarak aldığı sorumluluklar artmıştı. Çiftlikte geçen bu dönemde Atatürk doğayla iç içe oldu, dayısına işlerinde yardımcı olduğu için el becerileri arttı. Ancak Zübeyde Hanım oğlunun öğreniminin yarım kalmasından üzüntü duyuyordu. Onun caminin imamından ve özel öğretmenden aldığı eğitim yetersiz kalınca Zübeyde Hanım Atatürkü, iyi bir eğitim görmesini sağlamak için halasının yanına, Selanike gönderdi.
Bu arada abisine daha fazla yük olmak istemeyen ve aldığı küçük emekli aylığı ile geçinmekte zorluk çeken Zübeyde Hanım, Selanik Gümrükler Başmüdürü Ragıp Bey ile evlendi. Ragıp Beyin önceki evliliğinden dört çocuğu vardı. Bu evlilik, babasının hatırasına saygı gösterilmediğini düşünen Atatürkü kızdırmıştı. Annesinin ikinci kez evlenmesini içine sindiremeyen Atatürk, uzun süre annesini aramadı. Ancak bu düş kırıklığı onun çalışma azmini arttırdı. Zira küçük yaşta babasını kaybetmesi de onun kendi ayakları üstünde durma gücünü kazanmasını ve hayatta başarılı bir şekilde mücadele etmesini sağladı. Prof. Dr. Şerafettin Turanın Mustafa Kemal ATATÜRK biyografisinde konuyla ilgili olarak şu bilgilere yer verilmişti:
Zübeyde Hanımın Ragıp Bey ile ikinci bir evlilik yapması, ana ile oğul arasında dikkatlerden kaçmayan bir sorun da yaratmıştı. Ragıp Bey, Teselya Yenişehirden Selanike göçmüştü. Eşini yitirmiş, dört çocuğuyla dul kalmıştı. Süreyya ve Hakkı adlarında 2 oğlu ile birinin adı Rukiye olan 2 kızı vardı. Zübeyde Hanımla evlendiğinde Mustafa ve Makbule kardeşler için psikolojik de olsa bir üvey baba ve üvey kardeşler sorunu baş göstermişti. Makbule bu yeni hayata ayak uydurmakta gecikmemişti ama Mustafa üvey babanın bulunduğu çatı altında oturmak istememişti. Atatürk yaşamının sonlarında üvey babasından söz ederken Bana karşı çok saygılı davranmış, büyük adam muamelesi etmiştir. diye olumlu bir görüş sergilemişti ama evden ayrılışını Afet İnana babasını yitiren bir çocuğun isyanı olarak şöyle açıklamıştı: Anamın böyle bir aile bağı yapmasını takdir ettim. Ancak çocukluk duygum isyandan ibaretti.
Selanik Askeri Rüştiyesi
Selanikteki halasının yanına taşındıktan sonra Mülkiye İdadisine kaydolan Atatürk, bu okulda Arapça öğretmenliği yapan Kaymak Hafızdan sopa ile dayak yiyince, zaten orada okumasını istemeyen büyükannesi onu derhal okuldan aldırdı. O dönemde okul formasını çok beğendiği komşularının oğlu Askeri Rüştiyeye gidiyordu. Ona özenen Atatürk, asker olmasını istemeyen annesinin karşı çıkmasına rağmen, gizlice, Selanik Askeri Rüştiyesinin sınavına girdi. Sınavı kazandığı haberini alan Atatürk 1893te yine gizlice bu okula kaydını yaptırdı. Selanik Askeri Rüştiyesinde, oldukça başarılı olan Atatürk sınıf başkanıydı ve üstün zekâsıyla matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendinin de dikkatini çekiyordu. Genç öğrencisinin yeteneklerinden oldukça etkilenen Yüzbaşı Mustafa Efendi onu benzersiz kılmak için adına Bilgi ve erdem bakımından olgunluk ve eksiksizlik anlamına gelen Kemal ismini ekledi. Genç Mustafa, o günden sonra Mustafa Kemal olmuştu. Atatürk, Selanik Askeri Rüştiyesindeyken, matematik öğretmeni Yüzbaşı Mustafa Efendinin mazereti olduğu zamanlarda, onun yerine birçok kez dersi vermekle görevlendirilmişti. Zira büyük önder, bununla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti;
Rüştiyede en çok matematiğe merak sardım. Az zamanda bize bu dersi veren öğretmen kadar belki de daha fazla bilgi edindim. Derslerin üstündeki sorularla uğraşıyordum, yazılı sorular düzenliyordum. Matematik öğretmeni de yazılı olarak cevap veriyordu.
turk-dil-kurumu Başuzmanı A.Dilaçarın, Atatürkün matematikteki üstün başarısıyla ilgili olarak 10-kasim 1971 tarihli yazısında belirttiğine göre, Atatürk ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, üçüncü Türk Dil Kurultayından (2431-agustos 1936) hemen sonra 19361937 yılı kış aylarında kendi eliyle Geometri adlı bir kitap yazdı. Kitap, matematik öğretmenleri ve bu konuda kitap yazacaklara kılavuz olması amacıyla 1937 yılında Kültür Bakanlığınca yayınlanmıştı. Atatürk, Geometri isimli yapıtında; Boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev, alan, varsayım gibi geometri ve matematikle ilgili terimlerin isim babası oldu ve bu terimleri Türk matematik bilimine kazandırdı.
Daha sonra ünlü bilim tarihçisi Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Atatürkün Geometri kitabı için Küçük fakat anıtsal bir yapıt yorumunu yapacaktı. Yapıtında yer alan her tanımı, her kavramı tüm öğeleriyle eksiksiz ve açık biçimde anlatan Atatürk, bunları örneklerle de açıklamıştı. Atatürkün türettiği matematik terimlerinin ve yaptığı geometri tanımlarının hemen hemen tümü bugüne değin değişmeksizin kullanıla gelmiştir. Onun türettiklerinden sadece birkaç terim sonradan küçük ölçüde değiştirilmiştir.
Atatürk, 1898de Selanik Askeri Rüştiyesinden üstün başarıyla mezun oldu. Artık askerî idadide (lise) öğrenimine devam etmesi gereken Atatürk, Selanikten İstanbula gelmeyi düşünüyordu. Ancak sınav mümeyyizlerinden Hasan Beyin tavsiyesiyle Manastır şehrindeki Manastır Askerî İdadisine yazıldı.
Manastır Askerî İdadisi
Makedonyanın en gelişmiş şehri olan Selânikte, yeni fikirlere açık bir ortamda kendini geliştirme imkanı bulan Atatürk, renkli etnik yapısıyla farklı din ve ırkların bir arada yaşadığı bu şehirde büyük bir vizyon kazandı.
Manastır Askerî İdadisindeki eğitimi sırasında, arkadaşlarından Ömer Naci, Atatürkün edebiyata ilgi duymasında rol oynadı. Şiir ve hitabet sanatıyla yakından ilgilenmeye başlayan Atatürk, Namık Kemalden ve eserlerinden ciddi şekilde etkilendi. Kitabet öğretmeni Mehmet Asım Bey, Atatürkün şiir ve edebiyata olan eğilimini fark edip, onunla askerlik mesleğine yönelmesi gerektiğiyle ilgili konuştu. Ancak, Atatürk için hitabet her zaman çok önemli oldu, ayrıca yazma tutkusu da devam etti. Konuyla ilgili olarak daha sonra şunları söyleyecekti:
Şiir yazmak hakkında idadi hocasının vazettiği memnuiyeti unutmuyordum. Fakat güzel söylemek ve yazmak hevesi bakiydi. Teneffüs zamanlarında hitabet talimleri yapıyorduk. Saati ellerimize alıyor, Bu kadar dakika sen, bu kadar dakika ben söyleyeceğim diye müsabaka ve münakaşalar tertip ediyorduk.
Fransızca öğretmeni Yüzbaşı Naküyiddin Yücekök Bey de Atatürkle yakından ilgileniyordu. Zira Atatürk başarılı bir öğrencisiydi ve bir kurmay subayının mutlaka bir yabancı dil öğrenmesi gerektiğine inandığı için Fransızca derslerine büyük önem veriyordu. Ancak Fransızcası diğer derslerine göre zayıf olan Atatürk, bunu çözmek için tatil dönemlerinde gittiği Selanikte College des Frères de la Sallein özel kurslarına devam ederek lisanını geliştirdi. Yakın arkadaşı Fethi Okyarın da desteğiyle Fransız ihtilalinin öncüleri Voltaire, J.J. Rousseau gibi filozofları tanıdı, tarih ve siyaset konusundaki bilgisi arttı. O dönem ayrıca sonradan sürekli işbirliği yapacağı arkadaşları, Nuri Conker, Salih Bozok ve Fuat Bulcayla da tanıştı. Atatürkü en çok etkileyen derslerden biri de tarihti. Zira tarih öğretmeni Kolağası Mehmet Tevfik Bey (5. Dönem diyarbakir Milletvekili) geniş kapsamlı bir tarih vizyonu ile Atatürke yeni ufuklar açtı. İdadide başlayan tarih sevgisi hayatı boyunca devam etti.
Manastır Askerî İdadisindeki eğitimi sırasında Atatürkü en çok etkileyen olay 1897 tarihli Türk-Yunan Savaşı olmuştu. Türk Ordusunun savaş meydanında parlak bir zafer kazanmasına rağmen barış masasında zararlı çıkmasına içerleyen Atatürk, coşkun bir vatan sevgisiyle dolmuştu. Bir arkadaşı ile gönüllü olarak savaşa katılmak için girişimde bulunsa da bu arzusunu gerçekleştirme imkânı bulamadı. Ancak sonsuz vatan sevgisiyle kabına sığmaz olan Atatürkün bu özelliği hayatı boyunca devam edecekti. Manastır Askerî İdadisinin en parlak öğrencilerinden biri olan Atatürk, İdadideyken, bıkıp usanmaksızın çalıştı,kendisini son derece bilinçli olarak geleceğe hazırladı. Sonunda 1898 yılının kasım ayında bütün derslerden tam not alıp, 54 kişilik sınıfın ikincisi olarak, dereceyle okulunu bitirdi.
Okul sicilindeki bilgilere göre Atatürk, son derece yetenekli, ama kendisiyle kolayca samimi ilişkiler kurulması güç bir karaktere sahipti. İdadî öğrenimi boyunca, vatansever, kendini her konuda geliştiren, ilerleme tutkusuyla dolu, çalışkan, azimli, kendine güveni sonsuz, seçkin ve iyi giyinen bir öğrenci oldu. Dünyayı ve günceli sürekli olarak takip eden, çalışkanlığının yanında sosyal hayatta da oldukça başarılı olan Atatürk, dünyanın nimetlerinden faydalanan ama başarıya ulaşmak için de çok çalışan bir yapıdaydı.
İstanbul Harp Okulu ve Akademisi
Atatürk, İstanbula gelerek 13-mart 1899da Harp Okulundaki eğitimine başladı. Apolet numarası 1283tü. Okula başladıktan 2 ay sonra arkadaşları arasında sivrilerek sınıf çavuşu oldu. Burada yıllarca dost kalacağı arkadaşları Ali Fuat Cebesoy ve Asım Gündüzle tanıştı.
Harp Okulundaki birinci yılı gençlik hayalleri ve çok sevdiği İstanbulun çarpıcı havası içinde geçiveren Atatürk, sınavlarını başarıyla vererek ikinci sınıfa başladı. İlk yıl, ağırlığı sosyal hayata vermesine rağmen oldukça başarılı olan Atatürk, İkinci ve üçüncü sınıflarda dersleriyle çok daha fazla ilgilenmeye başladı. Zira Harp Okulunda dereceye girmek oldukça önemliydi. Çünkü kurmay sınıfına ayrılmak okulda üstün başarı göstermekle mümkündü. Atatürk, 3. Sınıfta 459 öğrenci arasından 8. olarak dereceye girdi ve kurmaylığa hak kazandı. Sicil numarası 1317-P.8(1901-P.8)di.
Mustafa Kemal 10-ocak 1902de teğmen rütbesi ile Harp Akademisinde öğrenimine başladı. Sınıfta topçu ve süvari okullarından gelenlerle birlikte 43 öğrenci vardı.
Mustafa Kemal Harp Akademisinde iken onun üstün niteliklerini ilk keşfeden Osman Nizami Paşa olacaktı. Paşa, Ali Fuatın babası İsmail Fazıl Paşanın evinde kendisini mahçubiyetle dinleyen Atatürkle konuşup şunları söylemişti;
Mustafa Kemal Efendi oğlum görüyorum ki, İsmail Fazıl Paşa seni takdir etmek hususunda yanılmamış. Şimdi ben de onunla hemfikirim. Sen bizler gibi yalnız Erkân-ı Harb zabiti olarak normal hayata atılmayacaksın. Keskin zekân ve yüksek kabiliyetin memleketin geleceği üzere müessir olacaktır. Bu sözlerimi bir kompliman olarak alma, sen de memleketin başına gelen büyük adamların daha gençliklerinde gösterdikleri müstesna kabiliyet ve zekâ emareleri görmekteyim. İnşallah yanılmamış olurum.
Gelecek günler Osman Nizami Paşanın görüşlerini haklı çıkaracaktı.
Harp Akademisinin öğretmenleri dil bilen, iyi yetişmiş ve seçkindiler. Akademideki sınıf arkadaşı Asım Gündüze göre, Atatürk Fransızcasını ilerletmek için Fransız bir bayandan ders aldı. Bu dönemde paristeki Jön Türk gazeteleri ile Fransızca gazetelerini getirtiyor ve arkadaşlarını etkilemeye çalışıyordu. Siyasal düşüncelerinin Harbiye Okulunda olgunlaşmaya başladığını söyleyen Atatürk, bir yandan öğreniminde başarılı olmak için sürekli çalışıyor bir yandan da ülkenin kaderine kafa yoruyordu. Zira ülkenin siyasetinde yanlışlar olduğunu fark etmişti. Ülkedeki yanlışlar hakkında herkesin bilgi sahibi olmasını isteyen Atatürk, Harp Okulunda başladıkları el yazısı ile gazete hazırlama işine geri döndü ve gazete çıkarmaya başladı. Gazete az kullanılan bir dershanede hazırlanıyor, elden ele dolaştırılıyordu. Konuyla ilgili olarak şunları dile getirdi;
Binlerce kişiden ibaret olan Harbiye talebesine bu keşfimizi (Memleketin idaresinde ve siyasetinde fenalıklar olduğu konusundaki keşfi) anlatmak hevesine düştük. Mektepte el yazısıyla bir gazete tesis ettik. Sınıf dâhilinde ufak teşkilatımız vardı. Ben heyet-i idareye dâhildim. Gazetenin yazılarını ekseriyetle ben yazıyordum.
Ancak bir süre sonra durum Mektepler Nazırı Zülüflü İsmail Paşa tarafından öğrenildi. Bu durumla ilgili bilgi alan akademi komutanı bir gün ansızın dershaneye bir baskın yaptı ve öğrencileri suçüstü yakaladı. Komutan konu hakkında takibat yapmayıp sert bir ihtarla yetindi. Fakat Atatürk ve arkadaşları faaliyetlerine ara vermediler. Bir ev tutarak gazeteyi çıkarmaya devam ettiler ancak bir muhbir tarafından ele verilerek tutuklandılar. Meslek hayatlarını söndürmeyen ancak birkaç ay hapiste kalmalarına neden olan olay sonrasında serbest bırakıldılar. Mustafa Kemal 11-ocak 1905te üç yıllık notlarının toplamına göre akademiyi beşinci olarak bitirdi. Atatürk, Harp Akademisi yıllarını yabancı dilini geliştirerek, Namık Kemalin düşüncelerini izleyip, bunları okul içinde yayarak geçirdi. Askeri eğitimi boyunca yabancı dil, şiir, dans, hitabet gibi o dönemin askeri öğrencisi için pek de alışık olunmayan konularla ilgilendi.
İlk Askeri Tecrübeler
Atatürk ilk görevi için sama gönderildi. 19051907 yılları arasında Şamda 30.süvari alayında bölük komutanı olarak görev yapan Atatürk, 29. süvari alayında bölük komutanı olan arkadaşı Lütfi Ümit Beyle ev tutup birlikte yaşamaya başladı. Kılıç Ali, o dönemle ilgili bir durumu daha sonra şu şekilde anlatacaktı;
Aradan bir müddet geçtikten sonra, günün birinde kumanda etmekte oldukları bölüklerinin alaylarıyla birlikte vazife alarak Havran havalisine hareket etmek üzere olduklarını haber alınca her ikisi de hayretler içinde kalmışlar. Kendilerine haber vermeksizin kıtalarının hareket etmiş olmalarına hiçbir mana verememişler. Bu vaziyet karşısında Mustafa Kemal fena halde sinirlenmiş. Kendilerine karşı lakaydi gösteren kıtalarının kumandanına yaptığı şikâyetten bir netice alamayınca doğrudan doğruya ordu kumandanına şikâyete karar vermiş. Fakat bu sefer de ordu kumandanından beklediği hassasiyeti görememiş. Bunun üzerine işi enerjisiyle halletmeye karar vererek harekete geçmiş ve arkadaşı Lütfi Müfit Beye de kendisini takip etmesini istemiş. Kumandanların istihfaf ve istememelerine rağmen onlar da bu harekâta iştirak etmişler. Meğer süvari kıtasının aldığı vazife aynı zamanda on senelik verginin tahsiliymiş. Atatürk, bu vergi tahsilâtı esnasında köylülerin çektikleri zahmetleri, uğradıkları mezalimi ve o sırada yapılan suiistimalleri nefretle anlatıyor ve kıtanın aldığı vazifeyi haydutluk diye tavsif buyuruyordu. Bir gün alay zabitlerinden biri Lütfi Müfit Beye yapılan yolsuzluklara göz yumması için altın para teklif etmiş. Müfit bey bu teklifi reddetmekle beraber Mustafa Kemal Beyi de haberdar etmiş. Mustafa Kemal, Müfit Bey sormuş: Müfit, sen bugünün adamı mı olmak istiyorsun, yoksa yarının mı?Müfit bey derhal bu suale: Elbette yarının adamı olmak isterim diye yanıt vermiş. Müfit Beyin bu cevabı o zaman Atatürkün o kadar hoşuna gitmiş ki, bunu daima anlatırlar ve: Elbette o teklif edilen parayı alamazdı ve almadı. Çünkü o, bugünün adamı değil yarının adamı olmak istiyordu diye Müfit Beye iltifatta bulunurlardı.
Kılıç Alinin anlattığı bu önemli durum, Atatürkün rüşvete ne kadar karşı olduğunu, her daim dürüstlüğü ön planda tuttuğunu, haksızlığa gelemediğini ve kafasının ülkesinin geleceğinde olduğunu göstermekteydi. Rüşvet olayını namus meselesi olarak görmesinin ötesinde, bunu tarih ve gelecek bilinci içinde değerlendirmekteydi.
Atatürk ilk askeri tecrübesini yaptığı Şamdaki görevini 1907′de Kolağası (Kıdemli Yüzbaşı) olarak tamamladı. Daha sonra Manastırda III. Orduya atandı ve 19-nisan 1909′da İstanbula giren Hareket Ordusunda Kurmay Başkan olarak görev aldı. 1910 yılında fransaya gönderilen Atatürk, Picardie Manevralarına katıldı.
Komutanlık Dönemi (1911 1919)
1911de, İtalyanların Trablusgarpa hücumu ile başlayan Trablusgarp Savaşında, Atatürk bir grup arkadaşıyla birlikte Tobruk ve Derne bölgesinde görev aldı. 22-aralik 1911′de İtalyanlara karşı Tobruk Savaşını kazandıktan sonra 6-mart 1912′de Derne Komutanlığına getirildi.
Ekim 1912′de Balkan Savaşı başlayınca Atatürk, Gelibolu ve Bolayırdaki birliklerle savaşa katıldı, Dimetoka ve Edirnenin geri alınışında önemli hizmetler verdi. 1913 yılında Sofya Ateşe Militerliğine atandı ve 1914 yılında yarbaylığa yükseldi. Hayatının ilk aşkını Sofyada bir Bulgar kızı ile yaşadığı söylenmekteydi.
1914te Birinci Dünya Savaşı başlamıştı ve osmanli-imparatorlugu da savaşa girmek zorunda kalmıştı. Atatürk, 19. Tümeni kurmak üzere Tekirdağda görevlendirildi. 18-mart 1915′te canakkale-bogazinı geçmeye kalkan İngiliz ve Fransız donanması ağır kayıplar verince Gelibolu Yarımadasına asker çıkarmaya karar verdiler. 25-nisan 1915′te Arıburnuna çıkan Liman Von Sanders yönetimindeki düşman kuvvetlerini, Atatürkün komuta ettiği 19. Tümen, Conkbayırında durdurdu. Çanakkalede kahramanca savaşan Atatürk, Çanakkale geçilmez! sözünün de doğduğu bu büyük askeri başarısıyla albaylığa yükseldi.
İngilizler 67-agustos 1915′te Arıburnunda tekrar taarruza geçmişlerdi. Anafartalar Grubu Komutanı Atatürk, 910-agustosta komuta ettiği ordusuyla Anafartalar Zaferini kazandı. Bu zaferi 17-agustostaki Kireçtepe ve 21-agustostaki II. Anafartalar Zaferi takip etti.
Atatürk, Çanakkale Savaşlarından sonra 1916′da Edirne ve Diyarbakırda görev aldı. 1-nisan 1916′da tümgeneralliğe yükseldi ve Ruslarla savaşarak Muş ve Bitlisin geri alınmasını sağladı. Şam ve Halepteki kısa süreli görevlerinden sonra 1917′de İstanbula giden Atatürk, Veliaht Vahdettin Efendiyle Almanyaya giderek cephede incelemelerde bulundu. Bu seyahatten sonra hastalanıp, viyanaya ve Karisbada giderek tedavi oldu. Atatürk, 15-agustos 1918′de Halepe 7. Ordu Komutanı olarak geri döndü. Bu cephede İngiliz kuvvetlerine karşı kahramanca savaştı. Mondros Mütarekesinin imzalanmasından bir gün sonra, 31-ekim 1918′de Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına getirildi ve daha sonra bu ordunun kaldırılması üzerine 13-kasim 1918′de İstanbula gelip Harbiye Nezaretinde (Bakanlığında) göreve başladı.
Kurtuluş Savaşı Yılları (1919 1923)
Mondros Mütarekesinden sonra İtilaf Devletlerinin anadoluyu işgal etmeye başlamaları üzerine, Atatürk, 9. Ordu Müfettişi olarak 19-mayis 1919′da Samsuna çıktı. 22-haziran 1919′da Amasyada yayımladığı genelgeyle Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararının kurtaracağını ilan edip, Erzurum Kongresi ve Sivas Kongresine başkanlık etti. 23-temmuz 7-agustos 1919 tarihleri arasında toplanan Erzurum Kongresi öncesinde, Osmanlı ordusunu bırakıp, Kuvayi Milliye lideri oldu. Kuvayi Milliye Arapça kökenli bir sözcüktü ve ulusal kurtuluş ordusu anlamına geliyordu. Atatürkün Kuvayi Milliye tanımı şu şekildeydi:
Hükümet merkezi düşmanların şiddetli çemberi içindeydi. Siyasal ve askeri bir çember vardı. İşte böyle bir çember içinde yurdu savunacak, ulusun ve devletin bağımsızlığını koruyacak kuvvetlere emrediyorlardı. Bu biçimde yapılan emirlerle, devlet ve ulusun araçları temel görevlerini yapamıyorlardı. yapamazlardı da. Bu araçları savunmanın birincisi olan ordu da ordu adını korumakla birlikte, elbette temel görevini yerine getirmekten yoksundu. İşte bunun içindir ki yurdu savunmaktan ve korumaktan ibaret olan temel görevi yerine getirmek, doğrudan, doğruya ulusun kendisine kalıyordu İşte buna Kuvayi Milliye diyoruz.
Kuvayi Milliye sırasında Atatürk kendisine ilk nüfus kaydını ve nüfus cüzdanını verecek olan Erzurumun manevi hemşerisi seçildi. 4 11-eylul 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresini toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesi için çalıştı. 27-aralik 1919′da Ankarada heyecanla karşılanan Atatürk, 23-nisan 1920′de Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir diyerek turkiye-buyuk-millet-meclisini açtı. tbmm, ulusal kuvvetlerin tek merkezde toplanması ve Türkiye Cumhuriyetinin kurulması yolunda çok önemli bir adımdı. Erzurum Milletvekili olan Atatürk, Meclis ve Hükümet Başkanlığına seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, kurtulus-savasinın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. 15-mayis 1919′da Yunanlılar izmiri işgali etmişti. Türk kurtuluş mücadelesi bu işgal sırasında Hasan Tahsin tarafından düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10-agustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşmasını imzalayarak Osmanlı İmparatorluğunu aralarında paylaşan Birinci Dünya Savaşının galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen ulus güçleriyle savaşıldı. Ancak işgalci emperyalist devletlere karşı başarılı bir mücadele için düzenli bir ordu gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurarak Kuvâ-yi Milliye ve ordu bütünleşmesini sağladı. Savaş zaferle sonuçlandı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşının önemli aşamaları ise şöyleydi:
Sarıkamış (20-eylul 1920), Kars (30-ekim 1920) ve Gümrünün (7-kasim 1920) kurtarılışı
cukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
I. İnönü Zaferi (6 10-ocak 1921)
II. İnönü Zaferi (23-mart 1-nisan 1921)
Kütahya-eskisehir Muharebeleri (10 24-temmuz 1921)
Sakarya Zaferi (23-agustos 13-eylul 1921)
Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26-agustos 9-eylul 1922)
Sakarya Zaferinden sonra 19 Eylül 1921′de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürke Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24-temmuz 1923′te isvicrenin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşmasıyla sona erdi. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı ve Türkiye Cumhuriyeti Lozan Antlaşması temelleri üzerine kuruldu. new-york-times Kurtuluş Savaşını kazanmamız, bağımsızlığımıza kavuşmamız ve Lozan Antlaşmasının başarısı üzerine şunları yazacaktı:
Lozanı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asyanın Avrupaya karşı kazandığı ilk zafer.
23 Nisan 1920′de Ankarada TBMMnin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyetinin kurulması yönünde en büyük adım atılmıştı ve yeni Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin, Kurtuluş Savaşını başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı ve 1-kasim 1922′de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı. Ardından da önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3-mart 1924) kaldırıldı. Gazi Atatürk, Eylül 1923′te başlattığı kurtuluş mücadelesini siyasi harekete dönüştürdü ve Türkiyenin ilk partisi olan daha sonradan adı cumhuriyet-halk-partisi olacak Halk Fırkasını kurdu. 29-ekim 1923′te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi resmen kabul edildi ve Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30-ekim 1923 tarihinde İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyetinin ilk hükümeti kuruldu.
Cumhurbaşkanlık Dönemi (19231938)
Türkiyenin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, anayasa gereğince dört yılda bir yeniden yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1927, 1931, 1935 yıllarında olmak üzere üst üste toplam 3 kez TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk, 1520-ekim 1927 tarihleri arasında Kurtuluş Savaşını ve Cumhuriyetin kuruluşunu anlatan büyük yapıtı nutuku (Söylev), 29-ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutkunu okudu. Nutuk, ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini anlatıyordu ve mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki aşamasında yapılması gerekenler konusunda da önemli bilgiler veriyordu. Türkiye için oldukça değerli olan bir konuşmaydı.
2587 sayılı kanunla 24-kasim 1934 tarihinde ülke için yaptıkları, kazandığı zaferler ve Türklerin babası olması dolayısıyla Mustafa Kemale Atatürk soyadı verildi. Atatürk 1930′lu yıllarda eski Yunan başbakanı Venizelos tarafından nobel-baris-odulune aday gösterildi.
Sinsi Hastalık Siroz
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarpa giderken attan düştüğü için İskenderiyede tedavi gördüğü Salih Bozokun anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve Viyanada tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918de avusturyada Karlsbad kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürkün Millî Mücadele yıllarında da böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında, Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından itibaren Atatürkün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici tedbirlerle yetinmişti.
Atatürkün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belgerdi. 22-ocak 1938de Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelpin teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1-subatta Gemlik Suni İpek Fabrikasını, 2-subatta Merinos Fabrikasını açmak için Bursaya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün dolmabahce-sarayina döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
25-subat 1938de Ankarada gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması üzerine, 6-mart 1938de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransadan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28-mart 1938de siroz teşhisini doğrulayan Fiessingerin Atatürke :Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz dediği söylenmekteydi. Fiessingerin ifadesini beğenen Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.
Hükümet ilk defa 30 Mart 1938de, Cumhurbaşkanı Atatürkün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessingerin muayenesi sonucunda Atatürkün sağlığında endişe edilecek bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu.
Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransanın Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiyenin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20-mayista Mersinde askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24-mayista Adanadaki askerî birlikleri denetledi ancak ankaraya döndüğünde bitkindi. Ankarada sadece bir gün kaldıktan sonra 26-mayista İstanbula hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankarayı bir daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsünü inşa eden mühendis John Roeblingin kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürkün ölümcül hasta olduğu dönemde İstanbula geldi. Atatürk, Savaronada geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenledi, romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
29-mayista yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1-haziranda Savarona yatına yerleşmiş 25-temmuz 1938e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8-temmuzda Prof. Fiessinger 2. defa İstanbula geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessingerın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9-temmuzda Savaronada Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16-temmuzda 3. defa İstanbula gelerek, Atatürkün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25-temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayinda Başbakanını, Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini sürekli olarak izliyordu. 3-eylul 1938de Hatay Devletinin kuruluşunu Türkiye Cumhuriyetinin bir başarısı olarak coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5-eylulde vasiyetini yazdı. 6-eylulde Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbula gelerek, Atatürkün karnında toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylülde düzenlenen raporda kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve yatakta dinlenilecekti.
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi. 16-ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19-ekime kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23-ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı. 20-ekimde koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankaraya gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekimde bağrından çıktığı orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.
1-kasim 1938de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürkün yerine Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son 6-kasim tarihinde görüştü. 7-kasimda karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8-kasimda Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9-kasim 1938de saat 24de yayınladığı bildiride Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı nı vurguladı.
10-kasim Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05te hayata veda etti.
Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
Türk Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evlâdını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı ve derin taziyelerimizi sunarız Ölmez olan onun büyük eseri Cumhuriyet Türkiyesidir Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milletine güvendi Ebedî Türk Milleti, onun eserlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır
Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiyenin millî kahramanının tabutu, 16-kasimda Dolmabahçe Sarayında hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile getirdi.
19-kasimda kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürkün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürkün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmitte özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren, 20-kasim günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101 tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürkün tabutu TBMMde hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürkün naaşı 21-kasimda düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesinde hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı. Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını uğurluyordu. Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet ve bağlılığını, 11-kasimda oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21-kasim 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:
Devletimizin bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi (hizmet edeni); İnsanlık idealinin mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk; Vatan sana minnettardır. Bütün ömrünü hizmetine verdiğim Türk milleti ile beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz
Atatürk ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953′ te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan Anıtkabir e nakledildi. O, Türk ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.
Atatürkün Kişiliği
Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı. Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürkü yakın çevresindekiler, akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe, sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun Karizmatik kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.
Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük Nutuku yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için, sürekli olarak okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt Türk Milletinin gece bekçisi ifadesini kullanmıştı.
Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu için Büyük Nutuku yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:
Büyük Nutuku yazdığı dönemde Atatürkün tam üç boyunca kendi isteğiyle içki boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp kalıyordu. Atatürkün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat o binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, Beni mi istiyorsunuz? diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.
Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşını kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşının çıkacağı, Kral Edwardın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolininin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattının aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Bakerin amerikayla ilgili Atatürke sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletlerinin savaş çıktığı takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır. Bundan başka, Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansına Rauf Bey yerine İsmet Paşayı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve önyargısız davranıyordu.
Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir lider olarak oldukça başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiyeye geleceği zaman, Ankara Halk Evi binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip diktirtmiş ve özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiyeye ziyarette bulunan bir başka lider olan Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında japonyanın tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürkün bilgisi karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden mısralar da okuyan Atatürkün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran kalmıştı. Zira Atatürkün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürkten duyuyordu. Herkesi kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı.
Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek, yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti. Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyeti de yüceltmiş oluyordu. Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.
Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:
Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.
Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri bir bir çıkıyordu. Mazhar Müfit Kansu, onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde oldukça olumlu sonuçlar verecekti.
Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni tamdı. İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında Padişaha karşı çıkmaması, Çerkez Etheme son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affediyor, olanları unutuyordu.
Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona hayran olduğu söylenmekteydi.
Ahmet Haşim, Atatürkün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
Gördüğüm fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi bir çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar Bütün zemberekleri çelikten önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.
Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı. Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu Korku bilmeyen adam olarak tanıdım demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, Ölüm ondan korktu ifadesini kullanmıştı.
Mahmut Yesarinin ağzından Atatürkün cesareti:
Onu ilk defa siperde gördüm. Çanakkalede Anafartalar grubu komutanıydı. Bizim Fırka vaziyetini tetkike gelmişti. Kendisi miralaydı, maiyetinde, kolordu kumandanı mirlivalar vardı. O, paşalara kumanda eden bir Beydi. Siperleri ziyarete gelen başka kumandanlar da görmüştüm. Enver Paşanın cesareti, ataklığı dillere destandı. Ben lapacı padişaha vekâlet eden başkumandan vekilinin gözlerinde daima bir komiteci hilekârlığı gördüm. Çanakkalede çarpışan Türk kuvvetlerinin başına hangi sakat endişelerle musallat edildiğine bir türlü akıl erdiremediğim Alman kumandanının, ateş hattına geldiği zaman birdenbire yağmaya başlayan şarapnel yağmurlarını görünce, yere diz çökerek kendi dilince şahadet eder gibi saklandığını da gördüm. O, sipere bir salona giren bir erkânıharp zabiti gibi girdi ve sıçan yollarında ona yol gösterdiğim oldu. Ben ona yol gösterirken, günlerden değil, aylardan beri siper hayatına alışmış olduğum halde titriyordum, fakat O, boyunun uzunluğuna rağmen, ayaklarının ucuna basarak doğrulur, siperlerin üzerinden düşman siperlerine bakardı. Düşman siperlerine bakmak! Bu hiç de kolay değildi. Düşman, ateşten göz açtırmazdı. O, bu Göz açtırmayan ateşe Gözlerini kırpmadan bakardı. Onu ben ilk defa Korku bilmeyen adam olarak tanıdım.
Atatürk çok iyi bir komutandı. Üstün gözlem yeteneğiyle, cephede olup biteni hemen ve herkesten önce kavrayan Atatürk, askerlik bilgisinin yüksek olmasından dolayı savaş alanlarına çok iyi derecede hâkimdi. Cephede bulunan komutanların gözleriyle göremediklerini görürdü. Kişisel bakımdan son derece dürüst olan Atatürkün kendi malvarlığını bile ülkesine bağışlamış olması onun dürüstlüğünün önemli bir simgesiydi. Zira Atatürk Orman Çiftliğini hazineye devretmişti. Atatürk okumaktan büyük keyif alıyor, müziğe ve dansa da büyük ilgi duyuyordu. Çocukluk arkadaşı Asaf İlbayın belirttiğine göre, Atatürk, zamanın moda danslarında oldukça yetenekliydi, çok iyi vals, polka, mazurka ve kadril yapıyordu. Oldukça sade bir hayat süren Atatürkün kitaplığı zengindi. Sporla da yakından ilgilenen Atatürk, bu yüzden fırsat buldukça yüzüyor ya da ata biniyordu, Zeybek oyunlarıyla ve güreş sporuyla da ilgileniyordu. Sakarya adlı atına ve köpeği Foxa çok değer veriyordu. Rumeli türkülerine büyük ilgisi vardı. En sevdiği türkülerden bazıları; Manastır, Yemen Türküsü, İzmirin Kavakları, Bülbülüm, Vardar Ovası, Çanakkale İçinde, Yanık Ömer, Kırmızı Gülün Alı Var, Alişimin Kaşları Kara ve Şahane Gözler Şahaneydi.
Yazdığı birçok şiir vardı. Vatan sevgisini en güzel şekilde ifade ettiği şiirlerinden biri de Türk tarih sahnesinde büyük önemi olan oguzlara ithaf ettiği Hakikat Nerede? isimli şiiriydi;
Hakikat Nerede?
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler, örtülen doğacak,
Dinleyin sesini doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak
Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin.
Asyanın ortasında Oğuz oğulları,
Avrupanın Alplerinde Oğuz torunları
Doğudan çıkan biz, Batıdan yine biz
Nerde olsa, ne olsa kendimizi biliriz
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk, bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri!
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek hakikat nerede,
Hakikat nerede?
Tavla ve bilardo oynamaktan büyük keyif alırdı. Akşam yemeklerine devlet adamlarını, sanatçıları ve bilim adamlarını davet eder, ülkenin sorunlarını tartışırdı. Temiz ve düzenli giyinmeye özen gösterirdi. Doğayı çok severdi. Sık sık Atatürk Orman Çiftliğine gider, modern tarıma geçiş yolunda yürütülen çalışmalara bizzat katılırdı. Fransızca ve Almanca biliyordu.
Atatürk, 19151937 yılları arasında birçok kez İstanbuldaki Pera Palas Otelinde konakladı. Birinci Dünya Savaşı sonunda İstanbulun işgali sırasında Atatürk, annesinin Beşiktaş Akaretlerdeki evi işgal kuvvetlerince gözetim altında olduğu için, Pera Palas ın birinci katındaki 101 Numaralı odada kalıyordu. Bu odada fikir arkadaşlarıyla buluşur ve durum değerlendirmesi yaparlardı. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti kuruluşunun tohumları bu odada atıldı denilebilir. Bu oda 1981 yılında, dönemin Kültür Bakanı Cihat Baban ın büyük yardımlarıyla bir Atatürk Müzesine dönüştürüldü. Odadaki tüm eşyalar otantikti.
Mustafa Kemal ATATÜRK'ün Hayatı (Biyografisi - Geniş Açıklama)
Atatürkün Özel Hayatı
11-eylul 1922de, Türk ordusunun İzmire girişinin ikinci gününde Atatürkün şehre geldiğini duyan Latife Uşşaki, onunla tanışmak için her gün karargâha gidiyor, ancak Atatürkle görüştürülmüyordu. Bir gün, nöbetçinin meşguliyetinden yararlanıp içeri giren Latife Hanım, Atatürkle konuşma fırsatı bulmuştu.
O dönemde İzmirde birçok yangın çıktığı için Atatürke, daha güvenli olacağını düşündüğünden, karargâhını babasının Göztepedeki köşküne taşıması teklifinde bulundu. Uşşaki ailesi Atatürkü 20 gün köşklerinde ağırladı. Bu dönemde arkadaş olan Atatürk ve Latife Hanım, daha sonra da haberleşmeye devam ettiler. Ancak Latife Hanım, köşklerinde kaldığı süre içinde Atatürke âşık olmuştu ve bunu dolaylı olarak dile getiriyordu. Zira ortalıkta pek görünmemesine rağmen her gece Atatürkün yastığının üzerine kırmızı bir gül bırakıyordu.
1898 doğumlu Latife Uşşaki, İzmirin tanınmış ailelerinden Uşakizade (sonra Uşşaklı) Muammer Beyin kızıydı. İzmir Lisesini bitirdikten sonra, Paristeki Sorbonne Üniversitesinde hukuk okumuştu. Londrada dil öğrenimi gördükten sonra kurtulus-savasi henüz bitmeden İzmire ailesinin yanına dönmüştü.
Atatürk, Latife Hanımın eğitiminden ve zekâsından çok etkilenmişti. Ancak Atatürkün hayatında ona büyük bir aşkla bağlı olan Fikriye Hanım vardı. Atatürk ve Fikriyenin yolları Zübeyde Hanımın ikinci evliliği nedeniyle kesişmişti. Zira Fikriye, Atatürkün üvey babası Ragıp Beyin kız kardeşinin kızıydı. Yani onun üvey kuzeniydi. Atatürk yüzbaşı olduktan sonra arada sırada geldiği ailesinin evinde, Fikriye ile tanışmıştı. Fikriye ise, bir dönem Mısırlı zengin bir adamla evli kalıp boşanmış, ardından İstanbul a dönerek Zübeyde Hanımların evine yerleşmişti. Zübeyde Hanım, Fikriye yi çok sevmesine rağmen, Atatürkün kız kardeşi Makbule ondan hoşlanmıyordu.
Atatürkten sadece bir ya da iki yaş büyük olduğu tahmin edilen Fikriye Hanım, Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürkü yalnız bırakmamış, ona bakmış, Çankayada birlikte yaşamışlardı. Zira Kuvayi Milliye yi örgütlemek ve vatanı kurtarmak için çalışan Atatürk ün günlük işlerine yardım etmesi için güvenebileceği kadın bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Her ne kadar yardımcısı Bekir Çavuş Atatürke hizmet etse de, tüm bu işlere bir kadın elinin değmesi şart olmuştu ve akla gelen en uygun isim Fikriye Hanımdı. Ankaraya bu amaçla çağrılan Fikriye, kısa sürede tüm Çankaya tarafından benimsenmişti. Milli mücadele döneminde sabaha kadar odasında çalışan Atatürk ü kahvesiz bırakmamak için ona yardımcı olan Fikriye Hanım, çok geçmeden bu karizmatik lidere aşık oldu. Salih Bozok daha sonra yazacağı kitapta Fikriye Hanımı, ortadan az uzun, ince, kara kaşlı ve kara gözlü, aydınlık yüzlü, güzelden çok alımlı bir hanım olarak tasvir edecekti ve onun için şunları söyleyecekti:
Şahsi kanaatim, resimlerinden gördüğüm kadarıyla oldukça güzel ve tutkulu bir kadın. Sanki içime yay veya boğa burcuymuş gibi bir his doğuyor.
Atatürk, bu dönemde Türk ordusunun İzmire girişinden dolayı yapılan kutlamalar için İzmire gittiğinde Latife Hanımla tanışmıştı. Fikriye Hanım, gazetelerde Atatürk ve Latife Hanımı aynı karede gördüğünde onun için oldukça azap verici bir dönem başlamış oldu. Hem Milli Mücadele yıllarında Çankayada geceli gündüzlü çalışması hem de Latife Hanımla Atatürkün tanışması onu çok yıpratmıştı, zira bir süre sonra verem olacaktı.
Atatürk Fikriye Hanımın biran önce iyileşmesini istiyordu ve onu tedavi görmesi için munihteki bir sanatoryuma gönderdi.
Bu arada Atatürkün annesi Zübeyde Hanım da sağlık problemleri yaşıyordu. Tedavi için İzmire giden ve Latife Hanımların köşkünde ağırlanan Zübeyde Hanım, 14-ocak 1923te hayata gözlerini yumdu. Annesinin ölümü üzerine İzmire giden Atatürk, Latife Hanımla 29-ocak 1923te Muammer Beyin evinde, sade bir nikâh töreniyle evlendi. Mareşal Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir Atatürkün, Mustafa Abdülhalik Renda ile Salih Bozok ise Latife Hanımın tanıklarıydı.
Evlilik haberini Almanyada, tedavi gördüğü sanatoryumda alan Fikriye Hanım, Münihten Çankayaya geldi. Bu zamansız dönüş oldukça acı biçimde sonuçlanacaktı. Atatürkü görmek için köşke geldiğinde Latife Hanımla Atatürk kahvaltı etmekteydi. Atatürke Fikriye Hanımın köşke geldiği haberi verildi ancak Latife Hanım öfkeden çılgına dönerek Fikriye Hanımın köşkten kovulmasını emretti. Fikriye Hanım itiraz etmeden faytona bindi, inanılmaz derecede üzgündü. Bu yüzden kendisine hediye edilen tabancayla yolda kendisini vurdu. Ancak konuyla ilgili farklı spekülasyonlar vardı.
Fikriyenin Atatürke duyduğu büyük aşk gibi, ölümü, son yolculuğuna nasıl uğurlandığı ve mezarının yeri de sırlarla dolu oldu. Zira ölüm nedeninin intihar olmadığını, cinayete kurban gittiğini ortaya atan görüşler vardı. Dönemin tek hastanesi olan Memlekete yetiştirilen Fikriyenin ölümü ile söylenenlerin hiçbiri birbirini tutmuyordu.
Fikriye Hanımın yeğeni Abbas Hayri Özdinçer daha sonra konuyla ilgili şu açıklamayı yapacaktı:
Anlatıldığına göre, halamı faytonun içinde sırtından vurulmuş olarak buluyorlar. Babam Enver Bey, o gün halamın ölümünden haberdar edilmiyor. Ertesi sabah sivil polisler Çankayadan gelen şifahi bir emirle babamı Ankaraya götürüyorlar. Babamın ısrarlarına rağmen halamın cesedi kendisine gösterilmiyor. Mezkûr tabanca dâhil merhumenin bütün şahsi eşyalarına el konuluyor. Bunun üzerine babam bir arkadaşıyla beraber halamın o gece kaldığı hastaneyi araştırıyor. Cinayet günü halamla aynı hastanede kalan bazı hastaların isim ve adreslerini tespit ediyorlar. Bu hastalardan biri Polatlı Çoban Hüseyinmiş. Hadise günü üst kat tamamıyla boşaltılırken, onu baygın zannedip başka koğuşa nakletmişler. Babamlar bu çobanı daha sonra köyünde bulmuşlar ve o gece ne olduğunu sormuşlar. Çoban Hüseyin aynen şunu söylemiş: O gece bir avrat getirdiler. Sabahlara kadar avazı dinmedi Alçaklar, katiller, vurdular beni diye bağırıyordu. Halam ertesi gün ölmüş.