-
- Üyelik Tarihi
- 6 May 2016
-
- Mesajlar
- 6,194
-
- MFC Puanı
- 1,623
Allah Ve Resul
Allah Ve Resul
Allah ve Resûlünün ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir.
İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir.
Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder.
Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:
Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.
"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".
MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir.
Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.
Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.
ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30
EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.
EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır.
Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur.
Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır.
Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".
EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir.
Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır.
Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:
Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.
Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır.
Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar.
İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor.
Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor.
Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.
Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir.
Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır.
Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.
EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir.
Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.
EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.
EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir.
İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur.
Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.
EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:
Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.
Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır.
Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık.
Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur.
Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.
Allah Ve Resul
Allah ve Resûlünün ahlakı
Peygamber Efendimiz: "Allah'ın ahlakıyla ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" buyurmuştur.
Bu, Allah'ın ve Resûlünün evsafıyla muttasıf olmak demektir.
İmdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk'ın evsafının tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-ı seniyyelerindendir.
Bunlara uymayı nefsinde kabul eden kimse Hakk'ın sıfatını iktisab etmiş olur. "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" sırrı tecellî eder.
Sîrete ittiba ile sünnetin ifası da yine evsaf-ı peygamberi ile muttasıf olmaktır. Bununla da: "Ve Resûlüllah'ın ahlakıyla ahlâklamnız" hükmü zahir olur.
Bunların, kabul ve imanı, sıfat-ı Hak'la tehallî etmektir; icrası da merasimdir, halka aittir.
Erbab-ı tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmiştir:
"Hayatın öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun toprağı olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarım işitmeyesin."
Pertev Paşa bu manayı şu şekilde tafsil ve izah eder:
Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
Ne gayrın yarine meyl et, ne sen ağyârden incin
Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.
"Zahir ile amel et, sana yeter"
Cüneyd'e gelerek tasavvufun ne olduğunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakın onun hakikatlerinden bir şey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
Yine Hazret-i Cüneyd'e tasavvufun ne olduğu sorulduğu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini araştırmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmuştur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkıp te'villere sapmasın ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmuştur.
Şîrazlı Hafız bir kabasofuya şöyle demiştir:
"Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatın esrarı senin ve benim gözüme kapalıdır ve öyle kalacaktır".
MÎMŞÂD ED-DÎNEVERî:
"Tasavvuf, serâire ıttılâın verdiği safâ ve Hakk'ın razı olacağı amelleri işlemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
Bu tariften de anlaşılıyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlaşıldıkça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir.
Bütün efal ü muamelatında Hakk'ın rızasını düşünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayıp, onlarla teması zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabıdır.
Bilinmemek, faydasızdan sakınmak
"Tasavvuf, mâsivallahdan müstağni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır".29
Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasına rağmen müstağni görünmek, masivaya rağbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayır ve faydası olmayan şeylerden sakınmaktır ki, ihtiyacı izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçaklığına) kapı açıyor demektir. Bu izzet-i İslam'a iras-ı halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Şeref ve haysiyyeti muhildir.
İkincisi, hüviyetini, şahsiyetini, kıymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-ı nasdan biri gibi hareket etmek, adab-ı sofîyyeden olan bir tevazu'dur. Hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayrı gözetmektir.
ALÎ BİN EL-ISFAHANî:
"Tasavvuf, Hakk'ın gayrından uzak ve masivallahdan halî olmaktır".30
EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
"Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan şeyleri iltizam etmektir"31
Daima iyiyi ve hayrı aramak, insanın içinde bulunduğu ve maruz kaldığı ahvalin tetkikiyle zararları def ve faydaları celp için çalışmaktır.
EBÛ AMR ED-DIMIŞKî:
"Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olanı müşahede etmek için her noksandan gözü yummaktır".32
Kemal-i mutlakı Hak'da müşahede edebilen kimse her şeyde bir noksan görür. Kemal-i mutlak Allah'a mahsustur. Her varlığın kendine göre bir ayb, kusur ve noksanı vardır.
Bir şeyde kemal tecellî ettiği sanılınca, derhal zeval yüz gösterir. "Her şey tamam olunca noksanlık başlar" buyurulmuştur.
Ahmed Paşa "Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafı olur. İşte noksan denen şey budur.
Fakat erbab-ı tasavvuf hiçbir şeyde noksan aramıyacaktır.
Noksandan göz yumacak, yani noksanı görmeyecek, noksan gördüğü zaman kemal-i mutlakı tahattur ve zikredecektir.
"Senin vücudun bir ayıptır. Bunun üzerine, bir başka ayıp aramanın manası yoktur" sözü insanın baştan aşağı kusur olduğunu gösterir.
"Küsûf güneşin, husûf da ayın kusurudur" demişlerdir. O halde cihanda aslolan noksandır. Kemal nisbî ve izafîdir.
Şu manayı veren kıt'a da güzel bir ders-i ibrettir:
"Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen baştan aşağı kusurlarla mahmulsün; halkın ise binbir dili vardır. Gözlerin sana, başkalarının ayıplarını gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkın binbir gözü sana bakıyor, de".
EBÛ'L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
"Tasavvuf, Hakk'a inkıyattır".33
Burada Hakk'a inkıyat, mertebe-i rızadır ki; rıza, tarikatte müntehayı meratiptir; sabırla tev'emdir.
Rızanın, mertebelerin sonu olması, sabrın emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te'siriyle tecellîsine mukabil, rızanın her musîbetine bir hikmet düşünülerek tabiî karşılanmasıdır.
Hele kendini aradan çıkarıp, yalnız Hakk'ın rızasını düşünecek olanlar, Peygamberler ve vasılîndir. Merhum Osman Şems Efendi'nin:
Vasıl-ı vuslat-saray-ı mutlakım na'leyn-vâr
Saff-ı na'le terk kıldım küfrü de imânı da.
Beytinden de anlaşılacağı üzere, iki zıt vasıf, beşeriyette hayır ve şerri tefrîka medârdır. İman itaat, küfür isyandır.
Hakk'a vasıl olan hakka'l yakîne ulaştığından küfür mefhumu zihne tebadür etmiyeceği için lafz-ı bî-mana kalıyor.
Hakikat-ı vûcudu idrak etmiş olduğundan: "Onlar gaybe inanırlar"34 vasf-ı sübhanîsine mazhar, silsile-i beşeriyetten ayrılarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadığından, bir şuhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar.
İmana inkardan geçilir, inkarı imha eden imandır. İman, şuhûd-i hakayık-ı ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkıyor.
Bu, insan için bir salah-ı küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamıyor.
Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imanı hakka'l-yakîne çıkarmakla mümkün olabiliyor.
Halka rehber olmak
İmdi, süllem-i rızadan, arş-ı hakikate yükselebilmek, daima Hakk'ın yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanları üstüne yatarken, Allah'ı anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatırdan çıkarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sırf muhabbet beslemekle, halkın içinde onlara rehber olarak çalışmakla mümkündür. Bu bir hususiyettir.
Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün değildir.
Kişinin hüviyet ve derecesi, ef'aliyle anlaşılır. Fakat bu, umum içindir. Havâss-ı mümtaze ancak kendilerini tanırlar. Arapça bir beyit şöyle der ki: "Kişi işiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlaşılamaz".
Vasılîn me'mur olmadıkça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale'd-derecât, esrar-ı Hakk'a aşinalıktır.
Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.
EBÛ YA'KÛB:
"Tasavvuf, beşeriyete ait evsafın kaybolmasıdır".36
Tasavvuf yolu, insanın kemale ulaşmasına mâtuf bulunduğu için, beşerî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etraflı olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir.
Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürşid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.
EBÛ ABDÎLLAH BİN HAFÎF:
"Tasavvuf, kadere sabır, Hakk'ın atâsına rıza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolaşmaktır".37
Sabır ve rıza yukarıda geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî değerleri pek çoktur. Bir Arap şairi şöyle der:
"Durgun su bulanık ve bozuktur. Akan su ise berraktır ve pislik tutmaz. Altın kendi ma'deninde bulunurken bir kıymet ifade etmez. Ud ağacı da ormanda odundan farksızdır; işlenir ve ellere geçerse kıymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptığı seyahatte izzet ve şeref kazanır. Hak, fazilet ve hayır için yapılan muhaceretler de böyledir.
EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
"Tasavvuf, fuzuli şeyleri tamamen terketmektir".38
Lüzumsuz şeyleri terketmek demek, dinin, aklın, kanunun, örfün, an'anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdiği işler dışında abes ile meşgul olmamak demektir.
İşte bu suretle insan, faydalı şeylerle meşgul bulunmuş ve hiç bir faydası olmayan şeyleri terketmiş olur.
Bu yalnız sofî için değil, medenî her insan için lüzumlu bir vasıftır.
EBÛ'L-HASAN EL-BÜŞENCÎ:
"Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
Emel ve amel mes'elesi: Emelin sonu yoktur. Beşere şuur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
Bağlıdır dâman-ı haşre rişte-i tûl-i emel
Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
Yavuz Sultan Selim'in bir mısra'ını tazmin yollu yazdığı "Ümid" adlı manzûmede, Namık Kemalzade Ali Ekrem Bey şöyle söyler:
Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.
Sonu gelmeyen emeller
Evet, insanın ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her anı bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artırır.
Maziye dönüp baksan, uzayıp gitmiş bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmiş, istikbal kapalı bir kabir, kim olduğu, ne olduğu belli değil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlık.
Bu dünyada rahat ve huzur nasıl izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte olduğundan ma'dûmdur.
Binâenaleyh böyle yokluğa müncer olan varlıktan feryad!
İşte insana düşen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarını yerine getirmek ve intizam içinde çalışmaktır. Saatleri ayarlamak, hayatı ayarlamak demektir.