• Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

Allah'ın Varlığı | Hayata Bakışınızı Değiştirecek Videolar

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Terbiye delili

Bir apartmanın en üst katından aşağıya ipler ile inen komandoları gördüğümüzde hayret eder ve alkışlarla onları tebrik ederiz.
Acaba bir örümcek, komandonun yaptığı işten daha mükemmelini yapmıyor mu? Ördüğü ipek iplik ile bir çırpıda aşağıya iner ve bir çırpıda yukarıya çıkar. Bir komando asla örümceğin hızına yetişemez, belki de örümceğe ancak bir çırak olabilir. Örümcek avını avlamak için kendini iplikle ağaca bağlar ve avının üstüne atlar. İpliği, hem kendini hem de avını taşıyacak kuvvettedir. Avları ağına yapışırken, o ayağına sürdüğü bir sıvı ile ağına yapışmaktan kurtulur.

Örümcekte olduğu gibi, şu âleme dikkat ile baktığımızda görürüz ki: Her bir mahlukun kendine ait bir vazifesi ve kendine mahsus hayat şartları vardır. O mahluk dünyaya gelir gelmez hemen o vazifeyi görmeye başlıyor ve hayat şartlarıyla da tam bir uyum sağlıyor. Âdeta başka bir âlemde terbiye edilmiş gibi vazifesinde asla şaşırmaz ve bir an bile geri kalmaz. İşte bu hâl ispat eder ki: Onları terbiye eden, onlara vazifelerini öğreten ve onları hayat şartlarına muvafık kılan, perde arkasında bir zat vardır. O zatın varlığı kabul edilmeksizin göz önündeki bu terbiyeyi izah etmek, asla mümkün değildir.

Bu hakikati daha iyi kavrayabilmek için şimdi bir bal arasının terbiyesine bakacağız ve bu terbiyeden Cenab-ı Hakk’ın varlığına pencereler açacağız:

Bal arısı durmadan, dinlenmeden çalışır. Günde 20.000 çiçeği ziyaret eder.
Ömründe 2.000.000 km’lik bir yolu kat eder. Bu meşakkatli çalışmanın neticesi olarak da, bal gibi tatlı bir gıdayı bizlere takdim eder. Şimdi Allah’ı inkâr eden kişiye soruyoruz:

1- Arıya bal yapmayı kim öğretti? Bütün insanlar toplansa bir gramını bile yapamayacağı balı, bu zehirli böcek nasıl yapıyor? Yoksa bizden daha mı akıllı?

2- Arının sadece bal yapmasını bilmesi de kâfi değildir. Çünkü bu faaliyette bal tek başına düşünülmemiştir. Zira bal insana menfaatli olarak yaratılmıştır. O hâlde balı yapanın insandan haberdar olması ve vücut yapısını bilmesi lazımdır. Hâlbuki arıda böyle bir ilim yoktur. Yoksa arının insanları tanıdığını ve vücut yapılarını bildiğini mi iddia ediyorsun?

3- Balı yapıp insanlara yedirmek; rahmetin, şefkatin ve acımanın bir eseridir. Hâlbuki arının bize karşı ne merhameti ve ne de şefkati vardır. Buna delil ise, fırsatını bulduğunda zehirli iğnesi ile bizi sokmasıdır. Arı bize merhamet etmiyorsa, o hâlde bize karşı şefkat gösterip merhamet eden ve arıdan balı çıkartan kimdir?

4- Arı, çiçeklerin aşılanmasında da büyük bir vazife üstlenir. Çiçek tozlarını bir çiçekten başka bir çiçeğe taşıyarak üremelerini sağlar. Bir çiçeğe konduğunda yapışkan ve sık olan tüylerine çiçek tozları bulaşır. Sonra aynı cinsin farklı ferdine konarak çiçek tozlarını ona bulaştırır. Bu vazifenin icrasında ise ilginç bir görüntü oluşur.

Şöyle ki: Bal arısı mesela, ilk önce bir gül çiçeğine konmuşsa, o civardaki diğer gül çiçekleri bitinceye kadar başka bir türe konmaz. Bunun sebebi ise şudur: Eğer farklı çiçeklere konsaydı, çiçek tozları farklı türlere taşınacağından dolayı aşılanma meydana gelmeyecek ve çiçeklerin nesli tükenecekti. Şimdi soruyoruz: Acaba bal arıları çiçekleri nasıl tanıyor? Çiçeklerin neslinin devamı için bu yorucu seyahati niçin yapıyor? Aşılama vazifesine uygun olan kılları vücuduna kim taktı?

5- Bal arısının küçücük karnında balı pişirmek ve azaları tahrip etme kabiliyetinde olan zehre bulaştırmamak harika bir fiildir. Akılsız bir böcek böyle harika fiilinin faili olabilir mi?

Şimdi, bal arısının terbiyesinden başka bir sahne ile devam ediyoruz:

Peteklerdeki yavru bal arılarının dünyaya gelebilmesi için kovandaki sıcaklığın 35 derece olması gerekir.
Eğer sıcaklık 30 dereceye düşerse bütün yavrular ölür. Ya da 40 dereceye çıkarsa bu sefer de ya ölüm ya da sakatlıklar meydana gelir. Evet, petek sıcaklığı tam 35 derecede olmalıdır.

Peki ama, bu sıcaklık hiç düşmez veya artmaz mı? Elbette düşer ve artar. Ama bal arıları bunun da çaresini bulmuşlardır. Sıcaklık 30 dereceye düştüğünde peteklerin üstünde titreyerek sıcaklığın 35 dereceye çıkmasını sağlarlar. Âdeta kovan için bir soba görevi görürler. Eğer sıcaklık 40 dereceye yükselmişse bu sefer de kanatlarını çırparak kovanı serinletirler. Bu sefer de bir fan vazifesi görürler.

Şimdi, bu terbiyeyi tesadüfe havale eden kişiye tekrar soruyoruz:

1- Arılar petek sıcaklığının 35 derece olması gerektiğini nereden biliyorlar? Muhtemelen bu satırları okuyuncaya kadar siz bile bilmiyorsunuzdur. Mahlukatın en akıllısı olan insanın bilmediği bir şeyi, bir böcek nereden bilebilir?

2- Haydi biliyorlar diyelim. Peki, sıcaklık düştüğünde petekler üzerinde titreyerek kovanı ısıtma tekniğini nereden öğrenmişler?

3- Ya da sıcaklık yükseldiğinde kanatlarını çırparak kovanı serinletmeyi onlara kim öğretmiş?

4- Hepsinden önce, arıların sıcaklığı ölçmeleri için dereceleri mi var? Yoksa -ki yok, çünkü biz bugüne kadar derece taşıyan bir arı görmedik- sıcaklığı nasıl ölçüyorlar?

5- Yavru arıların yaşaması onlar için niçin bu kadar önemli? Yavru arılarla uğraşacaklarına, niçin bir-iki hafta sonra ayrılacakları dünyadan lezzet almaya çalışmıyorlar? Onları vazifeli bir asker gibi çalıştıran kim?

Bizler sadece bal arısına ve onda yapılan terbiyeden bir-iki kısma baktık. Bal arısının diğer hususiyetleri hakkında da onlarca sayfa yazılabilir ve yüzlerce soru sorulabilir. Bir tek bal arısındaki terbiye bile izah edilemezken karşımıza ipek böceğinden kuşlara, balıklardan böceklere ve hayvanlardan bitkilere kadar sayısız mahluk ve her birine yapılan farklı terbiyeler çıkıyor.

Acaba hiç mümkün müdür ki, böyle yüz binler farklı terbiye, tesadüfün işi olsun ya da bu varlıklar kendi kendilerine bu işleri öğrenmiş olsunlar? Aklını kaybetmeyen birisi buna hiç imkân verebilir mi?
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Sebep – Netice delili

Bir çocuk görseniz tek eliyle bir treni çekiyor. Hemen dersiniz ki: “Bu treni çeken bu çocuk olamaz, çünkü bu treni çekmek için gereken güç bu çocukta yoktur. O hâlde benim göremediğim başka bir kuvvet olmalıdır. Bu çocuk sadece o kuvvetin bir perdesidir…”

Sizlere bu muhakemeyi yaptırtan şey, sebep ile netice arasındaki dengesizliktir. Bu misaldeki çocuk, sebeptir; treni çekmesi ise neticedir. Sebebin gayet zayıf ve âciz olması, neticenin meydana gelebilmesi için ise büyük bir kuvvete ihtiyaç duyulması; o sebebi, faillik makamından kovar ve başka bir failin varlığını ispat eder. Sizler bu kuvvet sahibini bizzat görmeseniz de varlığından şüphe etmezsiniz, çünkü icraatı göz önündedir.

Acaba şu âlemde bundan daha hayret verici işler olmuyor mu? Elbette oluyor, hem de daha ilginçleri…
Küçücük tohumlardan dağ gibi ağaçlar çıkıyor. Ağaçların kupkuru dallarına renkleri farklı, tatları farklı ve şekilleri farklı meyveler takılıyor. Simsiyah toprak âdeta bir kazan oluyor ve içinde her türlü sebze pişiriliyor. İnsanın bütün hayat macerası ve öğrendiği her şey, hardal tanesi kadar küçük olan hafızasında kaydediliyor. Bir damla sudan insan yaratılıyor…
Evet, saymakla bitiremeyeceğimiz kadar harika işler her zaman gözümüz önünde yaratılıyor. Neticeleri meydana getiren sebepler gayet adi, âciz, basit, cansız ve fakir iken; onlardan meydana gelen neticeler gayet sanatlı, hikmetli ve kıymetli oluyor. İşte bu hâl ispat eder ki: Bu neticeleri yaratan bu sebepler değildir. Bilakis bu işleri yapan Allah-u Teâlâ’dır. Sebepler ise sadece Allah’ın kudretine birer perdedir.

Bu meseleyi daha iyi anlayabilmek için bir misal üzerinde tefekkür edelim:

200 gram ağırlığındaki Altın yağmur kuşu her yıl Alaska’dan Hawai’ye 4000 km’lik bir göç yapar. Bu yolu 88 saat (3,5 gün) boyunca hiç durmadan kanat çırparak kat eder.
Bilim adamları, kuşun bu yolculuğu tamamlayabilmesi için yakıt olarak kullanacağı 82 gram yağının olması gerektiğini hesaplamışlardır. Oysa Altın yağmur kuşunun sadece 70 gram yağı vardır. Buna rağmen hiç bir Altın yağmur kuşu yakıtı bittiği için denize düşmez. Acaba bunun sırrı nedir?

Altın yağmur kuşları ‘V’ şeklinde dizilerek sürü halinde uçarlar. Bu uçuş şekli hava direncini azaltarak kuşlara % 23′lük bir enerji tasarrufu sağlar. Bu durumda, yere indiklerinde fazladan 6-7 gram yağları daha kalmış olur. Bu artan yağ ise rüzgârların ters yönden esme ihtimali durumunda kullanılacak yedek yakıttır.

Şimdi bir kıyas yapalım: Altın yağmur kuşu 70 gr yağ yakarak 4000 km uçabilirken, bir Boeing 737-800 uçağının aynı mesafeyi uçabilmesi için 16 tondan fazla yakıta ihtiyacı vardır. Ancak bu uçağın yakıt kapasitesi 14,2 ton olduğu için, araç yakıt ikmali yapmadan böyle bir uçuşu gerçekleştiremez.

İşte bu misalde, Altın yağmur kuşu bir sebeptir. Netice ise onun yaptığı faaliyet ve seyahattir. Altın yağmur kuşu, adından da anlaşılacağı gibi bir kuştur. Aklı, zekâsı, kudreti, kuvveti vs. yoktur. Hâlbuki yaptığı uçuş, ancak son derece bir bilgi ve kuvvet ile tamamlanabilecek bir yolculuktur. İşte, neticenin husulü için bir ilme ve kuvvete ihtiyaç olması, buna karşılık sebep olan Altın yağmur kuşunda böyle bir ilmin ve kuvvetin olmayışı ispat eder ki: Altın yağmur kuşu bu seyahati kendi başına yapmıyor, bu seyahat ona yaptırılıyor.

Şimdi ey Kâfir! Eğer Altın yağmur kuşunun bu seyahati Allah’ın yardım ve inayeti ile yaptığını kabul etmiyorsan, şu sorularımızın cevabını ver de görelim:

1- Altın Yağmur kuşu göç mevsimi geldiğini nasıl anlıyor?
2- Eğer yollarda tabelalar olmasaydı biz asla yolumuzu bulamazdık. Hatta birçok defa tabelaları takip ettiğimiz ve harita kullandığımız hâlde kayboluyoruz. Mezkûr kuş ise asla yolunu şaşırmıyor. Acaba yolunu hangi tabelaları takip ederek buluyor?
3- 88 saat hiç durmadan kanat çırpmak son derece güç bir iştir. İnsanların en dayanıklısı olan maraton koşucuları bile en fazla 40-50 km’lik bir koşu yapabilirler. Acaba bu kuş kendi kendine böyle dayanıklı bir yapıya nasıl kavuşmuş?
4- Seyahati için lazım olan 70 gr yağı vücudunda kim depo etmiş?
5- Rüzgârın tesirini kıran ‘V’ şeklindeki uçuşu onlara kim öğretti?
6- İnsanların yaptığı uçak, Altın yağmur kuşu ile kıyas bile edilemez. Hâl böyle iken uçağın bir mühendisi olacak da, Altın yağmur kuşu tesadüfün eseri mi olacak?
7- Altın yağmur kuşunun 70 gr yağ ile yaptığı bu seyahati, medeniyetin harikası olan uçaklar 16 ton yakıt ile yapabiliyorlar. O hâlde diyebiliriz ki, bu kuşun sanatkârı olan zat son derece hikmetli ve iktisatlıdır. Acaba hikmet ve iktisat sahibi olarak Allah’tan başka bir sanatkâr gösterebilir misin?

Şimdi sizler de sebep ve neticeler arasındaki uyumsuzluğu tefekkür edin. Bu tefekkürünüzde şu hadiselere bakabilirsiniz: Bulut sebeptir, yağmur netice; yumurta sebeptir, tavuk netice; beyin sebeptir, orada bir kütüphanenin yazılması netice; zerreler sebeptir, seslerin nakli netice; bal arısı sebeptir, bal netice; ipek böceği sebeptir; ipek netice…

Tefekkürünüz esnasında, sebeplerin ne kadar basit, cansız, cahil, âciz vs. olduğunu, neticelerin ise son derece harika olup ilmin ve kudretin eserini gösterdiğini düşünün!
Daha sonra da bu sebepler arkasında iş yapan zatı, yani Allah-u Teâlâ’yı akıl gözü ile görün!
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Temizlik delili

Bir sokak görseniz, bir süpürge tarafından temizleniyor ve her tarafı tertemiz yapılıyor. Ancak sizler süpürgeyi tutan eli göremiyorsunuz. Bu durumda, acaba bütün dünya toplansa ve bu sokağı bizzat süpürgenin kendisinin temizlediğini iddia etse, buna inanır mısınız? Süpürgenin bizzat kendisinin bu sokağı süpürdüğüne sizi ikna edebilirler mi? Elbette hayır! Hatta bu iddiaya gülersiniz. Çünkü:

Sokağı süpürmek için hayat sahibi olmak lazımdır. Hayatı olmayan sokağı süpüremez. Hâlbuki süpürgenin hayatı yoktur.
Hem süpürenin kuvveti olmalıdır. Kuvveti olmayan, süpürgeyi hareket ettiremez. Hâlbuki süpürgenin kuvveti de yoktur.
Hem süpürenin iradesi olmalıdır. Temizlemeyi temizlememeye tercih edebilmelidir. Hâlbuki süpürgenin iradesi de yoktur.
Hem süpürenin ilmi olmalı, süpürmeyi bilmelidir. Hâlbuki süpürgenin ilmi de yoktur.

Süpürenin merhameti de olmalıdır. Bu merhamet sebebiyle sokak sakinlerine acımalı ve onları pislikten kurtarmak için bu fiili gerçekleştirmelidir. Hâlbuki süpürgenin merhameti de yoktur.

Hem süpürenin hikmeti olmalı, faydayı ve menfaati tercih edebilmelidir. Görmesi olmalı, sokağı görebilmelidir. İşitmesi olmalı, sokak sakinlerinin feryadını işitebilmelidir. Hikmeti, görmesi ve işitmesi olmayanın; sokağı temizleme fiiline hakiki fail olması mümkün değildir. Ayrıca bunlar gibi daha birçok sıfatı olmalıdır.

Hâlbuki bu sıfatların hiçbiri süpürgede yoktur.
İşte süpürgenin bu sıfatlara sahip olmamasından dolayı, süpürgeyi tutan eli görmesek de bu hikmetli faaliyeti süpürgeye değil, bu sıfatları taşıyan bir faile veririz. O eli görmememiz onun yokluğuna delalet etmez. Bilakis bu hikmetli faaliyet onun varlığına delalet eder ve onu ispat eder.

Acaba, küçücük bir sokağı temizlemek gibi basit bir fiil dahi süpürgeye isnat edilemez ve mezkûr sıfatlara sahip bir zatın varlığı kabul edilirse. Nasıl olur da bu koca kâinatı ve kâinatın sokaklarından biri olan Dünya’yı temizlemek, süpürge hükmündeki sebeplere havale edilebilir.

Evet, bu kâinat ve bu Dünya, daima işler büyük bir fabrika ve her vakit dolar boşalır bir han ve bir misafirhanedir. Hâlbuki böyle işlek fabrikalar, hanlar ve misafirhaneler enkazlarla ve süprüntülerle çok kirleniyor. Eğer pek çok dikkat ile bakılmazsa ve temizlenmezse içinde durulmaz, insan onda boğulur. Hâlbuki bu kâinat fabrikası ve dünya misafirhanesi o derece pak, temiz ve kirsizdir ki; lüzumsuz bir şey, menfaatsiz bir madde, tesadüfî bir kir, içinde bulunmaz. Bulunsa da çabuk bir şekilde temizlenir. Demek bu fabrikanın öyle bir sahibi vardır ki, bu koca fabrikayı ve bu büyük sarayı, küçücük bir oda gibi süpürtür ve temizler.
Bir insan bir ay yıkanmazsa, küçük odasını bir ay süpürmezse çok kirlenir ve pislenir. Hâlbuki bu âlemde hiçbir kir ve pislik yoktur. Demek bu âlem sarayındaki paklık ve temizlik, hikmetli ve dikkatli bir temizlikten ileri geliyor. Eğer o daimi temizlik ve dikkat ile bakmak olmasaydı, bir senede bütün hayvanların yüz bin milletleri yeryüzünde boğulacak, uzaydaki yıldızların enkazları ölüme sebebiyet verecek ve dağlar büyüklüğündeki taşları başımıza yağdıracaklardı…

Hâlbuki bu âlem Allah’ın Kuddûs isminin tecellisi ile yıkanmış ve temizliği ile Allah’ın varlığına bir şahit olmuştur. Gelin şimdi şu âleme dikkat ile bir bakın:

İşte denizler!
Her günler binlerce balık ölür; ama hiçbir cenaze göremezsiniz
İşte ormanlar! İçlerinde yüz binlerce hayvan yaşar, her gün binlercesi doğar ve binlercesi ölür; ama kirlilik eseri yok.
İşte hava! Onlarca zehirli gaz vardır; ama hiçbiri havayı kirletemez.
İşte uzay! Uzaya baktığımızda da asla bir çöplük göremeyiz. Bunun sebebini bilim adamları şöyle izah ederler: Galaksiler birbirlerinin içinden geçerlerken, bilim adamlarının “halı temizleme” diye isimlendirdikleri bir hadise cereyan eder. Kendi önündeki bir galaksinin içinden, yüksek hızla geçen bir galaksi bu hız sebebiyle diğer galaksideki gaz ve toz bulutlarını elektrikli bir halı süpürgesi gibi çeker ve temizler. Daha sonra da bu tozları kendi içindeki yeni yetişen yıldızlara gıda olarak sunar.
Acaba, bu temizliğin tesadüfün işi olması hiç mümkün müdür? Aklını kaybetmeyen birisi, bu hikmetli temizliği sebeplerden veya tabiatın kendisinden bilebilir mi?

İşte ey Allah’ı inkâra yeltenen kişi! Aklını başına al, eğer koca kâinatın sesini işitemiyorsan, gel tek bir yaprağın sözlerini dinle, bak ne diyor! Diyor ki: “Bana bak, bendeki temizliği gör! Bak şu sokaktaki evlerin pencerelerine… Nasıl da bir-iki hafta temizlenmeyince her tarafları tozlanıyor ve kirleniyor. Ama bende ve diğer yaprak kardeşlerimde böyle bir toz ve kir göremezsin. Acaba bizdeki bu temizliği hiç fark etmiyor musun? Bizim bu temizliğimiz hiç mi dikkatini çekmiyor? Acaba hiç düşünmüyor musun, bizleri kim temizliyor?”
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Fiillerdeki mükemmellik delili

Şu âlemde gözüken fiillerdeki mükemmellik, bu fiillerin cansız ve şuursuz sebeplerden çıkma ihtimalini reddeder. Zira bu fiillerde öyle bir mükemmellik vardır ki, değil cansız ve şuursuz sebepler, mahlukatın en akıllısı olan insan bile bu fiilleri yapmaktan âcizdir. Hatta birçoğunu anlamaktan bile âciz…

Bu meseleyi daha net kavrayabilmek için üç misal vereceğiz ve bu misaller üzerinde “fiillerdeki mükemmellik” delilini tefekkür edeceğiz:

İnsanın en basit zannedilen fiillerinden biri de yutma işlemidir. İsterseniz gelin bu işlemin nasıl cereyan ettiğine bir bakalım:

Yutma esnasında küçük dil ve yumuşak damak yukarı doğru kalkarak burun boşluğuna giden yolu kapatırlar. Nefes alıp verme ise refleks olarak durur. Aynı anda gırtlakta bulunan ikinci bir yapı da akciğere giden nefes borusunu kapatır. Bu yapılar lokmanın yemek borusuna girmesinden sonra tekrar eski hâllerine dönerler. Hâlbuki bizim bu olayların hiçbirinden haberimiz olmaz. Yutma işlemi bu kadarla da bitmez. Asıl zor olan bölüm bundan sonradır. Ağızda kalan ve un gibi dağılan besin maddelerini yutmak fevkalade güçtür. Bu güçlüğü önlemek için ilk önce parçacıkların birleştirilmesi ve belirli büyüklüklerde kaygan lokmalar hâline getirilmesi gerekir. Dilimizin altına yerleştirilmiş olan tükürük bezleri ürettikleri salgıyı ağza akıtırlar. Tükürük bezlerinin en küçükleri olan 2-3 gr ağırlığındaki dilaltı tükürük bezleri, koyu kıvamlı mukoz bir sıvı salgılar. İşte bu sıvı parçalanmış besin maddelerini birbirine yapıştırarak bir lokma hâline getirir. Daha sonra lokmanın etrafı da sarılarak kayganlaştırılır. Yutulması gayet kolaylaşan bu lokmayı yutma işleminin başlatılması ise bize kalan tek görevdir.
Düşünün bir kere, insan en basit bir fiili olan yutma işleminin bile yüz cüzünden sadece birine sahip. O da yutmayı başlatmaktır. Eğer bu mükemmel fiil Cenab-ı Hakk’a isnat edilmezse:

1- Küçük dile ve yumuşak damağa, burun boşluğuna giden yolu kapatma emrini kim verdi? Biz vermedik. O hâlde kim?
2- Nefes alıp verme işi refleks olarak duruyor. Bu sistemi kim kurdu? Bu sistemi kuran zatın bizden haberdar olup bize acıması gerekir. Allah’tan başka bizi tanıyıp bize acıyan ve bu sistemi kurmaya gücü yeten kimdir?
3- Yutma işleminde nefes borusu da bir yapı tarafından kapatılır. Eğer kapatılmasa ve lokma nefes borusuna kaçsa bu ölümle sonuçlanabilir. Bu önlemi bizler için kim aldı?
4- Tükürük bezlerini dilimizin altına kim yerleştirdi?
5- Eğer bu işi yapan, dilin kendisi ise, dil bu besinleri birbirine yapıştıracak salgıyı üretmeyi kimden öğrendi?
6- İnsan, fiillerine sahip çıkarak:”Ben bunları kendi irademle yapıyorum.” diyemez. Zira en basit fiillerinden biri olan yutma işleminden bile habersizdir. O hâlde vücut makinesini haberimiz olmadan bizim için mükemmel bir şekilde çalıştıran ve bu hikmetli faaliyetleri ona yaptıran kim?

Görüldüğü gibi, yutma gibi basit bir fiil bile Cenab-ı Hakk’a isnat edilmeden izah edilemiyor. Nerede kaldı ki diğer fiiller izah edilebilsin…

Şimdi de ikinci misalimize geçelim ve hücre zarında cereyan eden hikmetli bir faaliyete bakalım:

Bitkilerin mineral maddeleri seçerek aldıkları pek çok deneyle ispat edilmiştir. Bitkinin seçme faaliyeti için hücre zarı ve çeperi, özel bir yapıya sahip kılınmıştır. Bu yapı ihtiyaç duyulan maddelerin içeriye girmesine izin verirken, zararlı ve ihtiyaç harici maddelerin içeriye girmesine müsaade etmemektedir.

Bir stadyumdan içeriye girmek için kapıya yüklenen insanlar misali, maddeler de bitkiye girmek için öylece yüklenirler; ama içeriye giriş için hücre zarına bir bilet göstermeleri ve izin almaları gerekir. Eğer mineraller gelişigüzel bitkiye girseler ve gelişigüzel çıksalardı, bu bitkinin ölümü olurdu.

Her tür bitki kendi yapısına göre, ihtiyacı olan maddeleri seçip alacak özellikte yaratılmıştır. Bitkinin değişik safhalarda, değişik mevsimlerde ve değişik muhitlerde mineral seçiminin değiştiğini de unutmayalım!

Şimdi, bizimle hücre zarı arasında bir kıyas yapacağız: Biz, mahlukatın en akıllılarıyız. Akıl bizde, ilim bizde, irfan bizde yine de günlük besin ihtiyacımızın ne olduğunu, bu ihtiyacımızı en mükemmel şekilde hangi besinlerden karşılayacağımızı ve ne nispetle almamız gerektiğini bilmiyoruz. Bu bilgiye sahip olabilmek için beslenme uzmanı veya doktor olmak, bunun için de yıllarca okumak gerekir. Hâlbuki hücre zarı hiç bir okula gitmemiş ve hatta onun kalem ve defteri bile yoktur. Ama âdeta bir beslenme uzmanı gibi çalışmakta ve vücuda lazım olan minerallerin geçişine izin verirken diğerlerini durdurmaktadır.

Şimdi soruyoruz: Acaba bu işin hakiki faili hücre zarı mı? Yoksa perde arkasında bu işleri idare eden hikmet sahibi bir zat mı var?

Şimdi de üçüncü misalimize geçelim:
İnsanda 60.000 biyolojik istidat (kabiliyet) vardır. Başka bir ifadeyle insanı 60.000 rakamdan oluşan bir şifreye benzetebiliriz. Saçının kılından göz rengine kadar her şey bu şifrelerde yazılıdır. Bu 60.000 şifrenin 30.000′i anne hücresinde mevcuttur. Fakat şifreler 4, 45, 143, 34657…. gibi karışık olarak bulunur. Eksik olan rakamlar ise baba hücresiyle tamamlanır. Ancak babada 250 milyon meni hücresi vardır. Anne hücresi bu 250 milyon meni hücresinden kendinde eksik olan numaraları taşıyan hücreyi bulmalı ve bunu çok kısa bir zamanda yapmalıdır. Çünkü hayatı o kadar uzun değildir. İsterseniz biraz daha açalım:

Size 1 ile 60.000 arasındaki muhtelif rakamlardan 30.000 tanesi bulunan bir kart verseler ve önünüze 250 milyon torba koysalar ve deseler ki: “Elinizde bulunan karttaki eksik rakamlar, bu torbalardan birindeki rakamlarla tamamlanacak. Torbaları teker teker kontrol ederek eksik kartınızı tamamlayacak olan torbayı bulun.”

Acaba böyle bir şeyi yapabilir miydik? Ya da yapsak kaç senede yapardık?

Hâlbuki bir yumurta hücresi ise bunu bir kaç saatte yapıyor ve neticesinde aşılanma meydana gelerek bir canlı oluşuyor. Acaba bu mucizevî fiile Allah’tan başka bir fail gösterilebilir mi? Ya da Allah inkâr edilirse bu icraat ne ile izah edilebilir?

Bizler bu delilde, fiillerdeki mükemmelliğin Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğini işledik. Bunun için de sadece basit üç misal verdik. Bu üç basit misal bile ispat etti ki: Bu mükemmel fiiller eğer Allah’a isnat edilmezse izah edilemez ve bu fiilleri Allah’tan başka da kimse yapamaz. Şimdi sizler, şu kâinatta icra edilen diğer fiilleri bu üç fiile kıyas edin ve sonra şu sorunun cevabını düşünün:

Kimin haddi vardır ki bu hikmetli fiillere faillik iddia edebilsin ve bu mükemmel fiillere fail olabilsin. İlla Allah!
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Yaratılıştaki mana delili

Elimize bir hokka mürekkep alsak ve boş bir kâğıdın üzerine döksek, asla manalı bir sayfa vücuda gelmez. O hâlde diyebiliriz ki: Sayfadaki mana, mürekkebi kâtiplik ve faillik makamından tart eder ve kovar. Zira sayfadaki mana, kâtibinin ve failinin irade sahibi, kudret sahibi ve ilim sahibi olduğunu gösterir. Bu sıfatlar ise mürekkepte yoktur, öyleyse sayfaya kâtip olamaz. Bütün dünya toplansa, sayfadaki mana ifade eden kelime ve cümlelerin mürekkebin tesadüfen dökülmesi sonucunda oluştuğuna bizi ikna edemez.

Kâinat dahi böyle manalı bir kitap değil midir? Bu manalı kitabın mürekkep hükmündeki iradesiz, kudretsiz ve ilimsiz sebeplerden meydana geldiğine nasıl itikat edilebilir? Ve böyle itikad edenlere akıllı denilir mi?

Şu misalle de bu hakikate bakabiliriz:

Bir maymunu daktilonun karşısına oturtalım.
Maymun daktilonun tuşlarına rast gele dokunsun. Acaba böyle rast gele yapılan hamleler neticesinde anlamlı bir kelimenin oluşması mümkün müdür?

Ya anlamlı bir cümlenin oluşması?

Ya da anlamlı bir sayfanın oluşması?

Peki, anlamlı bir kitabın oluşması ihtimal dâhilinde midir?

Hem de öyle bir kitap ki, bir sayfasında bir kitap kadar; bir satırında bir sahife kadar; bir kelimesinde bir satır kadar mana var ve o kitabın bir noktası bütün kitabın manasını kendinde toplamış…

Böyle mucizane bir kitabın gelişigüzel tuşlara basmakla vücuda gelmesi hiç mümkün müdür? Elbette hayır!
Acaba kâinat da böyle mükemmel bir kitap değil midir?

Dünya o kitabın bir bölümü; denizler, dağlar, karalar o kitabın bir sayfası; her nev, mesela bir ağaç nevi o kitabın bir satırı; o nevin bir ferdi, mesela bir incir ağacı o kitabın bir kelimesi; o incir ağacının çekirdeği ise o kitabın bir noktasıdır. Bu öyle bir noktadır ki, o koca incir ağacı bu noktada yazılmıştır. Hatta bu çekirdek, kâinat kitabında yazılmış olan esma-i ilahiyeyi kendinde gösteren küçük bir noktadır.

Acaba böyle bir kitabın, misalimizdeki maymun hükmünde olan; akılsız, kör, cansız ve şuursuz sebeplerden meydana gelmesi hiç mümkün müdür? Hayır, asla!

Şimdi de dilerseniz hakiki bir kütüphaneye bakalım. Hücredeki kütüphane!

Her bir hücrede binlerce DNA molekülleri vardır.
Göz renginden tutun parmak izine, insanın sesinden saç yapısına kadar bütün bilgiler bu DNA’larda kodlanmıştır.

Bir tek hücrede bulunan DNA molekülleri, her biri 20.000 sayfayı ihtiva eden 46 ciltlik dev bir ansiklopediye benzer ve bu kadar bilgiyi ihtiva eder. İnsan da ise 60 trilyon hücre vardır.

Dünyanın en büyük ansiklopedisi olan Ana Britanica’nın 40.000 sayfa olduğu düşünülürse, bir tek DNA’nın taşıdığı bilginin büyüklüğü daha iyi anlaşılmış olur.

Dünyanın en büyük ansiklopedisindeki bilgilerden yirmi beş kat daha fazla bilgi, mikroskopla yüzlerce defa büyütüldükten sonra ancak görülebilen bir hücredeki DNA’lara yerleştirilmiş.

Acaba böyle harikulade bir işin tesadüf eseri olması mümkün müdür?

Acaba bütün dünya toplansa Ana Britanica ansiklopedisinin tesadüfler sonucu meydana geldiğine bizi inandırabilirler mi? Elbette inandıramazlar!

Peki, mezkûr ansiklopediden yüzler defa daha mükemmel olan DNA ansiklopedisinin sebeplerden ya da tesadüfler neticesinde meydana geldiğine nasıl inanabiliriz?

Ey kâfir! Dinle bak, hücre ne söylüyor: “Bende dünyanın en büyük ansiklopedisinden kat kat fazla bilgi var. Eğer yaratıcı olarak iddia ettiğin sebeplerde veya tabiatta, bu bilgileri kodlayabilecek bir bilgi, bir hüner ve bir kudret varsa gelsinler kodlasınlar. Ayrıca, bir şehir sistemi içinde aksatmadan yürüttüğüm görevleri bana yaptırabilecek, diğer hücrelerle münasebetlerimi ayarlayabilecek bir güçleri varsa gelsinler göstersinler. Mesela, kardeşim olan bir lenfosit hücresine değişik 30 bin hücreyi tanıyabilecek hafızayı verebilirlerse, akyuvarları bana hücum eden düşmanlara karşı beni korumak için gönderebilirlerse, alyuvarları birer erzak memuru gibi çalıştırabilirlerse çalıştırsınlar görelim. Sonra beni yarattıklarını iddia etsinler!”

Şu bilgiyi de ilave etmek istiyoruz: Bir insan vücudundaki DNA molekülleri katlanma yoluyla küçücük hücreler içine sığdırılmıştır. Bir insan hücresindeki toplam DNA ipliğinin uzunluğu 2 metredir. Eğer bütün hücrelerimizdeki DNA’ları çözerek uzunlamasına arka arkaya dizsek, toplam 120 milyar kilometre eder ki bu mesafe Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 800 katıdır. Dünya ile Güneş arasındaki mesafenin 150 milyon km olduğunu unutmayın!

Bunlar tesadüf sonucu olabilir mi? Bir hücredeki DNA bile tesadüf ile izah edilemezken insanın tesadüfün oyuncağı olduğunu kabul eden kör fikre yazıklar olsun!
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Organlarımız nasıl oluştu?

İnsandan tutun hayvanlara kadar her bir varlığa hayatlarını idame ettirebilmek için gerekli olan azalar mükemmel bir şekilde verilmiştir. Bu azaların yaratıcısı olarak -hâşâ- Allah-u Teâlâ kabul edilmezse, şu sorulara mantıklı cevaplar bulunmak zorunda kalınır:

1-
İnsanın vücudunda el, ayak, kalp gibi birçok azalar vardır. Eğer bu azaları atomlar yapıyorsa; nasıl olur da kendilerinden dahi haberi olmayan atomlar el, ayak, kalp gibi son derece muazzam olan bu azaları yapabilirler?

2- Nasıl olur da dünya şartlarından haberdar olmayan atomlar, dünya şartlarına uygun olan organları yaparlar? Hiç Güneş görmemiş göz zerreleri Güneş’i görecek gözü; hiç ses duymamış kulak zerreleri sesi işitebilecek kulağı; hiç yiyecek tatmamış dil zerreleri tat alan dili; hiçbir koku koklamamış burun zerreleri her kokuyu fark edebilecek burnu nasıl yapıyorlar? Diğer azalar için de aynı sorumuz geçerlidir.

3- Zerrelerin kalıbı yoktur. Buna rağmen organları bir kalıptan çıkmış gibi yapıyorlar. Bu nasıl olur?

4- Organlara en uygun yerleri nasıl belirliyorlar ve bu organları vücuttaki en uygun yerlerine nasıl yerleştiriyorlar?

5- Organların sayısını nasıl belirliyorlar?

Herhâlde bu zerreler İbn-i Sina kadar zeki! Gerçi bin İbni Sina olsa yine de bu işleri yapamazdı. Peki, atomlar bu işleri nasıl yapıyorlar?

Ayrıca şunu da gözden kaçırmayalım: İnsanın bir yaşındaki elbisesi, beş yaşında; beş yaşındaki elbisesi, on yaşında ve on yaşındaki elbisesi de yirmi yaşında kendisine olmaz. Yani insan büyüdükçe elbiseler küçülür.

Fakat insanın büyüdükçe küçülmeyen bir elbisesi vardır ki o da vücut elbisesidir. Acaba vücut büyüdükçe vücut elbisesini büyüten, şişmanladıkça genişleten, zayıfladıkça küçülten, ne dar ne de geniş bir şekilde diken terzi kimdir?

Aynı soruyu hayvanlara ve ağaçlara tatbik edebilirsiniz. Bunca hayvan ve bitkiye elbiseler dikip sahipleri büyüdükçe elbiselerini büyüten zat kimdir?

Daha azaların oluşumunu izah edemezken bir de karşımıza elbiseler çıktı. Acaba her mahluka en mükemmel azaları veren ve onlar için en kullanışlı elbiseleri diken Allah’tan başka kim olabilir? Âlemi bir kenara bırakarak sadece bir tek sineği düşünün: Acaba bütün insanlar toplansa sadece bir tek sineğe kanat takabilir ve o vücuda en uygun elbiseyi dikebilir mi?
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Tabiatın âczi delili

Allah’ı inkâr eden bir kimseyi ilzam etmek için bir yol da, tabiatın ve sebeplerin eşyayı icat edemeyeceğini ispat etmektir. Tabiatın eşyanın icadında fail olamayacağı ispat edildikten sonra Allah’ın varlığı mecburen kabul edilecektir. Tabiatın fail olamayacağını ispat için şu üç soruyu kâfire sorabilirsiniz:

1-
Sanatkâr sanatını bilir mi, bilmez mi?
2- Bir sanatkâr kendinden daha mükemmel bir eseri yapabilir mi?
3- Sanatkâr ve sanat aynı şey midir? Yoksa ayrı şey midir?

Herhâlde bu sorulara şöyle cevap vermiştir:

Elbette sanatkâr sanatını bilir. Yani masayı yapan marangoz masayı; resmi çizen ressam da resmi bilir ve öyle yapar.
Bir sanatkâr ise asla kendinden daha mükemmelini yapamaz. Ne kadar mükemmel bir bilgisayar da yapsa, bu kendi beynine kıyasla son derece ilkeldir ya da ne kadar da mükemmel bir ev yapsa, bu kendi vücut evine kıyasla son derece sanatsızdır.
Sanatkâr ve sanatın aynı mı yoksa ayrı mı olduğuna gelince, elbette ayrıdır. Marangoz masadan farklı, ressam resimden ayrıdır.

Bu cevaplar ile şu kaideleri sıralayabiliriz:
1- Sanatkâr sanatını bilir.
2- Bir sanatkâr kendinden daha mükemmelini yapamaz.
3- Sanatkâr ve sanat farklı şeylerdir.

O hâlde ey kâfir dinle! Sen Cenab-ı Hakk’ı inkâr etmek ile tabiatı ve sebepleri eşyaya sanatkâr yapıyorsun. Ama biraz evvel dedin ki: “Sanatkâr sanatını bilmeli.” Hâlbuki sanatkâr olarak kabul ettiğin su, güneş, toprak, hava ve diğer sebepler bırak eşyayı tanımayı kendilerinden bile haberleri yoktur. O hâlde şu sanatlı eserleri nasıl yaratacaklar? Unutma, “sanatkârın sanatını bilmesi” kaidesini sen de kabul etmiştin.

Hem “Bir sanatkâr kendinden daha mükemmelini yapamaz.” demiştin. Hâlbuki bir sinek bile şu sebeplerden daha sanatlı ve mükemmeldir. Bir de başını kaldırıp şu âleme baksan, şu sanat mucizelerinin, basit, sanatsız ve şuursuz olan sebeplerden oluştuğunu nasıl iddia edebilirsin!

Hem sanatkâr ile sanat ayrı şeylerdi. Hâlbuki sen sebepleri fail yapmakla sanat ve sanatkârın aynı olduğunu iddia ediyorsun. “Tabiat nedir?” dediğimizde, bize şu dünyayı gösteriyorsun, daha sonra “Bunları kim yarattı?” dediğimizde yine o dünyanın içindeki sebepleri söylüyorsun. Bu şekilde âlemi hem sanat hem de sanatkâr yapıyorsun. İşte senin fikrin bu kadar batıldır. Sana inananların da aklı yoktur!

Tabiatın fail olamayacağını ispat için şu yolu da takip edebilirsiniz. Kâfire sırasıyla şu soruları sorun ve cevaplarını alın:

– Dağları kim yarattı?
– Tabiat.
– Denizleri kim yarattı?
– Tabiat.
– Ağaçları kim yarattı?
– Tabiat.
– Yıldızları kim yarattı?
– Tabiat…

Bu şekilde eşyaları teker teker sayın ve onları kimin yarattığını sorun. Onlar hepsine “tabiat” cevabını vereceklerdir. Daha sonra ise tabiatın ne olduğunu soracağız. Onlar tabiat olarak bize, biraz evvel saydığımız eşyaları göstererek “Tabiat bunlardır.” diyeceklerdir.

Biz ise şöyle söyleyerek onları ilzam edeceğiz. Biz biraz evvel “Bu eşyaları kim yarattı?” dediğimiz de siz “tabiat” dediniz. Şimdi ise tabiat olarak aynı eşyaları gösteriyorsunuz. Bu durumda hem bu eşyalar tabiat oluyor, hem de tabiat tarafından yaratılıyor. Hâlbuki bir şeyin hem yaratıcı hem de yaratılan olması mümkün değildir. Siz ise bu eşyaları hem yaratılan hem de yaratıcı yaptınız. Yok, eğer tabiat ile bu eşyalardan başkasını kastediyorsanız biz ona tabiat değil “Allah” diyoruz. Siz de Allah deyin ve kurtulun!
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Bütün bilinmeden parça yaratılamaz

Yaratılan varlıkların planları çok önceden yapılmış ve her bir mahlûk o plana göre yaratılmıştır. O mahlukun her bir aza ve uzvu ise, bütün düşünülerek o vücudu tamamlayacak bir şekilde icat edilmiştir. Bu delili şu misal ile daha iyi anlayabiliriz:

Farzımuhal olarak hayat için lüzumlu olan maddelerin kendi kendine her nasılsa ortaya çıkıvermiş olduğunu kabul etsek, mesele halledilmiş ve şu birbirinden güzel eserlerin yaratılış sırrı çözülmüş olur mu?

Farz edelim ki, bir buzdolabını teşkil edecek parçalar bir mühendisin müdahalesi olmaksızın kendi kendine meydana gelmiş olsun. Bu buzdolabı parçalarından bir buzdolabı çıkarmak için yine bir ustaya ihtiyaç yok mudur? Kaldı ki, buzdolabını teşkil edecek parçaların ortaya çıkışı sırasında buzdolabının bir bütün olarak göz önünde tutulması gerekir. İmal edilecek her bir parça, bir diğerine ahenk teşkil edecek, diğerine yardım edecek ve birbirinin fonksiyonunu aksatmayacak şekilde yapılmalıdır. Buzdolabı kapağının yerine bir otomobil direksiyonu, başka bir parçasının yerine radyo hoparlörü, başka bir parçasının yerine çamaşır makinesinin santrifüjü konulsa ortaya hiçbir şey çıkmaz.

En basit bir canlının vücudu ise buzdolabının yapısından çok daha karmaşıktır. En küçük bir parçanın maksada uygun ve işe yarar bir şekilde inşa edilebilmesi için vücudun bütününü göz önüne almak gerekir.

Mesela en basit bir canlı olan sineği ele alalım: Farzımuhal sineğin kanadının, gözlerinin, ayaklarının ve diğer azalarının tesadüfen oluştuğunu kabul edelim; ama yine de o parçaları bir araya getirecek bir ustaya ihtiyaç vardır.

Hem parçaların ortaya çıkışında da bütün bilinmeli ve ona göre parça yaratılmalıdır. Bir sineğe kartal kanadı takamazsınız, tavuğun ayağını yerleştiremezsiniz.

O hâlde diyebiliriz ki: Maddenin tesadüfen ortaya çıktığını ispat etmeğe çalışmak Allah’ı inkâr etmek için kâfi değildir. Parçalardan bütünü yaratmak için yine bir ustaya ihtiyaç vardır.
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Vazife görme delili

Şu âlemdeki her bir varlık, umumi intizamın muhafazası için bir vazife görüyor ve onun için çalışıyor. Âdeta her bir varlığın her şeyi görebilecek bir gözü ve diğerinin sesini işitebilecek bir kulağı vardır. Bu meseleyi dilerseniz bir misal ile anlamaya çalışalım:

Atmosfer yerden 1000 km yüksekte, muhtelif gazlardan teşekkül etmiş ve taştan daha sert bir gaz okyanusudur.
Birçok vazifelerinden birisi de hayat sahibi mahlukata zararlı olabilecek ışınları kesmek ve Dünya’ya göndermemektir. Bu hikmetli fiilin faili olarak cansız gazları kabul ettiğimizde aşağıdaki batıl fikirleri de kabul etmemiz lazım gelecektir:

1- Atmosferin, Güneş’in hangi ışınlarının zararlı olduğunu bilebilmesi için evvela hayat sahiplerinin vücut yapısını bilmesi gerekir. Öyle ya, vücut sahiplerini bilmeli ki neyin onlara zararlı ve neyin menfaatli olduğunu tefrik edebilsin. Bu ise bir ilm-i muhit (her tarafı kuşatmış bir ilmin) sahibi olmak ile mümkündür.

2- Sadece hayat sahiplerini bilmesi de kâfi gelmez. Ayrıca Güneş’in ışınlarını da tanıyabilmesi lazımdır. Zira zararlıyı zararsızdan ayırt etmek ve ihtiyaca göre belli bir ölçüde göndermek ancak o ışınları tanımakla olur. Bunun için ise türlü türlü alet ve edevatı olup hatta gelişmiş bir laboratuvarı olmalı ki zararlıyı zararsızdan ayırsın ve hangi ışının hangi ölçülerde gönderilmesinin lazım geldiğini bilsin. Bu ise atmosferin âlim, adil, hâkim ve mukaddir (takdir eden) gibi isimlerle müsemma olmasını gerektirir.

3- Haydi hayat sahiplerinin vücutlarını ilmiyle biliyor ve Güneş’in ışınlarını da aletleriyle ölçüyor. Peki ama, zararlı ışınları göndermemek, rahmet ve şefkatin eseridir. Hâlbuki o cansız ve şuursuz zerrelerde böyle bir merhamet olamaz.

Demek Allah’ı inkâr etmek, ilim sahibi, hikmet sahibi ve merhamet sahibi bir atmosferin varlığını kabul etmeyi gerektirir.

Bu konu ile ilgili bir misal daha verelim:

Bir tohuma baksak göreceğiz ki, bir tohum hem çiçeği ile hem nevi ile hem de kâinat ile alakadardır.


Çiçeği ile alakadardır, zira o çiçeğin bütün programı onda saklıdır.

Neviyle alakadardır. Şöyle ki: Değişik zamanlarda ekilen aynı tür çiçekler, dikilmelerindeki zaman farkına rağmen aynı gün çiçek açarlar. Neden mi? Çünkü ancak bu şekilde üremeleri mümkündür. Arıların ve böceklerin kanatlarına yapışan polen tozlarının aynı türün başka ferdine taşınmasıyla aşılanma olur. Eğer aynı gün çiçek açmamış olsaydı nesilleri çoktan tükenirdi.

Mevcudat ile münasebetine gelince: Her bir bitki ve çiçek atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini ayarlayacak şekilde hesap uzmanı gibi çalışmaktadır. Bütün ömür boyu oksijen üreterek o dengeyi sağlarlar. Ömür boyu karbondioksit emen o çiçekler, ölürken de oksijen vererek ölürler. Eğer atmosferdeki karbondioksit gazı çoğalırsa bu sefer de bütün bitkiler solunumlarını hızlandırırlar. Şimdi soralım:

1-
Bir tohumun her şeyle münasebeti vardır. Acaba bu irtibatları kim kurmuştur?
2- Çiçekler farklı günlerde ekilse dahi aşılanmak için aynı gün çiçek açıyorlar. Acaba çiçekler nasıl haberleşiyor? Tohumdan çıkma gününü nasıl kararlaştırıyorlar? Sonra ekilen tohum nasıl büyümesini hızlandırarak kendini o güne yetiştiriyor?
3- Çiçekler ve ağaçlar atmosferdeki oksijen ve karbondioksit dengesini sağlamak için hummalı bir şekilde çalışırlar. Acaba şuursuz olan bu bitkiler bir kimya mühendisi gibi nasıl çalışıyorlar? Hangi aletler ile ölçüm yapıyorlar? Hayatın devamı onlar için niçin bu kadar önemli?

Şimdi, diğer varlıkları bu misallere kıyas edin ve o varlıkların âlemdeki diğer eşyalar ile olan irtibatlarını ve umumi nizamı muhafaza için nasıl çalıştıklarını düşünün. Daha sonra da şu sorunun cevabını verin: Her bir eşyanın diğer mevcutlarla münasebetleri ve onlara karşı vazifeleri vardır. Ayrıca her bir mahluk umumi nizamın muhafazası için de çalışmaktadır. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu münasebetleri bu cansız ve şuursuz varlıklar kendi kendilerine kurmuş olsun ve yine kendi başlarına âlemdeki bu nizamın devamı için birer vazife üstlensin? Aklını kaybetmeyen birisi bu şıkkı hiç kabul edebilir mi?
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Tesadüf saçmalığı

Bu delilde âlemin tesadüfler sonucu olamayacağına dair misaller verecek ve “Kâinat tesadüfen oldu.” sözünün saçmalığını ortaya koyacağız. Şöyle ki:

1. Misal:
Biz İzmir’den Kars’a gideceğiz. İzmir’den kalktık, ‘A kazasına’ geldik. Önümüze çıkan iki yoldan birini seçtik. Seçimimiz isabetliymiş, ‘B kazasına’ vardık. Orada önümüze üç yol çıktı. Kafadan atıp üçüncü yoldan gittik. Yine doğru çıktı, ‘C kazasına’ vardık. Orada önümüze dört yol daha çıktı… Sonunda Kars’a en yakın olduğumuz noktada önümüze bin yol çıksa ve biz yine kafadan atıp 375. yolu seçsek ve Kars’a varsak… Bu durum tesadüf ile izah edilebilir mi? Kars’a tesadüfen vardığımız kabul edilse bile, devamlı seyahat ederken önümüze çıkan binlerce yoldan her zaman doğru yolu bulmamız, her halükarda bir rehberin varlığına ve bize yol göstermesine bağlanmak zorunda kalınır.

Bir atomun hareketi de misalimizdeki bizim hareketimizden farklı değildir. Önünde gidebileceği milyarlarca yol vardır; ama o hep en iyi yolu seçer. Bir mahlukun vücut bulması, atomun milyarlarca ihtimal içinde en iyi yolu seçmesinin sonucudur. Atomun seçebileceği milyarlarca yol arasından en iyisine girmesi, ancak ve ancak bir müdebbirin emriyle ve bir tercih edicinin tercihiyle olabilir. Başka bir surette olamaz.

Şimdi ey kâfir! Bir insanın, önüne çıkan yollardan birini seçerek tesadüfen Kars’a ulaşabileceğini kabul edemezken, nasıl olur da şuursuz ve akılsız atomların milyarlarca yol içinden en uygununu seçebileceğini kabul ediyor ve mahlukların yaratılışını atomların tesadüfî seçimlerine bağlıyorsun. Bunu kabul edene hiç akıllı denilebilir mi?

2. Misal:
Art arda altı kez atılan bir zarın ilk önce 1, sonra 2, sonra 3, sonra 4, sonra 5 ve daha sonra da 6 gelmesi olasılığı (1/6)6 yani 46.656 ihtimalde 1′dir. İnsanın kulak kemiklerinin sayısı ise altıdır. Bu altı kemiğin tesadüfen ortaya çıktığı kabul edilse bile, bu kemiklerin şu andaki mevcut sıralarıyla dizilme ihtimali 46.656′da 1 ihtimaldir. Bu sadece bir insandaki kulak kemiklerinin tesadüfen dizilme ihtimalidir. Bir de bu dizilişin şu anda yeryüzünde bulunan 7 milyar insanda aynı şekilde olduğu düşünülür ve bütün insanların aynı şekle sahip olmalarının ihtimalini bulmak istersek, 46.656 rakamını 7 milyar kere çarpacağız. İşte eğer sonucu telaffuz edebilirseniz, bu kadar ihtimalde bir ihtimaldir. Allah’ı inkâr eden neyi kabul etmek zorunda olduğuna bir baksın ve bundan utansın!

3. Misal:
Yine elimize bir zar alıp attığımızda o zarın 4 gelme ihtimali altıda birdir. İki zarı aynı anda atsak, ikisinin de 4 gelme ihtimali 36′da birdir. İki zarı iki defa atıp her ikisinde de iki zarın 4 gelme ihtimali ise 1.296′da birdir. Dört defa peş peşe attığımızda her iki zarın da her defasında 4 gelme ihtimali ise 1.679.616′da birdir. Acaba iki zarın dört defa peş peşe 4 gelme ihtimali 1.679.616′da bir ise, bir insanın vücudunda bulunan 206 kemiğin birbirine uygun olarak gelme ihtimali acaba kaçta kaçtır? Yani şunu düşünelim: Faraza bütün kemiklerim tesadüfen yaratıldığını düşünüyoruz. Bizler bu kemikleri aldık ve bir torbaya koyduk. Her defasında bir kemik çekeceğiz ve iskeletimizin dizilişini oluşturmaya çalışacağız. Yanlış bir kemik çektiğimizde, o ana kadar çektiğimiz doğru kemikleri tekrar torbaya koyup baştan başlayacağız. Acaba 206 kemiği doğru olarak çekebilme ihtimalimiz kaçta kaçtır? Trilyonlarla ifade edilemeyecek kadar çok… Ve şunu unutmayın, biz bu hesabı kemiklerin tesadüfen yaratıldığını kabul ederek yaptık. Bir de kemiklerin tesadüfen yaratılmasını hesaplamaya kalksak… Bir de bunu bir insanda değil -madem yaratılan her insan aynı kemik yapısına sahip- bütün insanlarda yapsak… Ve buna bir de diğer hayvanları eklesek… Acaba böyle bir ihtimal hesaplanabilir ve rakamlarla ifade edilebilir mi? İşte ey Allah’ı inkâr eden akılsız adam! Allah’ı inkâr etmek ile nasıl bir ihtimalin vukuunu kabul etmek zorunda kalıyorsun buna bir bak ve aklını tamamen kaybetmemişsen bundan dön!

4. Misal:
Şimdi Ayasofya Camisi’nin tabiat olayları tarafından kendi kendine, mimarı olmadan yapıldığını düşünelim. Bu nasıl olabilir? Kuzeyden esen rüzgâr 10,7 ton su getirir, buraya döker. Güneydoğudan esen rüzgâr 4,3 ton kadar demir getirir. Batıdan esen rüzgâr 11,5 ton kireç, doğudan esen rüzgâr 2,37 ton tuğla… Diğer bir taraftan esen rüzgâr ise tuğlaları dizer. Başka bir rüzgâr çimentoyu yerleştirir ve böylece Ayasofya Camii meydana gelir. Yine bir rüzgâr tarladaki dikenleri toplar. Bunlar, koyunlar üzerlerinden geçerken tüylerini koparıp halı dokurlar ve halı caminin içine düşer. Diğer bir rüzgâr, oduncular yemek yerken baltalarını alıp ağaçları keser ve bir marangozhaneden geçerken uygunca doğrar. Kazara çiviler bunun üzerine gelir, çekiçler çarpar ve minber caminin içine kendiliğinden düşer… Herhâlde Ayasofya Camisi’nin ustasını inkâr edip camiyi tesadüfe havale ettiğimizde bundan daha mantıklı bir açıklama olamaz.

Şimdi cami ile hücremizi mukayese edelim: Bu cami 1200 metrekare, bizim hücremiz ise 5-10 mikron. Bu camiye 5-10 çeşit malzeme, bizim hücremize ise 30.000 çeşit bileşim lazım. Bu camiye lazım olan maddeler kilolar, tonlarla ifade ediliyor; hücrede ise maddeler mikrogram ile ifade edilecek kadar hassas, zerre kadar değişme olsa hücre bozulur.

Şimdi soruyoruz ey Kâfir! Caminin kendi kendine meydana gelmesini kabul edemezken ve buna gülerken, bundan daha acayip bir muhal olan bir hücrenin kendi kendine oluşabileceğine nasıl imkân veriyorsun?

5. Misal:
Bir maymunu daktilonun karşısına oturtalım. Maymun daktilonun tuşlarına rastgele dokunsun, böyle rastgele yapılan hamleler neticesinde anlamlı bir kelimenin oluşması mümkün müdür? Ya anlamlı bir cümlenin oluşması? Ya da anlamlı bir sayfanın? Peki, anlamlı bir kitabın oluşması ihtimal dâhilinde midir? Elbette hayır! Böyle bir maymunu daktilo başına oturtsak, ‘A’ harfini yazma ihtimali 29`da 1′dir. “AT” yazma ihtimali ise (1/29.29), yani 841′de 1′dir. Mesela 7 harfli “TESADÜF” yazma ihtimali (1/297) yani 17.249.876.309′de 1′dir. Bu ise zaman bakımından da imkânsızdır.

Acaba insan ve diğer canlılar, yedi harfli bir kelimeden daha mükemmel değil midir? Canlıları bir kenara bırakarak tek bir DNA’ya baksak, bir DNA molekülünde yaklaşık olarak 3.5 milyar nükleotid, yani 3.5 milyar harf bulunur. Yedi harften oluşan bir kelimenin tesadüfen oluşma ihtimali 17.249.876.309′de 1 ise acaba bir tek DNA’daki 3.5 milyar harfin tesadüfen oluşma ihtimali nedir?

6. Misal:
Dünya üzerindeki bütün elverişli atomları kullanmak şartıyla, dünyanın yaratılışından bu yana kadar geçen zaman içinde bir tek proteini tesadüfen elde edebilme ihtimali 1/10161 dir. Yani 10 rakamını 161 defa kendisiyle çarpın ya da 10 rakamının sağına 161 tane sıfır koyun. İşte bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimali, bu kadar ihtimalden sadece bir ihtimaldir.
Fakat iş bu kadarla da bitmiyor. Zira en küçük bir canlı için 238 protein daha gerekmektedir. Bu kadar proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini telaffuz etmek isterseniz, trilyon kelimesini 9.975 defa tekrarlamanız gerekir ki bu yaklaşık iki saatinizi alır, sonra çıkan rakamı 10 ile çarpınız. İşte bir canlıdaki proteinlerin tesadüfen oluşması ihtimali bu kadar ihtimalden bir ihtimaldir.

Hâl böyleyken, kâinatın tesadüfler sonucu meydana geldiğini iddia edenin aklından şüphe edilmez mi?
 

Enîs

MFC Üyesi
Üyelik Tarihi
27 Şub 2020
Konular
12
Mesajlar
118
MFC Puanı
20
Hem hâkim hem mahkûm olunamaması

Allah’ın varlığına iman edilmez ve -hâşâ- Allah inkâr edilirse her bir zerrenin hem hâkim hem de mahkûm olduğu kabul edilmek zorunda kalınır. Hâkimlik ve mahkûmluğun bir zatta bulunması ise mümkün değildir. Şöyle ki:

Nasıl ki bir binayı meydana getiren taşlar bir ustaya isnat edilmez ve kendiliğinden oluştuğuna itikat edilirse, her bir taşın hem hâkim hem de mahkûm olduğu kabul edilir. Hâkimdir, çünkü bir araya gelerek bir bina yapmaya karar vermişlerdir. Hem de mahkûmdur, çünkü bu kararlarından vazgeçip binayı terk edemezler.

Aynen bunu gibi, -eğer bu vücudu Cenab-ı Hak değil de atomlar yaratmışsa- vücuttaki zerreler bu kusursuz organları meydana getirmek için bir araya gelmişler ve bu organları yapmaya karar vererek hâkim ve kanun koyucu vasfını kazanmışlardır.

Evet, bir araya gelmişler ve mesela kalbi yapmaya karar vermişlerdir. Bu karar bir hükümdür, bu kararı veren hâkim olur. Daha sonra da koydukları bu kanuna itaat ederek kendilerini mahkûm etmişlerdir. Zira hiçbir zerre meydana getirdiği organı terk edememektedir. Bu da bir mahkûmiyettir.

Başka bir bakışla: Bir atom diğer atomları emrine itaat ettirip hâkim olmuş. Hem de başka atomların emri altına girerek mahkûm olmuştur.

Hâlbuki hâkimiyet ve mahkûmiyetin bir şahısta toplanması mümkün değildir. Dünyada hem hâkim hem de mahkûm olan kimse gözükmemiştir. O hâlde Allah’ı inkâr edebilmek için, vücuttaki sayısız hücrelerde bu iki sıfatın bulunduğunu kabul etmek gerekir? İşte küfrün içinde böyle binlerce batıl fikir bulunur.

Allah’ın varlığına dair delillerin işlendiği “Allah’a İman” isimli eseri burada tamamlıyoruz. Ancak sakın zannedilmesin ki, Allah’ın varlığına ait deliller sadece yirmi beş tanedir. Hayır asla! Allah’ın varlığına ait daha birçok delil vardır. Bazıları şunlardır:

Vicdan delili, nübüvvet (peygamberlik delili), Kuran delili, ehl-i ihtisasın ittifakları delili, mevt (ölüm) delili, ibadet delili, ziynetler delili, mümaselet (birbirine benzeme) delili, tesanüt (birbirine dayanma) delili, inayet delili, rahmet delili, tasarruf delili, tahvil (halden hale girme) delili, zaaf delili, cehl (cehalet) delili, hâkimiyet delili, icatta kolaylık delili, azamet delili, güzellik delili, infial delili ve daha bunlar gibi onlarca delil…

Eserimizin başında da dediğimiz gibi, başta Allah’a iman ve diğer iman hakikatlerinin ispatı hususunda söz hakkı Bediüzzaman Said-i Nursi ve Risale-i Nur külliyatına aittir. Çünkü Kuran’ın feyziyle hiçbir eser iman hakikatlerini Risale-i Nur külliyatı kadar net ve berrak bir şekilde ispat etmemiştir.

Bizim yaptığımız bu çalışmanın hedefleri şunlardır:

1. Risale-i Nur okumayan kardeşlerimizin Allah’ın varlığı hakkındaki şüphelerini yok etmek.

2. Bu kardeşlerimize Allah’ın varlığının delillerini öğreterek, kâfirlerle girdikleri münazaralarda onların galibiyetine bir vesile olmak ve Allah’ın varlığı hakkında şüphe içinde olan Müslümanlara bir ab-ı hayat yetiştirmelerini sağlamak.

3. Bu eserde yazılan hakikatlerin menbaı ve kaynağı olan Risale-i Nur’a dikkatleri çekip onlar ile Risale-i Nur arasında bir köprü olabilmek. Zira “Meyvedeki lezzeti hisseden, ağacını merak eder.” sırrınca, bu eser bir meyve olup Risale-i Nur külliyatı bu meyvenin ağacıdır. Ümidimiz şudur ki: Sizler de bu meyvenin ağacını merak edin ve o ağaca kavuşun.

4. Bu eser Risaleleri okuyan kardeşlerimiz için de istifadelidir. Her ne kadar onlar Risale-i Nur’ları okusalar da, Risalelerde geçen bazı hakikatleri anlayamayabilirler. İşte bu eser onların ufkunu açmak ve anlayışlarını geliştirmek hususunda Risale-i Nur’da anlatılan hakikatlerin şerhleridir.

Netice: Bu eserdeki yirmi beş delil ile ispat ettik ki Allah vardır ve birdir. Değil yirmi beş, bu eserde anlatılan tek bir delil bile Allah’ın varlığını ispat hususunda kâfidir. Eğer Allah’ın varlığı hakkında diğer delilleri ve izahlarını öğrenmek istiyorsanız biz sizleri Bediüzzaman Hazretleri’nin “Âyet-ül Kübra” isimli 7. Şua eserine havale ediyoruz. İnanıyoruz ki o eseri okuduğunuzda bir tek yaprakta bile Allah’ın varlığına dair onlarca delili görebileceksiniz.
 
Üst