İnsan olarak hepimiz, ancak yaşadığımız çevreyle birlikte sağlıklı olabiliriz. Nasıl ki toplumun sağlıklı olması için bireylerin sağlığı önemlidir. Kişisel sağlığımız için de bu kural geçerlidir. Her molekülümüzün/hücremizin dengeli çalışması ile ancak ruhsal ve fiziksel iyilik halinden söz edilebilir. Tamamlayıcı (Entegratif) Tıp açısından sağlığa bakarsak iyi hekim, hastalığı değil hastayı/bireyi bir bütün olarak ele alırken, ona kendi doktoru olmayı da öğretendir.
Kötü şehirleşme, sağlıksız konutlar, genetik yatkınlığımız, sosyoekonomik yetersizlikler gibi her zaman kontrol edemeyeceğimiz faktörlere rağmen, elektromanyetik kirlilikten, endokrin bozuculardan korunarak, doğru beslenme, yeterince su içme ve egzersiz alışkanlıkları kazanarak; stresle başaçıkmayı öğrenerek ve uykumuzu düzenleyerek “iyilik” halimizi koruyabiliriz.
Günümüz teknolojik yenilikleriyle beraber modern tıp, mekanikleşen bir anlayış ve “check up” programları ile bireyi “tamir edilmeye mahkum bir makine” olarak ele almaktadır. Bu programlarda da her nedense insanımızın p'i düzenli ve yoğun ilaç almaya yönlendirilmektedir. Tansiyon, lipid ve kolesterol düşürücü ilaçları kullananlar, “yaşam biçimi, egzersiz ve doğru beslenmenin” zaten bu sağlık sorunlarını kolayca çözeceğini biliyorlar mı?
Sağlıklı Yaşayarak Yaşlanmak Mümkün!
Hipokrat, Geleneksel Çin Tıbbı, Uygur Türkleri Kaynakları, Lokman hekim ve İbn-i Sina benzer tavsiyelerde bulunuyor: Genç, güçlü ve sağlıklı kalmanın yolu “engin olmak, bedeni çalıştırmak, temiz hava solumak ve nefsine hakim olmaktır”. Aslında insanoğlu binlerce yıldır sonsuz hayatın mümkün olup olmadığını araştırıyor. Anadolu masallarındaki "Ab-ı Hayat" suyu, bu arayışların bir göstergesi.
Anadolu'da tıbbın babası olarak bilinen Lokman Hekim'in “sonsuz hayatı”nın ya da “ab-ı hayat”ın ipuçlarını henüz bulduğumuz 21. yüzyılda, artık en azından “anti-aging” dediğimiz “sağlıklı yaşlanma” konusunu daha geniş bir bakış açısıyla tartışabiliyoruz.
Yaşlanma, insanın normal bedensel ve ruhsal işlevlerinin, giderek azalması ve zarar görebilirliğinin artması anlamına geliyor. Hızı ve yoğunluğuysa herkeste aynı olmuyor; yani nüfus cüzdanıyla doğrudan bir alakası yok. Çok değişik faktörlerin bir araya gelmesiyle oluşan bir olgu. Bilinen tek şey, yaşlanmanın sonsuza dek önlenebilmesinin tıbben mümkün olmadığı. Ne var ki yaşlanmak artık geciktirilebiliyor. Ayrıca "kaliteli yaşlanma" diye bir kavram da tıp literatürüne girmiş durumda.
Hangi yaşta olursak olalım sağlıklı yaşamak ve yaşlanmak için nereden başlamalıyız? Nelere dikkat etmeli, neleri yemeli ya da yememeli; spor ve egzersizlerimiz nasıl olmalı kısaca nasıl yaşamalıyız?
Sadece bunlar yeterli mi? Yoksa bazı tedavilere ihtiyacımız var mı?Ya çoğumuzun kullandığı vitamin hapları ne olacak? Alternatif olarak doğal yöntemlerden faydalanabilir miyiz?
Anti-aging bir moda olarak algılanmamalıdır. Yaşlanma sürecini geciktirmek, yavaşlatmak, hatta kimi zaman tersine çevirmenin adıdır. Anti-aging tıbbının amacı, kişiye gençlik enerjisini yeniden kazandırıp daha sağlıklı, kaliteli ve uzun bir yaşam sağlamaktır. Kaliteli ya da başka bir deyişle "sağlıklı" yaşlanmanın öncelikli koşulu ise, hücre ve organlarda olabilecek zararların vakit geçirilmeden önlenmesidir. Yani daha hastalık ortaya çıkmadan, hasar oluşturabilecek durumları fark ederek koruyucu hekimlik uygulamasıdır. Ayrıca, tedavi yaklaşımında, modern tıp uygulamaları yanında tamamlayıcı tıp yöntemleri de kullanılmalıdır.
Meslek hayatımın 19. yılına girerken daha güzele ulaşmanın ötesinde, “daha sağlıklı ve mutlu bir birey” olmanın metodolojisini sizlerle paylaşmak istiyorum. Gelin sağlıklı ve sizin için ideal olana birlikte karar verelim. Gelin “Geleneksel Çin Tıbbı'ndan Refleksoloji'ye; hiperbarik oksijen tedavisinden hipnoza” kadar size özel çözümler üretelim.
“Günlük temponuz eskisi kadar yoğun olmamasına rağmen günün sonunda aşırı bitkinlik ve tükenmişlik mi hissediyorsunuz?”
“Hemen uykuya dalamıyor, kesintisiz ve dingin bir uykunun özlemini mi çekiyorsunuz?”
“Cildinizin elastikiyetini yitirip gevşediğini, kaslarınızın sarktığını mı hissediyorsunuz?”
“Yüzünüzdeki kırışıklıkların arttığını ve cildinizin incelip kuruduğunu mu düşünüyorsunuz?”
“Egzersiz toleransınız da azalma mı hissetmeye başladınız?”
“Daha kolay sinirleniyor ve sakinleşmekte zorlanıyor musunuz?”
“Libidonuz (cinsel arzunuz) azaldı mı?”
Eğer bu sorulardan bazılarına “evet” cevabı veriyorsanız, gelin “sağlıklı yaşlanma programlarımıza” katılın. Bu programlarımızla, yaşlanmayı hızlandırıcı sağlık sorunlarından (hipertansiyon, şeker hastalığı, kolesterol-lipid yüksekliği, osteoporoz) ve kronik enfeksiyonlar ya da romatizmal hastalıklardan korunarak yıpranma süreçlerini geciktirebilir, erteleyebilir ve sonuç olarak daha dinamik, dengeli ve sağlıklı bir hayatı kucaklayabilirsiniz.
“Hiperox Özel Ayak Sağlığı ve Hiperbarik Oksijen Tedavi Merkezi”mizde, Anti-aging programı dahilinde Hiperbarik Oksijen Tedavisi, Mezoterapi, Sağlıklı Beslenme-Fitoterapi, Nöral Terapi, Akupunktur, Refleksoloji, Masaj, Hipnoz ve Detoks uygulamalarımızla sizi sağlıklı ve dengeli bir yaşama davet ediyoruz.
SU; ANTİ-AGİNG'in EN ÖNEMLİ UNSURU
Eğer suyun iyileştirici ve ‘huzur verici' özelliğini hiç tatmadıysanız, her gün iyi bir fırsat sizin için. Çünkü onda gerçekten hayat var. Su olmadan sağlıklı bir hayat düşünülemez. Su, enerji veren fakat yağ, kalori, kolesterol içermeyen en doğal besindir. Bedenimizin % 65'i, beynimizin ’'si sudan oluşur. Isı dengemiz, hücre içi yaşamın devamı, besinlerin yakılması ve sindirilmesi suya bağlıdır. Dokulardan kana bırakılan tüm toksinleri; asidik artıkları eritmek ve nötrleştirip atmak yani bedenimizin toksinlerden arındırılması (detoksifikasyon=detoks), yeterli ve kaliteli bir suyun varlığı ile ancak mümkündür.
Su, besinleri kana taşıyan ve ordan hücrelere ulaştıran çok iyi bir çözücüdür. Su az tüketildiğinde bedenimizdeki yağ oranı yükselir (obeziteye karşı su!). Böbrekler yeterli su alamayınca karaciğerin görevi ağırlaşır ve bunun sonucunda böbrekler daha sorunlu hale gelebilir. Yağ deposunu enerjiye çevirmesi gereken karaciğer işini aksatır ve yağların eritilmesi yavaşlar.
Selülitlerin oluşumunda birinci etken, az su içilmesidir. Bir yetişkin günde yaklaşık 10 bardak (2 litre) su kaybeder. Kaybedilenin yerine konması için bile ortalama günde 2 litre su içme alışkanlığı edinmek son derece faydalıdır. Çünkü her 1 kg için 40 ml su içilmesi gereklidir.70 kg ağırlığındaki bir insan, 70x40=2800 ml su içmelidir. Eğer vücudumuzda az su bulunursa, kan yoğunluğu artar ve bu da organlara çok az miktarda oksijen ve besin maddesi taşınmasına neden olur. Yeterli ölçüde su içilmesi kalbin yükünü de hafifletir ve zihnin sakin ve daha konsantre çalışmasına yardımcı olur.
Bazı insanlar, günde yedi-sekiz bardak çay ya da kahve tüketirler ve yeterince su aldıklarını zannederler. Bu şekilde aslında hem kalp-damar-böbrek sağlığını (ritm bozuklukları, çarpıntılar, sıkıntı hissi, migren ataklarının tetiklenmesi ve vücut elektrolit dengesinin bozularak böbreklerin gereksiz yere çok çalışması) riske atarken hem de selülit oluşumuna zemin hazırlarlar. Daha önemlisi çay ve kahve idrar oluşumunu arttırdığı için aslında daha fazla su kaybederler. Alkollü ve kafeinli içecekler tüketenlerin, diğer insanlardan daha fazla; her bir bardak ya da kadeh başına yaklaşık 200 ml (1 bardak) daha su içmeleri gerekir. Aynı şekilde sigarayı bırakmaya hazır olmayan tiryakilerin de hiç olmazsa günde en az 2, 5 litre su içmeleri ile kalp ve damar hasarını belki geciktirilebilir.
Vücudumuzda su alımının yeterli olup olmadığını anlamanın en etkili yolu, idrar rengini takip etmektir. Açık renkli idrar, su ihtiyacınızı doğru karşıladığınız konusunda fikir verebilir. Eğer idrarınız koyu ise, bu yeterince su almıyorsunuz demektir. Her öğünde sofradan kalkmadan önce en son 2 bardak su içme alışkanlığı edinmek sağlığınızı korumanın yanı sıra kabızlığın en kolay çözümüdür. Susuzluğunuzu ancak su ile gidermelisiniz. Son yıllarda popüler olan bitkisel çaylar ya da sıkma meyve suları asla suyun yerini tutamaz. Vücudunuzu meyve suları ile yıkayamadığınız gibi.
Sadece cild değil, saç ve tırnak sağlığı içinde su içilmesi son derece tedavi edici ve koruyucu rol oynar. Başınız ya da mideniz ağrıyorsa, canınız bir şeyler atıştırmak istiyorsa ya da bitkinseniz ya da kendinizi iyi hissetmiyorsanız önce mutlaka serin bir bardak su için ve 5 dakika bekleyin. Göreceksiniz hiç ağrı kesici ya da başka birşey almadan kendinizi çok daha rahat ve dinlenmiş bulacaksınız.
Suyun biraz serin olması kana daha hızlı karışmasını sağlar. Suyun en uygun ve etkin DETOKS (toksinlerde arınma) yöntemi olduğunu da aklınızdan çıkarmayın.
İçeceğiniz suyun kalitesi yani ne kadar sağlıklı olduğu ise ayrıca çok önemli bir konudur. Plastik şişe, bardak ya da malzemelerde suyun değeri ve etkinliği bozulmaktadır. Önce suyu 2-3 dakika cam bir bardakta tutmak, suyun tekrar dengeli ve sağlıklı hale gelmesini sağlayacaktır.
Tercihan suyun serin bir cam şişede ve 1 saati geçmeden içine 2-3 ince dilim limon ve 5-7 yaprak taze nane katılarak hazırlanması suyun içimini kolaylaştırıp zindelik verecektir. Evet aslında “Su”yu anlamak, hayatın anlamını fark etmektir bazen; bazen de yaşama sevincidir. Esasında her şeyin o “mucizevi” damlalarından oluştuğunu ve yaşamın ilk adımı olduğunu anlamak bile bir ömür alır. Hatta çoğu zaman nasıl harcandığını bilmediğimiz; rüzgar gibi geçen bir hayat bile yetmez. Her yaprak gibi günün birinde ‘sallanmaktan' yorulan bizlerin de toprağa düşmeden “su”yu tanımamızın zamanı gelmedi mi? Ne dersiniz? Su gibi ömrünüz olsun.
DETOKS
Günümüzde artık kötü şehirleşme, her türden canlılığı tehdit eden elektromanyetik ve petrokimya atık kirliliği, araç egzostaki zehirli gazlar; soluduğumuz hava ve suyun kirlenmesi, bedenimizin savunma sistemlerinin normal gücüyle alt edebileceği boyutları kat kat aşmış durumdadır.
Son yıllarda detoks sözcüğünün neredeyse günlük dile girmiş olması da bu yüzden olsa gerek; gazete ve dergilerde detoks diyeti listelerinden geçilmiyor. Peki detoks nedir, sadece birkaç gün sebze suyu içerek toksinlerimizden arınmamız mümkün müdür? Bu sebze ve meyve gerçekten temiz ve taze mi?
Doğal olarak beden kendisine zararlı olan toksinleri karaciğer, böbrekler, idrar, dışkı, solunum yolu ve ter ile deriden atarak temizler ve kendisini arındırır. Ancak petro-kimyasal devrim, toksinlerin, insan metabolizmasının kendini temizleme sürecinden çok daha hızlı depolanmalarına yol açmış ve organizma kendi kendini temizleyemez hale gelmiştir.
Çağımızda özellikle metropollerde yaşayan insan bedenlerinde endüstriyel kimyasallar, pestisit diye tanımlanan tarımda kullanılan zehirli maddeler, gıdaların bozulmaması için kullanılan katkı maddeleri (Endokrin bozucular), ağır metaller, anestezik maddelerin ve özellikle bilinçsizce kullandıkları ilaçların kimyasal kalıntıları, toplumlarca legal kabul edilen drogların (alkol, tütün, kafein) kalıntılarıyla beraber illegal droglardan (eroin, kokain v.s. Gibi) oluşan çok karmaşık bir kokteylin etkisi altında yaşamlarını sürdürme çabasındadırlar.
Detoks dediğimiz zaman, soluduğumuz havanın oksijen, azot ve diğer gaz içeriği ve içtiğimiz suyun kalitesi ve miktarı ile başlayan bir, fizik egzersizle devam eden; bilinçlenme ve tedavi süreci düşünülmelidir.
Giderek artan “ozon” tedavisi uygulamaları, sürekli yenilenen “detoks diyetleri” katkı maddeleriyle dolu meyve suyu reklamları bile ülkemizde “detoks”un, ne kadar dar bir perspektif ve ekonomik rant için “pompalandığını” aslında açıkça gösteriyor. “Ozon” tedavisini uygulamak için hiçbir sertifika ya da belgenin gerekmediği ve birçok doktorun, “bilimsel alt yapısı tartışılan ve sadece İtalyanca literatürlerin vakalarla sınırlı olduğu; kontrolü çalışmaların yapılmadığı” bu sistemi aslında “moda” olması sebebiyle kullandığını biliyoruz.
“Hiperbarik Oksijen Tedavisi” ise, 4 yıllık bir ihtisas dalı olarak İstanbul Tıp Fakültesi'nde ve GATA'larda eğitimi verilen ve “bilimsel kanıtlarla etkinliği gösterilmiş” bir tedavi metodudur. Sağlık Bakanlığı tarafından hangi hastalıklarda kullanıldığında “devletin tedavi masraflarını karşılayacağı” belirlenmiştir (bakınız Hiperbarik Oksijen Tedavisi.)
Merkezimizde biz, “sağlığını korumak isteyen” herkesin muayenesini yapıktan sonra, o kişiye uygun bir “Detoks ve Anti-aging” programı hazırlıyoruz. Bu programda, “Hiperbarik Oksijen Tedavisi, Refleksoloji, Dengeli Beslenme Diyetleri, Nöral terapi, Akupunktur ve Hipnoz” gibi tedavi kombinasyonları yer almaktadır.
SAĞLIKLI BESLENME
Sağlıklı ve dengeli beslenmenin ne olduğunu anlamak için öncelikle temel besin kaynaklarını bilmeliyiz. Yiyecekler, dört besin grubundan oluşur. Bu besin grupları Süt ve Süt ürünleri, et ve et ürünleri, sebze ve meyve, ekmek ve tahıllardır.
Sağlıklı ve dengeli beslenmenin önkoşulu, her bir besin grubundan belli oranda tüketmektir. Herkes sağlıklı ve dengeli beslenmeyi bedenine özgün olarak keşfetmek durumundadır. Besinler vücudumuza ısı ve enerji vermek, hücrelerin büyümesini ve onarılmasını sağlamak ve çeşitli vücut işlemlerini düzenlemek gibi ana görevleri vardır.
Her insanın her besine olan gereksinimi aynı değildir. Bunun içinde genel reçeteler uzak durmak gerekir. Çünkü insanların kalıtımsal nedenlerden dolayı gereksinimleri farklıdır. Örneğin, sütü sindiremeyen insanlar vardır ve bu kişiler kalsiyum gereksinimlerini sütten değil başka kaynaklardan sağlamalıdırlar.
Sağlıklı ve dengeli beslenmenin diğer önemli bir ayağı ise sudur. Su vücutta en bol miktarda bulunan öğedir. Ana görevleri arasından besinlerin sindirimi kolaylaştırması ve hücrelere taşınması ile metabolizma sonucu meydana gelen zararlı maddeleri dışarı atmasıdır.
Yeterli ve dengeli beslenerek sağlıklı bir yaşam sürdürmek için;
1- Nişastalı ve posalı yiyeceklerin tüketimi artırılmalıdır.
2- Total yağ tüketimi günlük enerji gereksiniminin 0'u civarında olmalıdır. Doymamış yağlar ağırlıklı ve dengeli kullanılmalıdır.
3- Şeker ve şeker içeren yiyecek tüketimi azaltılmalıdır.
4- Tuz ve tuzlu yiyecek tüketimi azaltılmalıdır.
5- Alkollü içki tüketilmemeli ya da tüketimi sınırlandırılmalıdır.
6- Kalori alınımı obeziteyi önleyecek düzeyde azaltılmalıdır.
7- Fiziksel aktivite düzeyi arttırılmalıdır.
8- Uzun süren açlıklardan kaçınılmalı, azar azar ve sık sık beslenme alışkanlığı sağlanmalıdır.
9- Sigara alışkanlığına son verilmelidir.
10- Yeterli ve kaliteli su içilmelidir. (Bakınız Sağlıklı Beslenme)
KRONİK YORGUNLUK
Yorgunluk, aslında sosyal ve teknolojik bakımdan gelişen Yerküremiz'de, bu gelişmenin beraberinde getirdiği stres ve yoğun hayat temposunun bir getirisidir. Kronik yorgunluk günümüzde artık bir sendrom haline gelmiş olup, kronik yani süreklilik kazanmış olduğu durumlarda bir hastalık olarak değerlendirilmektedir. Bu olgu, kendisi bir rahatsızlık olmakla beraber birçok hastalığa da neden teşkil etmektedir. Çünkü vücudu normal olarak bulunması gereken bir dengenin dışına itmektedir.
Yoğun iş temposu, stres, hava kirliliği, elektromanyetik kirlilik, psikososyolojik yıpranmalar, yetersiz fizik aktivite, dengesiz beslenme, uyku düzensizlikleri gibi etmenler, bedensel ve ruhsal yorgunluk hali yaratırlar. Neticede vücut hem fiziksel hem de ruhsal olarak normal dengesinin dışına çıkar. Bu da hem vücudun bağışıklık (immün sistem) sistemini yıpratır, hem de canlı ve dinamik olması gereken işlevlerinin aksamasına neden olur. Böylece kalp damar hastalıklarından depresyona kadar geniş bir yelpazede bir çok hastalığın oluşması için uygun bir zemin yaratır.
Vücudun normal işlevsel zaman ritmi olarak belirtilen ve diurnal ritim adı verilen normal ritminin dışına çıkması ile gece uyku düzensizlikleri, gündüz uyuklamaları, unutkanlıklar, cinsel fonksiyonlarda bozulma, entelektüel fonksiyonlarda gerileme gibi bir çok negatif sapmalar meydana gelmektedir. Bu olumsuzluklar iş veriminde de düşme yaratarak kişisel sağlığın yanında toplumsal olarak da maddi ve manevi zarar meydana getirirler. Günümüzde artık fiziksel ve ruhsal olarak sağlıksızlık hali oluşturan ve süreklilik arzeden "yorgunluk sendrom", “Hiperbarik Oksijen Tedavisi, Akupunktur, Refleksoloji, Fitoterapi, Hipnoz ve Nöral terapi” adı verilen özel koruma ve tedavi yöntemleriyle potansiyel tehlike olmaktan çıkarılabilmektedir.
Hiperbarik Oksijen, Akupunktur, Nöral Terapi, Hipnoz ve Refleksoloji, genel olarak hücre yenileyici etkisi ve vücut hormon ve enzimlerinin salınımlarının düzenlenmesiyle karakterize olan bir koruyucu ve tedavi edici yöntemlerdir.
Temel olarak vücudun enerji dengesini normal sınırlar içerisinde tutarak, uyku bozukluklarını düzeltebilmekte ve günlük yaşamsal performansı arttırmaktadır. Böylece yorgunluğun zararlı etkilerinden vücudu arındırdığı gibi, stres, depresyon, uyku düzensizlikleri, unutkanlık, cinsel fonksiyon bozuklukları gibi birçok sorunu ortadan kaldırabilmektedir.
Kronik yorgunluğu basite almamak gerekir. Çünkü, hormonal yapı başta olmak üzere kalitesiz uyku insan yaşamını olumsuz etkilemesinin yanı sıra yaşamı insana kabusa dönüştürebilir. Kronik yorgunlukta kullanılan başlıca metotlar: Hiperbarik Oksijen Tedavisi, Nöral terapi, Akupunktur, Refleksoloji, Bitkisel Tedavi Rejimleri, Hipnoz' dur. Merkezimizde, bu tedavi metodlarının kombinasyonu ile şifa vermeye devam ediyoruz.
BEDENSEL AKTİVİTE
Fiziksel aktivite eksikliği, başta koroner damar hastalığı, yüksek tansiyon, obezite ve diyabet olmak üzere birçok hastalıkta etkili rol oynuyor. Egzersiz, sağlığımızı korumak ya da gelişmiş olan sağlık durumumuzu devam ettirmek amacıyla yapılan, amaçlı hareketler olarak tanımlanabilir. Egzersiz yapacak olan kişinin yaşına, cinsine ve de sağlık durumuna hatta bazen kondüsyon durumuna ya da becerilerine göre farklı özellikler taşır.
Genel bir tanımlama verirsek, haftada üç ile beş kez arasında yapılan düzenli, ritmik ve yaklaşık olarak 30-45 dakikalık bir programa “fizik aktivite” diyoruz. Hedefe ve kişinin o zamanki sağlık durumuna, kardiyak fonksiyonlarına göre bunun sıklığı, ağırlığı ve süresini değiştirmek gerekebilir.
Düzenli, orta düzeyde yapılan bedensel aktivitelerin kalp hastalığı, şişmanlık, insüline bağlı olmayan diyabet, yüksek tansiyon ve osteoporoz gibi hastalıkların önlenmesi ve tedavisinde, ayrıca vücut ağırlığının kontrolü ve organizmanın strese karşı direncini artırmada, ne kadar önemli olduğu ispatlanmıştır. Araştırmacılar şimdi çalışmalarını yaşam tarzına bağlı etken taşıyan hastalıklar (kanser gibi) üzerine yoğunlaştırmışlardır. Düzenli ve orta seviyede spor yapan kişilerde, kanser riskinde azalma olduğuna dair tahminler vardır.
Egzersiz, kanser ve AIDS gibi, belirli hastalıklarda ek tedavi olarak reçete edilmeye başlanılmıştır. Kanser ve AIDS de bağışıklık sisteminin, hastalıkla doğrudan ilgili olması nedeniyle bilim insanları hastalık gelişimi üzerine etkilerini öğrenebilmek için yüklenmeye bağlı immün cevabı araştırmaktadırlar. Yaşam tarzı faktörleri, immün sistemi güçlendirmek ya da zayıflatmak yönünden etkileşebilir. Diyet, stres ve fiziksel aktivite bu faktörleri oluşturur. Yetersiz beslenme ve uygun besinlerin eksikliği immün sistemi zayıflatabilir.
Sağlıklı ve kaliteli bir yaşam için bedensel aktivite olmak zorundadır. Yaşam genelde hareket ile tanımlanır. Tarih boyunca uygarlık, gün geçtikçe büyük gelişmeler göstermiştir. Her gün insanın rahatlığı için yeni bir alet geliştirilmektedir. Bulaşık yıkamaktan, ekmek kesmeye kadar her şey aletlerle yapılıyor. Gerek genel üretimde, gerekse günlük yaşantı da insan her dakika daha az aktif olmaktadır. Örneklemek gerekirse; genel üretimdeki insanın fiziksel aktivitesi 19. yüzyılda 'lardaydı. Günümüzde ise bu oran gelişmiş ülkelerde %' in altına düştü.
Açıkça bilinmektedir ki, insan organizması uygarlık geliştikçe daha az hareket etmek zorunda kalmaktadır. Önerimiz, en kısa zamanda düzenli bir bedensel aktiviteyi (haftada en az 3 gün ve 20 dakikadan uzun) alışkanlık ve keyif haline getirmenizdir.
OBEZİTE (ŞİŞMANLIK) ve METABOLİK SENDROM
Metabolik sendrom, bozulmuş glikoz toleransı (açlık kan şekerinin 120 mg/ml üstünde olması), kan yağlarında artma (dislipidemi) ve hipertansiyon gibi rahatsızlıkları bir grup olarak bulunduran, şeker hastalığı (tip 2 diyabet) ve kalp ve damar hastalıkları riskini artıran ciddi bir sağlık sorunudur. TEKHARF çalışmasına göre Türkiye genelinde 30 yaş üzerinde 9.2 milyon kişide metabolik sendrom vardır. Prevalansı yaş ile artmakta ve 60'lı yaşlarda C.5'e ulaşmaktadır. Kozan ve ark. Yaptığı bir çalışmada ise NCEP ATP III kriterlerine göre Türkiye'de genel görülme sıklığı 3.9 (erkeklerde (; kadınlarda % 39.6) bulunmuştur.
Son yıllarda fizik aktivitenin (egzersiz dışı fiziksel aktivite) azalmasıyla beraber beslenme alışkanlıklarında yağların ve karbonhidratların fazla tüketilmesi sonucu obezite sıklığı artmaktadır. Ağırlık ve enerji dengesi ile iştahı kontrol eden hipotalamustaki nöropeptidlerin çevresel etkilerle değişimi bazen tetikleyici olabilmektedir.
Obezite, genetik ve çevresel faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkan, yaşam kalitesi ve süresini azaltan bir hastalıktır. Vücudumuzdaki yağ oranının anormal artışı olarak değerlendirilir. Beden kütle indeksi (BKİ= kg cinsinden ağırlık/ metre cinsinden boyun karesi) obezitenin değerlendirilmesinde kullanılmaktadır. Obezite, dünya sağlık örgütüne (WHO) göre, 25-29.9 kg/m2 fazla kilolu; 30-34.9 kg/m2 1. derece obez; 35-39.9 kg/m2 2. derece obez ve 40 kg/m2 üstü 3. derece (morbid obez) olarak sınıflandırılmaktadır.
Ayrıca yağ dokusunda, kas, karaciğer ve pankreas beta hücrelerinde biriken aşırı yağ kütlesi, insülin direncine yol açan temel faktörler arasındadır. Abdominal adipozite ile obezitenin metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonları arasında güçlü bir ilişkinin gösterilmesi sonrasında BKİ ile birlikte bel çevresi ölçümü önerilmektedir. Bel çevresinin erkekte 102 cm'den kadında ise 88 cm'den büyük olması, tip 2 diyabetes mellitus (şeker hastalığı), hipertansiyon, dislipidemi ve kardiyovasküler hastalıklar için risk fakförü olarak tanımlanmaktadır. Tedavideki en önemli faktörler, kilo kaybı, fiziksel aktivitenin artırılması, dengeli beslenme alışkanlığı ve yaşam tarzı değişiklikleri ile başlar. Merkezimizde, fiziksel ve ruhsal olarak sağlıksızlık hali oluşturan "şişmanlık ve metabolik sendrom", “Akupunktur, Refleksoloji, Fitoterapi, Hipnoz ve Nöral terapi” den faydalanılarak son derece başarılı bir şekilde yapılmaktadır.
ANTİOKSİDANLAR ve VİTAMİNLER
Yaşamımız boyunca mükemmel işleyişine akıl sır erdiremediğimiz vücudumuzda, yıllar geçtikçe gerek hücrelerimizin doğal metabolizması sonucu oluşan ve depolanan atık moleküllerin (reaktif oksijen türleri =ROS, serbest radikaller) gerekse çevreden gelen toksik maddelerin; elektrosmog'un, güneş ışınlarının vb. Ektisiyle yenileme ve dengeleme mekanizmaları yavaşlar ya da bozulur. Sadece cildimizin kollajen tabakasını değil tüm hücre membranlarında hasar oluşturan serbest radikaller ve karbon monoksit gibi zararlı gazlar yaşlanma sürecini hızlandırır.
Bitkilerdeki bazı vitaminlerin bu süreci azaltıcı etkisi vardır. Bir nevi vücuttaki paslanmayı giderirler. Bu durum, aslında sadece mevsiminde tüketilen taze sebze ve meyveler için geçerlidir. Hakkında uzun süredir araştırmalar yapılan, kongreler düzenlenenden, doktorların sık önerdiği ve herkesin eczanelerden koşa koşa aldığı vitaminler, geçtiğimiz yıllarda antioksidan adıyla atağa geçmiştir. Aslında kim için (hangi hastada ve hastalıkta), ne zaman, hangi dozda ve sıklıkta ve nasıl alınacağı halen bilinmeyen ve bilimsel kanıta dayanmayan bu ilaçlar, “antioksidan” adıyla insanlara pazarlamaktadır. Antioksidanların tıbben etkisi kanıtlanmamasına rağmen kozmetik sektörü de bunu kullanmaktadır. Hatta “oksijen” ve “altın” içerdiği iddia edilen kozmetiklerin bile yapıldığını görüyoruz.
Birbiri ardına üretilen serbest radikalleri önleyici olduğu söylenen, “zengin E vitamini” içeren bakım kremleri, antioksidanların sadece beslenme yoluyla değil cildden emilerek etkili olduğu iddiasıyle alıcı bulmaktadır. Halbuki, “epidermis” dediğimiz üst deri tabakasının geçirgen olmaması “Botox” gibi çözüm arayışları ve “mesoterapi” uygulamalarını yaygınlaştırmıştır. Cildaltına ulaşmaya çalışan bilim insanları, ciltten emilim olmadığı için “karboksiterapi” gibi enjeksiyonlu ve cildi en az 4 mm ile geçen iğnelerle yeni tedavi metodları aramaktadır. Aslında akupunktur iğneleri; “akuesetik” ile de, estetik amaçlı ve kalıcı sonuçlar alabilmekteyiz.
UYKU
Uyku, kişiden kişiye değişen ve aynı kişinin yaşamının farklı aşamalarından büyük farklılıklar gösteren bir olaydır.
Canlıların günlük etkinliklerinin ritimleri birçok kimyasal, fizyolojik ve davranışsal süreci düzenleyen biyolojik saatler tarafından belirlenir. Bedenimizin her fonksiyonunun kalıtımla önceden planlanmış kendine özgü bir çalışma ritmi var. Bu çalışma ritmlerinin belki de en önemlisi, yaşadığımız gezegendeki aydınlık-karanlık döngüsüne uyum sağlamamızı sağlayan günlük uyku ve uyanıklık döngüsüdür. Bu iç saat düzeneğinin yerinin beyinde talamus altındaki 'suprakiazmatik çekirdek' (SNC) olduğu sanılıyor. Bu saatin düzeneğini oluşturan moleküler olaylar yeni yeni çözülmeye başlandı. Bu ritmlerin en önemlisi, 24 saat içinde tamamlanan ve günlük ritmimizi, yani uyku-uyanıklık periyodomuzu belirleyenidir. Bedenimizin hemen her bir fonksiyonunun kendine ait otonom bir çalışma ritmi var. Uyku ritmi de “Nörovejetatif sistemin” dengeli çalışmasıyla mümkün olmaktadır.
Uykusuzluk
Tıp dilinde insomnia denilen uykusuzluğu doğuran nedenler çeşitlidir. Örneğin yorgunluk, mide şişkinliği, hazımsızlık, zayıflatıcı ya da uyarıcı ilaçlar, fazla sıcak, rahatsız edici ışık, gürültü sinir bozukluğu, fazla miktarda çay, kahve ya da sigara içmek, ağrılar, kalp ya da akciğer hastalıkları, ateş, kaşıntı, günlük olayların etkisi, yatağın uygun olmaması, tedirginlik gibi nedenler uykusuzluğa neden olur. Uykusuzluğu doğuran nedeni bulmak gerekir. Basit uykusuzluklarda yatmadan önce sigara, çay, kahve gibi şeyler içmemek, müzik dinlemek, yatak odasını havalandırmak, ılık banyo yapmak çok faydalıdır.
Uyurgezerlik
Tıp dilinde somnambülizm adı verilen bu hastalıkta hastanın şuuru uykuda olduğu halde, duyu organları uyanıktır. Belirtileri hastaya göre değişir. Bazıları uykularında gezer; bazıları ise uykularında konuşur, bağırır, el ve kol işareti yapar. Uyandıkları zaman da uykularında yaptıklarını hatırlamazlar. Daha çok ruhsal bir dengesizliğin ifadesidir. Ayrıca başından yaralanmış olanlarda, kanlarındaki şeker oranı düşük ya da beyin damarlarında sertleşme olanlarda da uyurgezerlik görülebilir. Bazı kimselerde ise genetiktir. Uykuda gezen hastaların devamlı olarak ailesi tarafından kontrol altında tutulması, başına gelecek herhangi bir kazayı önlemesi açısından faydalıdır.
Uykusuzluk (İnsomnia) nedir?
Uykuya dalma, uykuyu sürdürme ve sonlandırmaya ilişkin sorunlar, dinlendirici olmayan uyku, insomnia (uykusuzluk) karşılığı kabul edilmektedir. Gündüzleri yorgunluk hissi, duygu alanında değişmeler (huzursuzluk, hırçınlık gibi), verimlilikte azalma, hatta düşünsel işlevlerde bozulma tabloya eşlik edebilmektedir.
Uykunun dönemleri var mıdır?
Uykuda farklı 5 dönem dikkati çekmektedir. Bu dönemlerden birisi REM (Rapid Eye Movement) diğerleri ise Non-REM olarak adlandırılmaktadır. Non-REM dönemi kendi içinde iki ana bölüme ayrılabilir:
Yüzeysel uyku (1. dönem ve kısmen 2. dönem)
Derin uyku (3. ve 4. dönemler). Bu dönemleri içine alacak şekilde bir tanım yapılırsa uyku, uyanıklıkla 5 uyku dönemi arasındaki periyodik geçişlerdir denebilir.
Genellikle kısa bir uyanık dönemden sonra insanlar 1., 2., 3. ve 4. döneme girmektedir. Uykunun başlamasından yaklaşık 90-120 dakika sonra da ilk REM dönemi ortaya çıkmaktadır. Daha sonra da 90-120 dakikalık aralarla bir gecede 3-5 REM döneminden geçilmektedir. Genç erişkin insan uykusunun yaklaşık olarak %5-10'unu 1. dönem, E-60'ını 2. dönem, -25'ini 3. ve 4. dönem ve -30'unu REM dönemi kapsamaktadır. Genel olarak uykunun ilk üçte birlik bölümünde Non-REM, son üçte birlik döneminde de REM uykusu daha fazla yer almaktadır.
Yüzeyel uyku, uyku-uyanıklık geçişi arasındaki dönemi oluşturmakta olup bu dönemde insanlar kolaylıkla uyandırılabilmektedir. Derin uyku sırasında insanın uyandırılabilmesi için daha şiddetli uyarana ihtiyaç vardır. Bu dönemdeki değişimlerin, bedensel dinlenmeye, yenilenmeye hizmet ettiği kabul edilmektedir. Derin uykunun yeterince uyunmadığı ya da deneysel olarak ortadan kaldırıldığı durumlarda ise insanlar dinlenemediklerinden, sabah yorgun kalktıklarından, yeni bir günün yükünü taşıyacak durumda olmadıklarından yakınmaktadırlar.
Rüyalar ne zaman görülür?
Rüyaların % 80'inin REM sırasında görüldüğü bilinmektedir. Bu dönemdeki değişimler, fizyolojik aktiviteler açısından uyanıklığa benzerlik göstermektedir. REM'in işlevi konusunda iki temel açıklama vardır: birincisi, REM'in amacı gün içinde yaşananları unutmaktır, ikincisi, REM uyanıklıkta alınan bilgilerin düzenlenmesinde hizmet eder. REM'in birey için gerekli bulunmayan kayıtları silerek, gerekli olanları düzenleyerek ertesi güne duygusal ve düşünsel olarak hazırlanmaya hizmet ettiği söylenebilir. Ayrıca hayvan deneyleri, öğrenme ile REM arasında yakın ilişki olduğunu ortaya koymaktadır.
Uyku bozuklukları yaygın mıdır?
Uyku bozukluklarının genel populasyonda yaygınlığı % 15-35 civarında olup, % 10-20 oranında ağır ve kalıcı bir şekilde uykusuzluktan yakınanlar bulunmaktadır. İnsanların % 50'si yaşamlarının bir döneminde uykusuzluk çekmektedirler. Bu insanların yarısının sorunlarının ciddi boyutta olduğunu ifade etmeleri, uykusuzluğun önemli ve oldukça yaygın olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilir.
Yaşa ya da cinsiyete göre uykusuzluk
Araştırmalar kadınların daha fazla uykusuzluk yakınması bulunduğunu göstermektedir. Yaşın ilerlemesiyle birlikte uyku ihtiyacı da azalmaktadır. Gençlerin daha çok uykuya dalma güçlüğü çektikleri, yaşlıların ise uykuyu sürdürmeye ilişkin sorunlarının ön planda olduğu dikkati çekmektedir. Yaşlılıkla artan hastalıkların uykusuzluk oluşumuna katkısı da yadsınamaz. Süregen uykusuzluk, kadınlarda, yaşlılarda ve bedensel ya da ruhsal hastalıkları olanlarda yaygındır.
Uykusuzluk insanı nasıl etkiler?
Uykusuzluk, hasta için uyuyamamanın ötesinde anlam taşımakta, psikososyal, mesleki alanlarda da sorunlara yol açmaktadır.
Araştırmalar, uykusuzluğu olan insanların günlük yaşamlarında ve genel sağlık alanlarında daha çok sorunları olduğunu, giderek yaşam kalitesinin düştüğünü ve zaman/enerji yönünden daha çok yardım aramaya yöneldiklerine işaret etmektedir.
Ruhsal bozukluklarda uyku sorunları daha sık görülür
Psikiyatrik bozukluklarda uykusuzluk yakınmasının % 75 oranında bulunduğu dikkati çekmektedir. Bunların içinde depresyonda ortaya çıkan uyku bozuklukları özel bir yer tutmaktadır. Depresyonda olan kişilerin uyku örüntüsündeki değişiklikler biyolojik gösterge olarak kabul edilmektedir. Bu örüntüdeki tipik özellikler, kısa sürede REM dönemine girme, geceleri sık uyanma, sabahları erkenden uyanma olarak özetlenebilir. Anksiyete (kaygı) tablolarında ise çoğu zaman uykuya giriş sorunları ön plandadır. Bu hastaların bir bölümü gerginlik nedeniyle, yeterince gevşeme elde edemediklerinden uykuya zorlukla girebilmektedirler.
Uykusuzluk nedenleri nedir?
Uykusuzluğa, uyarılmaya yol açan tüm faktörlerin neden olabileceği söylenebilir. Bu nedenle kaynağında kısa süreli ya da kalıcı psikoljik/biyolojik değişmeler yer alabilir.
Bedensel hastalıklar ve bazı ilaçlar biyolojik faktörler olarak ortaya çıkmaktadır.
Psikolojik faktörler olarak bireyin içinde bulunduğu gerginlik ve kaygı gibi yaşantıların, uykunun başlangıcında beklenen gevşemeye engel olduğu, hatta uyku ya da uyumanın kaygı verici bir yaşantı olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Böylece, hastanın uykuya girişi gecikmekte ya da uykuya geçememekte, uyku başlasa bile kesintilerle sürmektedir.
Aşırı uyku nedir?
Gündüzleri uyuklamaların temel yakınma olduğu aşırı uyku tabloları, tüm uyku bozukluklarının yarısını oluşturmaktadır. Aşırı uyku tablosunun içinde iki önemli bozukluk yer almaktadır: Bunların birincisi uyku apnesi, ikincisi ise narkolepsidir.
Uyku apnesi, bir saatlik uyku sırasında 10 saniyeden uzun süren beşden fazla sayıda solunum durmasıdır. Yaşamı tehdit eden, ani gece ölümlerine neden olduğu ileri sürülen ve yorgunluk, isteksizlik, verimsizlik, düşünsel işlevlerde bozulma, duygusal dengesizlik gibi çeşitli psikiyatrik belirtilere yol açabilen bir tablodur.
Narkolepsi, gündüzleri uyku atakları, karabasan ve diğer ek belirtilerle karakterize bir tablodur. Tanı, uyku laboratuarlarındaki çalışmalarla konabilmektedir.
Uykuda konuşma, yürüme, kabuslar neden olur?
Uykuda konuşma, yürüme, diş gıcırdatma, kabus, korku, karabasan, altını ıslatma gibi tabloları içeren uyku bozuklukları (parasomnia'lar) tüm uyku bozukluklarının % 15'ini oluşturmaktadır.
Genellikle çocukluk ve ergenlik dönemde görülmektedir. Çocuk ve ergenlerin yaklaşık dörtte birinde parasomnia görülmektedir. Bu oran, erişkin dönemde % 1'e düşmektedir. Genellikle uykunun başlangıç dönemindeki Non-REM uykusu sırasında görülmekte olan parasomnia tablolarının genellikle psikolojik nedenlere dayalı olduğu dikkati çekmektedir. Bu nedenle tedavinin temelini entegratif modeller (Hipnoz, akupunktur. Nöral terapi, hiperbarik oksijen) oluşturmaktadır.
Uyku düzeni bozuklukları nedir?
Uyku düzeni (siklus) bozuklukları, tüm uyku bozuklularının % 2.9'nu oluşturmaktadır. Burada zaman zaman gece çalışanlara, uçakla ekvatora paralel olarak yolculuk yapanlara (jet-lag), günlük siklusu 24 saatten kısa ya da uzun olanlara ait tablolar yer almaktadır. Tedavi nedene yönelik olup, ritmin düzenlenmesi temel alınmaktadır.
Uyku bozukluğunun tanısının konabilmesi için, yakınmanın tanımlanması, nasıl ortaya çıktığının ve ilişkili faktörlerin araştırılmasına yönelik olan ayrıntılı bir görüşme, psikolojik değerlendirme yapılmalı ve fizik muayene ile laboratuar testleri uygulanmalıdır. Ancak görüşme ve incelemeler sonucunda uygun tedaviye (akupunktur, hipnoz, nöralterapi vs.) yanıt alınamamış, spesifik bir uyku bozukluğuna işaret eden sorunları bulunduğu düşünülen ya da tedavi sonuçları izlenecek hastalar uyku laboratuarında incelenmelidir.
Uyku sorunlarının tedavisi
Uykusuzluğu olan kişilerin bir sonuç alamamalarına karşın uyumak için alkol vb. Maddeleri kullandıkları dikkati çekmektedir. Bu şekilde, tabloya diğer sorunlar eklenmektedir.
Uykusuzluğun kaynağı olarak görülen bedensel ve psikolojik gerginlikle baş etmek için “Akupunktur”, “Refleksoloji”, “Hipnoz”, “Aktif Bozucu alan tespiti ve tedavisi” ile gerginlik ortadan kaldırılmaya çalışılır.
Uykusuz insanların bir bölümünde sadece uyku hijyeninin düzenlenmesiyle önemli ölçüde yarar sağlanabilmektedir. Uyku hijyeni için şu noktalara dikkat edilmelidir:
— Çok aç ya da tok olmamak,
— Kafeinli, alkollü, kolalı içeceklerden ve tütün kullanımından kaçınmak,
— Düzenli egzersiz yapmak, ancak akşam saatlerinde heyecan oluşturacak aktivitelerden kaçınmak,
— Uyku gelmeden yatağa girmemek,
— Yatak odasını sadece uyku ve cinsel ilişki için kullanmak,
— Uyuyamadığında uyumaya çabalamamak, yataktan ve yatak odasından çıkarak başka bir yerde zaman geçirip uyku gelince yatağa dönmek,
— Ne kadar uyunursa uyunsun sabah belirli bir saatte kalkmak,
— Gündüzleri uyumamak ve yatak odasını ses, ışık, ısı yönünden izole etmek.
— Yatak odasında televizyon, bilgisayar gibi manyetik kirlilik oluşturan alanları kaldırmak, cep telefonu ya da şarjlı telefonları yataktan en az 1 m uzakta tutmak.
Hazımsızlık da uykusuzluk yapar
Sindirimin normal şekilde olmaması ve bağırsakların seyrek çalışmasına; halk arasında hazımsızlık, tıp dilinde ise dispepsi denir. Nedenleri çeşitlidir.
Ağır yemekler, yemekleri gereği gibi çiğnememe/az çiğneme, diş ya da dişeti iltihapları, içki ya da sigara içmek, çok miktarda çay ya da kahve içmek, fazla miktarda şekerli ya da unlu şeyler yemek, kansızlık, yorgunluk, sinir bozukluğu ve üzüntü hazımsızlığı doğuran nedenler arasında sayılabilir.
Yemekten bir süre sonra; midede şişkinlik ya da yanma hissi ortaya çıkar. Sık sık yemek ihtiyacı hissedilir. Kabızlıktan şikayet edilir. Bazı kimselerde halsizlik, uykusuzluk, unutkanlık ya da çarpıntı görülür. Tedavinin ilk şartı; sıkıntı ve üzüntülerden sıyrılmaktır. Zararlı şeyler terk edilir. Et yemeklerini azaltarak sebze ağırlıklı beslenmek faydalı olacaktır. Bu aşamada da bizden destek alınmalıdır.