Anselmus(Felsefe)
(1033 -1109) Şimdi de biraz geriye giderek Ortaçağın ilk dönemlerine dönelim: İlkçağın son dönemlerine paralel olarak Kavimler Göçü sonunda, Antik dönemden süre gelen bir çok kültür değerlerinin Avrupa kıtasında yok olduklarını söylemiştik. Bu nedenle Batıda 500-1000 yılları arasında kültür yönünden bir huzur dönemine rastlıyoruz; oysa, gördüğümüz gibi, Doğu aynı dönemde canlı bir düşünce yaşamını algılamıştı.
Batıda düşünce yaşamı 1000 yıllarında canlanmaya başlamıştır. Bu canlanma Kilisedeki bir hareketle ilişkilidir. X. yüzyılda kültür yönünden büyük bir çöküş yaşamış olan Katolik Kilisesi, bundan sonraki yüzyılda enerjik ve yenilikçi papazlar yardımıyla yeni bir hayata kavuşmuştur.
Katolik Kilisesine bu canlılığı getirenler arasında, özellikle Papa VII. Greguar ile öğrencisi Anselmus'u (1033-1109) sayabiliriz. Aslen İtalyan olan Anselmus, önce Kuzey Fransa'da bir kilisede rahiplik yaptıktan sonra İngiltere'de Canterbury Başpiskoposu olmuş ve 1109 yılında bu görevindeyken ölmüştür. Anselmus'un belli başlı eserleri bize kadar ulaşmıştır.
Ortaçağ'ı ilgilendiren başlıca konunun, insanın Allah ile olan ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bu konuyu Ortaçağ felsefesi, dinin dogmaları yönünden yanıtlar. Çünkü bu çağa göre gerçek zaten din kitaplarında bulunmaktadır. Bu nedenle yapılacak tek şey, dogmayı savunmak ve temellendirmektir. İşte, her şeyden önce bir teoloji olan Ortaçağ felsefesi için, Anselmus tipik bir örnektir.
Anselmus doğa ile hiç ilgilenmez, ruhtan çok az söz eder, onun tüm görüşleri "Allah" düşüncesi etrafında toplanmıştır. Onun için Allah tüm varlığın ağırlık merkezidir. Anselmus'un tüm çabası kutsal vahiy olan dogmaları savunmak ve temellendirmektir. Oysa iki yüzyıl sonra, Skolastiğin parlak döneminde tümüyle başka bir görüntüyle karşılaşacağız.
Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu Skolastiğin ilk döneminden parlak dönemine geçiş, "Aristo "nün eserlerinin tanınması ile mümkün olmuştur. Aristo'nun eserleri İslâm felsefesi aracılığı ile öğrenilmiştir. Yani bu eserler Arapça çevirilerinden Lâtinceye çevrilmiştir. Aristo'nun eserleri "doğa" konusundaki ilginin yeniden uyanmasına neden olmuştur.
Henüz Skolastiğin ilk döneminde yaşayan Anselmus, doğa konusuna hemen hemen hiç ilgi göstermemiştir. Oysa Skolastiğin parlak döneminde, söz gelişi Aquino'lu Thomas da, doğaya ait geniş bir ilgiye, Aristo'ya göre ayarlanmış bir doğa felsefesinin var olduğuna tanık oluyoruz.
Skolastiğin bu iki dönemi arasında başka bir farklılık daha oluşmuştur. İlk dönemin temsilcisi olan Anselmus, Kilisenin "tüm dogmaları"nı akla uygun duruma getirmek isteyen tam imanlı bir Hıristiyan'dır. Skolastiğin parlak dönemi, iman ile kabul edilmesi gereken dogmalarla, akıl ile aydınlanması mümkün olan dogmalar arasında bir ayırım yapar.
Bu ikinci dönem için iman ve felsefe birbirine uygun olan iki alan değildir. Aksine iman aklı tamamlar. İmanın birtakım sırları vardır ki, bunlara yalnızca inanmak gerekir. Ancak Allah'ın kendisi, varlığı gibi konulan akılla temellendirmek mümkündür.
İşte Skolastiğin "son dönemi", özellikle bu yönden daha ileri bir adım atarak, akıl ile kavranabilecek dini gerçeklerin sayısını büsbütün azaltmıştır. Bu son dönem Allah'ın varlığını bile akılla temellendirmenin mümkün olduğunu reddeder. Böylece Allah'ın varlığı konusunu da bir iman meselesi yapar. Böylelikle ilahiyat ile felsefe tümüyle birbirinden ayrılmış olurlar. Felsefe ancak bilinmesi mümkün olanı, özellikle doğayı; iman ise akıl tarafından kavranmalarına olanak bulunmayan dini gerçekleri konu alır.
Batıda Skolastiğin "üç" dönemi vardır: Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu ilk dönemde felsefe, kurgusal ilahiyattır. Bu dönem, en yüksek dini gerçeklerin akıl ile aydınlatabileceğine inanır. Oysa ikinci dönemde, yani Aristo'ya dayandırılan parlak dönemde, felsefe ile ilahiyat artık biri ötekinden ayrılmaya başlar. Bu döneme göre dinin ancak bazı temelleri akıl ile çözümlenebilir, geriye kalanlara yalnızca iman etmek gerekir. Skolastiğin son döneminde felsefe ve ilahiyat biri ötekinden tam anlamı ile ayrılır.
Öncelikle "bilmek nedir?" sorusundan hareket eden Anselmus, "bilmek düşünmektir, gerçeği çıkarabilmektir" diyor. Gerçek ise, ancak kanıtlanarak bilinir. Gerçek dediğimiz şey nedir? Gerçek, bilgimizin realiteye "uygun" olmasıdır. Her düşünce kesinkes bir "var olana" geri döner. Her var olan ise "mutlak bir varlığı", yani Allah'ın bedenini şart koşar.
O halde biz, "var olan Allah" olmaksızın düşünemeyiz. Anselmus bu düşüncesini, Allah'ı kanıtlamak için bir delil olarak benimser. Yani ona göre mutlak varlığın, yani Allah'ın, varlığını gerektirmeyen hiçbir düşünce gerçek olamaz. Bu düşüncenin temelinde Eflâtun'un ve özellikle Yeni Eflâtunculuğun etkileri olduğunu kolayca fark edebiliriz. Çünkü Plotin'e göre de "var olan" ancak mutlak varlığa katılarak var olur. Nitekim Skolastiğin ilk dönemi "Yeni Eflâtunculuk"un etkisi altındadır. Bu ilk dönem için Aristo'nun etkisi henüz söz konusu değildir.
Anselmus'un öteki bir yapıtında, sonraları felsefe tarihinde çok ünlenen ve Yeniçağda Descartes tarafından yeniden ele alman ikinci bir Allah kanıtını; "ontolojik kanıt"ı bulur. Bu kanıt ile Allah'ın varlığı aşağı yukarı şöyle belgelenir: Biz Allah deyince genellikle "en büyük olan"ı anlarız.
Şimdi bir yandan Allah'ın var olduğunu öte yandan var olmadığını düşünelim. Var olan bir şey var olmayana oranla daha büyüktür. Allah'ı var varsa¤¤¤¤¤ büyüklüğüne bir şey eklemiş, var olmadığını düşünürsek büyüklüğünden bir şey eksiltmiş oluruz. Oysa Allah'ın "en büyük" olduğunu düşünüyoruz.
Bunun için onun ancak var olabileceğini çıkarırız. Yani "en büyük" diye düşündüğümüz bir şeyin kesinkes var olduğunu kabul etmek gerektir. Aksi hâlde çelişkiye düşeriz. Dikkat edilirse, bu kanıtla, "Allah" kavramından, Allah'ın varlığı çıkarılıyor. Anselmus bu kanıtlamasında tam bir rasyonalisttir.
Bilmek, objeler konusunda kavramlar oluşturmaktır. Ancak öyle bir kavram vardır ki, Allah kavramı, bu kavramı yalnız "düşünmekle", dayandığı objeyi tanıyabiliriz. Zaten her akılcı bilgi bizi zorunlulukla, bu ontolojik kanıt cinsinden, hiçbir şekilde deneye dayanmayan bilgilere götürür. Her rasyonalist felsefede öyle bir kavram vardır ki yalnızca düşünmekle, kendisine karşılık olan objeyi anlamak mümkün olur.
Ontolojik Allah kanıtına daha Anselmus'un sağlığında karşı çıkılmıştır. "Bu metod ile her şeyin varlığını kanıtlamak mümkündür" diye eleştirilmiştir. Anselmus kendisine karşı çıkanlara şu yanıtı verebilirdi: Allah kavramından başka bütün öteki kavramlar objeleri ile "sınırlandırılmıştır".
Yalnızca Allah "mutlak varlık" olarak düşünülebilir. Kendilerini yalnızca hiçbir objenin karşılayamadığı kavramlar düşünülebilir. Roma kentini hem var hem de yok bir kent diye düşünebiliriz. Oysa Allah'ı hem var hem de yok diye düşünemeyiz, çünkü Allah mutlak varlıktır.
Anselmus'un kişiliğinde tipik temsilcisini bulan Skolastiğin ilk dönemi için karakteristik olan yan, bu dönem felsefesinin, dinin son sırlarını da akılla temellendirmeye kadar giden bir ilahiyattan oluştuğudur.
"İnandığımı sonradan aklın da aydınlattığını görmek için inanıyorum" diyen bu dönem için, iman öncelik taşır. Bu dönemin başka bir karakteristik yanı, bilgide kullandığı rasyonalist metottur. Gözlem ve deneyin bu dönemde hiçbir etkinliği yoktur. Çünkü ilahiyatın dogmalarını deney nasıl temellendirebilir? Bu dönem için bilmek, düşünmektir. Gerçek, yalnızca mantık çıkarımlarıyla kavranmaya çalışılır.
Söz gelişi Anselmus'un ünlü ontolojik kanıtı, Allah'ın varlığını yalnızca Allah kavramının analizinden çıkarmak için yapılmış olan tipik bir kanıttır. Allah'ı kanıtlamak için tam anlamıyla rasyonalist bir bilgi metoduna neden ısrarla başvurulduğunu anlamak güç değildir. Düşünmenin, insan ruhunun sınırlan içinde kalan düşünmenin, dıştaki bir olayı kavradığından nasıl emin olunabilir?
Tümüyle sübjektif olan düşünme ile dışardaki bir realite arasındaki köprü, bu ontolojik kanıt ile kurulmak isteniyor. Dıştaki bir varlığa da dayanmakta olduğunu mantıksal bir çıkarımla kendisinden elde edebileceğim tek bir kavram vardır: Allah kavramı.
Ontolojik kanıtın mümkün olması için bir koşul daha vardır: Allah'ın mutlak varlık ile aynı olması ve her var olanın bu mutlak varlığa katılması gereği. Dikkat edilecek olursa, Anselmus'un ontolojik kanıtının, Eflâtun ile sıkıdan sıkıya ilgisi olduğu görülür. Bundan önce de söylediğimiz gibi, Skolastiğin ilk döneminin Eflâtuncuğu, sonraları tüm Ortaçağ boyunca süren bir konuya, "tümeller tartışması"na yol açmıştır.
Tümel kavramlar nedir? Acaba tümel kavramlar reel bir varlığa sahip midir? Yoksa yalnızca aralarında ortak oranlan içeren şeyleri mi gösterir? Bu son düşüncenin, yani isimciliğin (nominalizmin), Skolastiğin daha ilk dönemlerinde var olduğunu söyleyebiliriz
(1033 -1109) Şimdi de biraz geriye giderek Ortaçağın ilk dönemlerine dönelim: İlkçağın son dönemlerine paralel olarak Kavimler Göçü sonunda, Antik dönemden süre gelen bir çok kültür değerlerinin Avrupa kıtasında yok olduklarını söylemiştik. Bu nedenle Batıda 500-1000 yılları arasında kültür yönünden bir huzur dönemine rastlıyoruz; oysa, gördüğümüz gibi, Doğu aynı dönemde canlı bir düşünce yaşamını algılamıştı.
Batıda düşünce yaşamı 1000 yıllarında canlanmaya başlamıştır. Bu canlanma Kilisedeki bir hareketle ilişkilidir. X. yüzyılda kültür yönünden büyük bir çöküş yaşamış olan Katolik Kilisesi, bundan sonraki yüzyılda enerjik ve yenilikçi papazlar yardımıyla yeni bir hayata kavuşmuştur.
Katolik Kilisesine bu canlılığı getirenler arasında, özellikle Papa VII. Greguar ile öğrencisi Anselmus'u (1033-1109) sayabiliriz. Aslen İtalyan olan Anselmus, önce Kuzey Fransa'da bir kilisede rahiplik yaptıktan sonra İngiltere'de Canterbury Başpiskoposu olmuş ve 1109 yılında bu görevindeyken ölmüştür. Anselmus'un belli başlı eserleri bize kadar ulaşmıştır.
Ortaçağ'ı ilgilendiren başlıca konunun, insanın Allah ile olan ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bu konuyu Ortaçağ felsefesi, dinin dogmaları yönünden yanıtlar. Çünkü bu çağa göre gerçek zaten din kitaplarında bulunmaktadır. Bu nedenle yapılacak tek şey, dogmayı savunmak ve temellendirmektir. İşte, her şeyden önce bir teoloji olan Ortaçağ felsefesi için, Anselmus tipik bir örnektir.
Anselmus doğa ile hiç ilgilenmez, ruhtan çok az söz eder, onun tüm görüşleri "Allah" düşüncesi etrafında toplanmıştır. Onun için Allah tüm varlığın ağırlık merkezidir. Anselmus'un tüm çabası kutsal vahiy olan dogmaları savunmak ve temellendirmektir. Oysa iki yüzyıl sonra, Skolastiğin parlak döneminde tümüyle başka bir görüntüyle karşılaşacağız.
Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu Skolastiğin ilk döneminden parlak dönemine geçiş, "Aristo "nün eserlerinin tanınması ile mümkün olmuştur. Aristo'nun eserleri İslâm felsefesi aracılığı ile öğrenilmiştir. Yani bu eserler Arapça çevirilerinden Lâtinceye çevrilmiştir. Aristo'nun eserleri "doğa" konusundaki ilginin yeniden uyanmasına neden olmuştur.
Henüz Skolastiğin ilk döneminde yaşayan Anselmus, doğa konusuna hemen hemen hiç ilgi göstermemiştir. Oysa Skolastiğin parlak döneminde, söz gelişi Aquino'lu Thomas da, doğaya ait geniş bir ilgiye, Aristo'ya göre ayarlanmış bir doğa felsefesinin var olduğuna tanık oluyoruz.
Skolastiğin bu iki dönemi arasında başka bir farklılık daha oluşmuştur. İlk dönemin temsilcisi olan Anselmus, Kilisenin "tüm dogmaları"nı akla uygun duruma getirmek isteyen tam imanlı bir Hıristiyan'dır. Skolastiğin parlak dönemi, iman ile kabul edilmesi gereken dogmalarla, akıl ile aydınlanması mümkün olan dogmalar arasında bir ayırım yapar.
Bu ikinci dönem için iman ve felsefe birbirine uygun olan iki alan değildir. Aksine iman aklı tamamlar. İmanın birtakım sırları vardır ki, bunlara yalnızca inanmak gerekir. Ancak Allah'ın kendisi, varlığı gibi konulan akılla temellendirmek mümkündür.
İşte Skolastiğin "son dönemi", özellikle bu yönden daha ileri bir adım atarak, akıl ile kavranabilecek dini gerçeklerin sayısını büsbütün azaltmıştır. Bu son dönem Allah'ın varlığını bile akılla temellendirmenin mümkün olduğunu reddeder. Böylece Allah'ın varlığı konusunu da bir iman meselesi yapar. Böylelikle ilahiyat ile felsefe tümüyle birbirinden ayrılmış olurlar. Felsefe ancak bilinmesi mümkün olanı, özellikle doğayı; iman ise akıl tarafından kavranmalarına olanak bulunmayan dini gerçekleri konu alır.
Batıda Skolastiğin "üç" dönemi vardır: Anselmus'un tipik temsilcisi olduğu ilk dönemde felsefe, kurgusal ilahiyattır. Bu dönem, en yüksek dini gerçeklerin akıl ile aydınlatabileceğine inanır. Oysa ikinci dönemde, yani Aristo'ya dayandırılan parlak dönemde, felsefe ile ilahiyat artık biri ötekinden ayrılmaya başlar. Bu döneme göre dinin ancak bazı temelleri akıl ile çözümlenebilir, geriye kalanlara yalnızca iman etmek gerekir. Skolastiğin son döneminde felsefe ve ilahiyat biri ötekinden tam anlamı ile ayrılır.
Öncelikle "bilmek nedir?" sorusundan hareket eden Anselmus, "bilmek düşünmektir, gerçeği çıkarabilmektir" diyor. Gerçek ise, ancak kanıtlanarak bilinir. Gerçek dediğimiz şey nedir? Gerçek, bilgimizin realiteye "uygun" olmasıdır. Her düşünce kesinkes bir "var olana" geri döner. Her var olan ise "mutlak bir varlığı", yani Allah'ın bedenini şart koşar.
O halde biz, "var olan Allah" olmaksızın düşünemeyiz. Anselmus bu düşüncesini, Allah'ı kanıtlamak için bir delil olarak benimser. Yani ona göre mutlak varlığın, yani Allah'ın, varlığını gerektirmeyen hiçbir düşünce gerçek olamaz. Bu düşüncenin temelinde Eflâtun'un ve özellikle Yeni Eflâtunculuğun etkileri olduğunu kolayca fark edebiliriz. Çünkü Plotin'e göre de "var olan" ancak mutlak varlığa katılarak var olur. Nitekim Skolastiğin ilk dönemi "Yeni Eflâtunculuk"un etkisi altındadır. Bu ilk dönem için Aristo'nun etkisi henüz söz konusu değildir.
Anselmus'un öteki bir yapıtında, sonraları felsefe tarihinde çok ünlenen ve Yeniçağda Descartes tarafından yeniden ele alman ikinci bir Allah kanıtını; "ontolojik kanıt"ı bulur. Bu kanıt ile Allah'ın varlığı aşağı yukarı şöyle belgelenir: Biz Allah deyince genellikle "en büyük olan"ı anlarız.
Şimdi bir yandan Allah'ın var olduğunu öte yandan var olmadığını düşünelim. Var olan bir şey var olmayana oranla daha büyüktür. Allah'ı var varsa¤¤¤¤¤ büyüklüğüne bir şey eklemiş, var olmadığını düşünürsek büyüklüğünden bir şey eksiltmiş oluruz. Oysa Allah'ın "en büyük" olduğunu düşünüyoruz.
Bunun için onun ancak var olabileceğini çıkarırız. Yani "en büyük" diye düşündüğümüz bir şeyin kesinkes var olduğunu kabul etmek gerektir. Aksi hâlde çelişkiye düşeriz. Dikkat edilirse, bu kanıtla, "Allah" kavramından, Allah'ın varlığı çıkarılıyor. Anselmus bu kanıtlamasında tam bir rasyonalisttir.
Bilmek, objeler konusunda kavramlar oluşturmaktır. Ancak öyle bir kavram vardır ki, Allah kavramı, bu kavramı yalnız "düşünmekle", dayandığı objeyi tanıyabiliriz. Zaten her akılcı bilgi bizi zorunlulukla, bu ontolojik kanıt cinsinden, hiçbir şekilde deneye dayanmayan bilgilere götürür. Her rasyonalist felsefede öyle bir kavram vardır ki yalnızca düşünmekle, kendisine karşılık olan objeyi anlamak mümkün olur.
Ontolojik Allah kanıtına daha Anselmus'un sağlığında karşı çıkılmıştır. "Bu metod ile her şeyin varlığını kanıtlamak mümkündür" diye eleştirilmiştir. Anselmus kendisine karşı çıkanlara şu yanıtı verebilirdi: Allah kavramından başka bütün öteki kavramlar objeleri ile "sınırlandırılmıştır".
Yalnızca Allah "mutlak varlık" olarak düşünülebilir. Kendilerini yalnızca hiçbir objenin karşılayamadığı kavramlar düşünülebilir. Roma kentini hem var hem de yok bir kent diye düşünebiliriz. Oysa Allah'ı hem var hem de yok diye düşünemeyiz, çünkü Allah mutlak varlıktır.
Anselmus'un kişiliğinde tipik temsilcisini bulan Skolastiğin ilk dönemi için karakteristik olan yan, bu dönem felsefesinin, dinin son sırlarını da akılla temellendirmeye kadar giden bir ilahiyattan oluştuğudur.
"İnandığımı sonradan aklın da aydınlattığını görmek için inanıyorum" diyen bu dönem için, iman öncelik taşır. Bu dönemin başka bir karakteristik yanı, bilgide kullandığı rasyonalist metottur. Gözlem ve deneyin bu dönemde hiçbir etkinliği yoktur. Çünkü ilahiyatın dogmalarını deney nasıl temellendirebilir? Bu dönem için bilmek, düşünmektir. Gerçek, yalnızca mantık çıkarımlarıyla kavranmaya çalışılır.
Söz gelişi Anselmus'un ünlü ontolojik kanıtı, Allah'ın varlığını yalnızca Allah kavramının analizinden çıkarmak için yapılmış olan tipik bir kanıttır. Allah'ı kanıtlamak için tam anlamıyla rasyonalist bir bilgi metoduna neden ısrarla başvurulduğunu anlamak güç değildir. Düşünmenin, insan ruhunun sınırlan içinde kalan düşünmenin, dıştaki bir olayı kavradığından nasıl emin olunabilir?
Tümüyle sübjektif olan düşünme ile dışardaki bir realite arasındaki köprü, bu ontolojik kanıt ile kurulmak isteniyor. Dıştaki bir varlığa da dayanmakta olduğunu mantıksal bir çıkarımla kendisinden elde edebileceğim tek bir kavram vardır: Allah kavramı.
Ontolojik kanıtın mümkün olması için bir koşul daha vardır: Allah'ın mutlak varlık ile aynı olması ve her var olanın bu mutlak varlığa katılması gereği. Dikkat edilecek olursa, Anselmus'un ontolojik kanıtının, Eflâtun ile sıkıdan sıkıya ilgisi olduğu görülür. Bundan önce de söylediğimiz gibi, Skolastiğin ilk döneminin Eflâtuncuğu, sonraları tüm Ortaçağ boyunca süren bir konuya, "tümeller tartışması"na yol açmıştır.
Tümel kavramlar nedir? Acaba tümel kavramlar reel bir varlığa sahip midir? Yoksa yalnızca aralarında ortak oranlan içeren şeyleri mi gösterir? Bu son düşüncenin, yani isimciliğin (nominalizmin), Skolastiğin daha ilk dönemlerinde var olduğunu söyleyebiliriz