AKADEMİK BAŞARI KARARLILIK GEREKTİRİYOR
Röportaj: Azime Telli
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erhan Büyükakıncı, çok yönlü kimliğe sahip bir bilim insanı. Araştırma çalışmaları, derslerinin yanı sıra lisansüstü program öğrencilerine de danışmanlık desteği sunuyor. Bilimsel alanın keskinliğini ebru gibi klasik bir sanatın renkli dünyası ile törpülüyor.
Akademik kariyere yönelik ilginin yükselişe geçmesinin nedenlerini konuştuğumuz Prof. Dr. Büyükakıncı, Kigem okurları için akademik dünyanın profilini çizdi, kariyer ve hayat başarısına dair önemli çıkarımlarını anlattı…
Yeni kuşağın, Y ve Z kuşağı olarak adlandırılan neslin, akademik çalışmalara ilgisi diğer kuşaklara göre hangi düzeydedir? Akademik bilgi üretimi sürecinde nasıl bir değişim öngörüyorsunuz?
Y ve Z kuşağı için öncelikle teori dersleri de veren bir hoca olarak kişisel tespitlerimi paylaşmak istiyorum. 1977-1992 arası yaş grubu olan Y kuşağı aslında çok meraklı, daha çok günceli takip eden, öyle 1950-60’lardaki gibi, Soğuk Savaş gibi klasikleşmiş, bilinç altına atılmış dönemlere hiç ilgi duymayan, dolayısı ile daha çok ucu açık konulara yoğunlaşan bir kuşak. Dolayısıyla araştırma yaparken güncele odaklanıp, gündemi yakalamanın heyecanı ile tarihin derinliğini gözden kaçırıyor ya da tarihsel bilginin önemini algılamama gibi bir sıkıntı yaşayabiliyor. Bu kuşağa yönelik teori eğitimi yaparken slayt kullanmama, klasik felsefeyi ve klasik felsefecilerin görüşlerini basite indirgeyerek anlatma çabası ön plana çıkıyor. Bu durum beni yormadı, hatta kariyerime farklı bir derinlik kattı. Y kuşağından gelen asistan arkadaşların Z kuşağı ile temas halinde eğitim verme kapasitelerinde ise sıkıntılı bir süreç yaşanıyor. Öğrencilerin farklı seviyelerine göre adaptasyona girmek yerine kendi heyecan duydukları, uzman oldukları alanları anlatıp geri çekilme gibi bir durum Y kuşağı için söz konusu. Şunu da söylemekte fayda var, birçok durumda tarih bir tekerrürden ibaret. Bizden önceki hocalar da eski kuşak hocalarından öğrendiklerini yeni kuşak öğrencilerine aktarırken çatışma yaşadılar. Teknoloji ve sistem değişiyor, modernleşme derinleşiyor, ihtiyaçlar farklılaşıyor, hatta cinsiyetler arası ilişkiler bile evriliyor. Dolayısıyla eğitimin de evrilmesi doğal bir zorunluluk.
Klasik bir eğitim geleneğinden geliyorum. Saint-Benoît ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakülteleri’ne baktığınız zaman buralarda hep 1930-50’lı yıllar arasında doğmuş hocalar görev yapıyordu. Bu insanlar 20. yüzyıl başı eğitiminden geliyordu. Eğitimin araçları da klasikti o zamanlar. Daha çok söyleme dayanan, pratiğin ve ampirik çalışmaların az olduğu, belgesel çalışmalarının sınırlı olduğu, daha çok hikayemsi bir anlatım sürecinden geldik. Ama şimdikilerde özellikle internet ve iletişim devrimi ile birlikte dünyanın her hangi bir yerinden bilgi almanız, birisi ile temas kurmanız, karşılaştırmalı bir yöntemle çalışmalar yapmanız kolay. Dolayısıyla teknoloji beynin sınırlarını aşmış durumda. Bizim zamanımızda ikincil bir anlatım vardı. Şimdikilerde ise teknolojik imkanlar sayesinde direkt bir bilgiye ulaşabilme fırsatı var.
Eskiden kütüphaneye gider, 2-3 saat bir kitap için beklerdiniz. Gelen bir kitap ya başeser ya da el kitabı olurdu. Şimdi baktığınızda makalelerden kitaplara kadar sonsuz bir çeşitlilik söz konusu. Bu da insanlara marjinal, daha farklı olma hevesi de getiriyor. Bizler ve bizden önceki kuşaklar daha çok var olan klasik bilgiyi aktarma ve onun sınırları içerisinde hareket ediyorduk. Bu durum, biraz da mütevazi olmayı zorunlu kılıyordu. Y kuşağı mütevazilik anlamında baktığınız zaman, daha bireyci, daha ben merkezli, ama benliğini sürekli değiştiren bir kuşak. Bu çerçevede kalıcılık söz konusu olamıyor. Aile kavramından tutun arkadaşlık ortamlarına kadar, ben merkezli yaklaşımlarının çevresinde sınırlanıyor. Z kuşağı ise henüz tam oturmadı.
Z ve Y kuşaklarına ders anlatırken sinemaya atıfta bulunmayı seviyor. Görsel malzemeye referansta bulunmayı tercih ediyorlar. Mesajı görsellikle anlatma çabası söz konusu. Y kuşağı filmi sonuna kadar izleyebiliyor, sorgulama yapabiliyor ama Z kuşağı öyle değil. Çabuk sıkılıyorlar, o yüzden onların izleyeceği filmin daha kısa süreli olması, aksiyon yoğun ve mesajı direkt olmalı. Kitap okuma alışkanlığı ne yazık ki zayıf. Yazılı metinlerden çabuk sıkılma söz konusu. Mümkünse e-kitap okumayı tercih ediyorlar. Kağıda dokunma, kitabı koklama, kütüphanede araştırma yapma bakış açısı ne yazık ki pek yok.
Akademisyen olmak isteyen gençlere kendi kariyer öykünüzden de yola çıkarak neler tavsiye edebilirsiniz? Akademisyen olmak isteyenlerin nasıl bir alet çantasına sahip olmaları gerekir? Akademik kariyere yön verirken nelere dikkat edilmelidir?
Akademik dünyada, özellikle de asistan arkadaşlarımıza baktığınız zaman Y kuşağında acele etme, uzman olmak istediği alana direkt dalma, temel eserlere referansı önemsememe gibi eleştireceğim noktalar var. Çünkü genelin içinde bir özel araştırma yapıyoruz. Bazı temel eserlere referans vermek akademik mütevaziliğin de bir şartı. Bu referansların kullanılmama nedenini de, “bunları zaten biliyorum, referans vermeye gerek duymadım” şeklinde meydan okuma ile açıklıyorlar. Z kuşağı henüz akademisyenlik dünyasında yerini almadı. Y kuşağını ise daha çok sınavlar ile adapte ediyoruz. Bu da pedagojinin, eğitimin açıkçası bir yöntemi. Bu sistem değişiminde Amerika’nın çok fazla rolü var. Eğitimin değişmesinin kalbinde ABD’de var. 1980’lerden beri, özellikle “carpe diem” söylemiyle “anı yakala, anı yaşa” bakışıyla eğitimde bilginin işlevselliği, yararlılığı konusunda tercihler değişti. Dolayısı ile o seçicilik pedagojinin de araçlarını zorlamaya başladı.
Görsel malzemeye geçiş, belgesel izletme, slayt kullanma gibi yöntemler ya da Alain de Botton’un kitaplarında gördüğümüz şablon cümleler, imgeler kullanma söz konusu. Bu bir eleştiri değil ama yöntem değişikliği olarak karşımıza çıkıyor. Felsefenin özü bozuluyor mu, derinleşme bozuluyor mu? Bozuluyor. Bugün Toplum Sözleşmesi’ni hap gibi okuyan biri Jean-Jacques Rousseau’yu okuyabiliyor mu? Okuyamıyor ve zorlanıyor. Şunu da vurgulamak lazım; her çağın özellikleri kendine. Bugün Rousseau tarzı bir metin yazılamaz. Ama o tarzın öznelliğinin, kronolojik zamana bağlı özelliğin de bir şekilde yadsınmaması lazım. Benim özellikle Y kuşağı yaptığım yönelim bu metinlere dokunmalarına sağlamak, birincil kaynaklara dokunmalarını sağlamak, hafızalarında en azından bunlara yer vermelerini sağlamak. Genelin içinde özeli görmelerini istiyorum. Pedagojik süreç uzun bir yol. Onlar da zaman içinde uzmanlaşacaklar.
Akademik kariyer sürecinde en sık yapılan hata ya da hatalar nelerdir? Bu tür savrulmalara karşı akademisyen adayları kendilerini nasıl güçlendirmelidirler?
Aşırı uzmanlaşmanın getirdiği geneli gözden kaçırmaya dikkat etmek lazım. Tek bir alanda uzmanlaşmak fonksiyonel olarak destekleniyor; uzmanlaşılacak alanın moda bir konu olması, şan şöhret getirmesi, ancak felsefi bir derinliğinin olmaması temenni ediliyor. Genel olarak tercih işe yararlılık üzerinden yapılıyor. Alan seçimi yapılırken gelecekteki kazançlar hesaplanıyor. Bu çağın da bir doğası. Sonuçta bizi de sistem koşulları yönlendirdi; 12 Eylül’ün darbe koşulları, ideolojik tartışmalar bizleri kitaplara yönlendirdi. Halbuki günümüzde teknolojik gelişme karakteri ve ilgi alanlarını belirliyor ve akademik tercihler de farklılaştırıyor. Bunu yargılamaktan çok kuşaklararası bir uzlaşı arayışı olarak değerlendirilmeli.
Y kuşağına baktığımız zaman üniversiteden çıkar çıkmaz, hayran duyduğu hocaya ve çalışma sürecine göre karara varabiliyor. Bir de mezun olur olmaz iş aramada akademisyenlik ilk akla gelen, en kolay opsiyon olarak akıllarına geliyor, ancak akademisyen insan, biraz egosantrik bir insan. Araştırmasıyla özel hayatı arasında ince bir çizgi çekemeyen bir insan. Çalışmaları özel hayatının akışını belirliyor; özel hayatını öncelik gören bir kişinin akademisyen olması çok kolay olmuyor. İkincisi akademiden maddiyat beklentisi; bizim ülkemizde en temel sıkıntı bu. Özel üniversitelerin bu kadar tercih edilmesi de bundan kaynaklanıyor. Ders vermeyeyim araştırma yapayım yaklaşımları olanları maddiyat insanları zorluyor. İşin içine girince özel hayatlarını destekleyen maddiyat seviyesine ulaşamıyorlar. Aileye, eşe dayanmak gibi bir sıkıntı doğuyor ve genel bir benciliği doğuruyor. Çünkü araştırmaya odaklanmanın getirdiği hırsın sonucu, ki bu hırs doğal bir süreç. Olması gereken bir hırs. Çünkü bir akademisyen çalıştığı alan ile var olur, mutlu olur; tıpkı bir sanatçı gibi. Üniversiteyi, akademik dünyayı etiket olarak kullananların uzun vadede akademik literatür katkısı çok düşük oluyor, hem de zamanla mesleki tatminleri kayboluyor.
Bizim mesleğimizin hem araştırmacılık, hem de öğreticilik kısmı var. Bu bir karakter konusu. Herkes iyi bir öğretici olamaz, iyi bir araştırmacı olamaz. Bu ikisini dengeleyen kişiler açıkçası çok nadir ve çok büyük hocalar.
Özellikle Y kuşağına bakarsak, daha çok araştırmacı olmayı istiyorlar. Eğitici olma hevesleri olsa bile varlıklarını daha çok araştırmaya adıyorlar. Uzmanlaşmak, ucu açık konuları tartışmanın heyecanını yaşamak onların önceliği. Ama unutmamak lazım ki eğitmen olan bir kişi, geçmişi, temel bilgileri, tarihi iyi bilmek zorunda. Dolayısıyla bu taban uyuşmaması genç arkadaşlar için belirli pedagojik sorunlar çıkartabilir diye düşünüyorum. O yüzden iyi bir akademisyen ne olacağına karar vermeli. Hoca mı, araştırmacı mı olacak seçmeli. Herkes hoca değil, herkesin hoca olması gibi bir şart yok. Hoca olacak kişi önüne gelen malzemeye göre kendini evirmeli, pedagojik bir esnekliği olmalı. En doğal seyir araştırmacılıkla başlayıp iyi bir hocanın yanında yetiştirilmek, ondan feyz almak.
Kendi kariyerime baktığımda ne yazık ki ben de bir hoca ile yetişmedim; doktorayı takip ederken kendime örnek aldığım hocalarım oldu ve onların ders anlatış biçimlerini ve içeriklerini sıkı sıkı izledim. Araştırmacılıkla başladım düşe kalka yol aldım. Akademisyenlikte pedagojik eğitim şartı olmadığı için daha el yordamıyla, deneyimlerle yol aldım. Bu kimisinde daha olumlu sonuç veriyor. Kimisinde ise daha otoriter, daha hegemonik karakterlere bürünme gibi bir süreç yaratıyor. Ya da kimisi otorite kuramayınca kendi öznel hikâyeleri ile vakit geçiren hoca profili de sergileyebiliyor.
Genç arkadaşlar, genelin içinde özele girerken sadece teknik alanları değil, konunun insanı ve hayatı ilgilendiren açılarını da hissetmeli. Araştırma yaparken, özellikle sosyal bilimlerde yerindenlik önemli. Araştırmayı yerinde gerçekleştirmek, gidip oradaki insanlarla tanışmak gerekiyor. Sadece kitaplardan, internetten araştırma yapmak insanların akademisyenlik gerçekçiliğini törpülüyor. Sanal ortam ağırlıklı bir Z kuşağı, Y kuşağından bu konuda daha kötü olacak gibi görünüyor.
Akademik kariyer basamaklarının hepsini tırmanmış bir isim olarak kariyer ve elbette bu kariyerin korunmasını sağlayacak olan hayat başarısı konusunda sizce nelere dikkat edilmesi gerekiyor?
Eğitimci bir aileden geliyorum. Şartlarımı iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. Annemin öğretmen olması, ailemizde özellikle entelektüel bir ortam ve kitap okuma ağırlığının olması, yolculuklara açıklık, teknolojik dönüşüme açıklık… Artılarımı iyi değerlendirdiğimi ve iyi bir süzgeçten geçirdiğimi düşünüyorum. Hayatımda sadece işimin olmaması gerektiğini anladım. Eski kuşaklarda özel hayat eşittir iş mantığında sosyalleşememe, daha kolektif yaşama gibi bir süreç vardı. Bu aşamada mesela sanata geçişkenlik daha esnek, daha karşılaştırmalı, daha duygusal ve düşünsel açılımları da sağladı. Sanat alanı da beni terbiye eden bir süreç oldu. Bunu da aileme borçluyum. İnsanın hem teknik işi, hem de hobileri ile var olması, bu hobilerin getireceği sosyal çevre ile kendini zenginleştireceğini vurgulamak istiyorum, ki bu zenginleşme sizin karakterinizi esnekleştirir, daha farklı sosyal katmanlara açılmanızı sağlar. Onun için yaşadığımız dünyada profesyonel ortamın gettolaştırılması yerine farklı alanlarda açılarak bir kişisel esneklik durumunu yaşadığıma mutluyum.
Uluslararası İlişkiler uzmanı olarak dünyanın geçirmekte olduğu sancılı süreci nasıl okuyorsunuz? Yakın gelecekte dünya çatışma dinamikleri sizce hangi yöne evrilecektir?
Uluslararası İlişkilerde akademisyen olarak geldiğim formasyon davranışsalcı bir açılıma dair. Klasik (realist) olmayan, liberal ekollere açık, çoğulcu bir bakış açısı ve bu da, inter-disipliner bir çoğulculuk. Gerektiğinde matematikten, felsefeden, sosyolojiden, sanattan, iletişimden, antropolojiden yararlanmayı şart koyan bir bakış açısı. Tarihe bir hikâye olarak değil de, bir veri olarak bakan bir bakış açısı. Akademik olarak minimalist, tümevarımcı bir yaklaşımla karakterimi geliştirdiğimi gördüm. Detaydan yola çıkarak sistemi görmeye çalışan bir açılımım olduğu için özellikle küreselleşme gibi konular ister istemez karşımıza çıkan konular oldu. Çünkü toplumun dinamik olarak çeşitlendiği bir dönemde küreselleşme kaçınılmaz bir süreç. Devlet merkezli değil, birey merkezli. Buna bağlı olarak kimlik araştırmaları öne çıkıyor. Ben de özellikle siyasal partiler, dış politikada lider faktörü gibi farklı boyutlara girmeye çalıştım. Yeri geldi cumhurbaşkanları, yeri geldi dışişleri bakanları ile ilgili, onların düşünce dünyaları ile ilgili bakış açılarını algısal yollarla tartışmaya, araştırmaya çalıştım. Klasik realizmden, neo-realizmden uzakta daha karşılaştırmalı yöntemleri savunan metotlar karşıma çıktı. Bunların çoğu küreselleşmeyi besleyen, interdisipliner çoğulculuğu savunan ekollerin ürünleri.
Bu ekolleri tartışan önemli bir isim olan Rosenau, dönemi iki farklı bakış açısının bir toplumu olarak açıklamaktadır. Yeni dünya düzeninde hem entegrasyonlar, hem de parçalanmalar yaşanmaktadır. Bazı kimlikler ortak değerlerde bütünleşirler, yeni ve işlevsel yapılar oluştururlar. Ama bazı kimlikler de özerkleşir, ademimerkezileşirler. Öyle bir eklektik süreç yaşıyoruz ki, küreselleşme tek başına bireyin ortaya çıktığı bir süreç değil. Aynı zamanda belirli kimlik dayanışmalarının da kurumsallaştığı süreçleri de yaratıyor. Küreselleşmeyi üst üste katmanlar halinde görmek gerektiğini savunuyor. Ben de bu konuda hemfikirim. Sadece bireyin yükseldiği, istediğini yaptığı, devletin ehilleştiği, terbiye edildiği bir dönem değil. Elbette ki devletin dönüşümü de söz konusu. 11 Eylül bu aşama için çok önemli bir darbe ve bir kesinti aşamasıdır. Tekrar devletçiliğe geri dönüşü isteyen bir darbedir. Özellikle oğul Bush dönemi yönetimine bakıldığında tam da Soğuk Savaş döneminden gelen bürokratlar ve yöneticilerin iktidarda olması da bunda etkilidir. 11 Eylül’ü klasik döneme geri dönmek, küreselleşmeye karşı çıkmak için kullandılar. Ya da bu fırsatı yarattılar. Dolayısı ile küreselleşmecilik ister istemez bir uzlaşı döneminden çok çatışmayı da zorunlu hale getirecek.
Anarşik yapı mecburi olarak devam edecek. Daha da kaotik olacak. Bireyler kendi aralarında kapışacaklar, devletler de bireylerle birlikte kapışmaya devam edecekler. Küreselleşme barış getirecek ön yargısı ile hareket etmek doğru değildir. Tam aksine sistemin kaotik yapısı farklı aktörle devam edecek. Bu aktörlerle nasıl bir idari yapı oluşur tartışılır. Uluslararası ilişkileri daha kaotik bir süreç bekliyor. Artık ne bir güç dengesi ne de bir Westfalia düzeni var. Devlet merkezli, egemenliğe dayanan bir altyapı yok. Dolayısıyla iki savaş arasındaki dönemdeki, yani 1919-45 arası dönemdeki gibi değişken ittifaklar, muğlak ve çıkarsı koalisyonlar dönemini yaşıyoruz. Bu da ister istemez çatışmacılığı tek sonuç olarak doğuruyor, eğer tarih tekerrürden ibaretse.
Uluslararası İlişkiler alanında uzmanlaşmış biri olarak ebru sanatına yönlenmenizde neler etkili oldu? Disiplinleri birbirinden oldukça farklı iki alanda çalışmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Ebru sanatı ile tanışmam 2001 yılındaki bir kültür gezisi ile oldu. Geleneksel sanatlarla ilgili gezide Hikmet Barutçugil Hoca’nın ev atölyesini ziyaret ettik. Oradaki ortam ve ebrunun renkler dünyası olarak bende uyandırdığı ilgi olarak kurslara yazıldım. İçimde sanata dair bir ilgi vardı, bu ilgimi somut bir adıma taşımak için ebruya yöneldim. Ayrıca bunu bir sosyalleşme aracı olarak düşündüm. İşin içine girince buna bir terapi olarak ihtiyaç duyan insanlar ile karşılaştım. Ebrunun iç dünya yaratma, suyla, doğayla buluşma, iç dünya keşfi, renkler, fırça vuruşlarının getirdiği şiddet gibi unsurları ister istemez o anki psikolojik durumun çalışmaya yansımasına yol açıyor. Özellikle başlangıç aşamasında olan öğrencilerde bunu gözlemlemekteyim. Zamanla ilerledikçe kendimi törpüleme, amaca uygun bir eser çıkarma aşamasına geldim. Ebruyu bir terapi metodu olarak değil de bir sanat aracı olarak görme aşamasına geldiğim için mutluyum. Bu bir süreç.
Ebru çok kolay bir alan değil; modernlik ile geleneksellik arasında bir köprü. Ben de bu şanstan yararlandığım için çok mutluyum. Eski toplum ile yeni toplum arasında, gelenekle modernlik arasında bir köprü vazifesi gördüğüm için mutluyum. Ebrunun, geleneksel sanatın gelecek kuşaklara aktarılmasında bu misyonu daha da geliştirmek isterim. Gelenekselliği çağa uyumlandırmamız, zevkli kılmamız, yaratıcılığımızı desteklememiz şart. Yoksa ebru zanaat ekseni dışına taşıp sanat kimliğini sürdüremez.
Röportaj: Azime Telli
Galatasaray Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erhan Büyükakıncı, çok yönlü kimliğe sahip bir bilim insanı. Araştırma çalışmaları, derslerinin yanı sıra lisansüstü program öğrencilerine de danışmanlık desteği sunuyor. Bilimsel alanın keskinliğini ebru gibi klasik bir sanatın renkli dünyası ile törpülüyor.
Akademik kariyere yönelik ilginin yükselişe geçmesinin nedenlerini konuştuğumuz Prof. Dr. Büyükakıncı, Kigem okurları için akademik dünyanın profilini çizdi, kariyer ve hayat başarısına dair önemli çıkarımlarını anlattı…
Yeni kuşağın, Y ve Z kuşağı olarak adlandırılan neslin, akademik çalışmalara ilgisi diğer kuşaklara göre hangi düzeydedir? Akademik bilgi üretimi sürecinde nasıl bir değişim öngörüyorsunuz?
Y ve Z kuşağı için öncelikle teori dersleri de veren bir hoca olarak kişisel tespitlerimi paylaşmak istiyorum. 1977-1992 arası yaş grubu olan Y kuşağı aslında çok meraklı, daha çok günceli takip eden, öyle 1950-60’lardaki gibi, Soğuk Savaş gibi klasikleşmiş, bilinç altına atılmış dönemlere hiç ilgi duymayan, dolayısı ile daha çok ucu açık konulara yoğunlaşan bir kuşak. Dolayısıyla araştırma yaparken güncele odaklanıp, gündemi yakalamanın heyecanı ile tarihin derinliğini gözden kaçırıyor ya da tarihsel bilginin önemini algılamama gibi bir sıkıntı yaşayabiliyor. Bu kuşağa yönelik teori eğitimi yaparken slayt kullanmama, klasik felsefeyi ve klasik felsefecilerin görüşlerini basite indirgeyerek anlatma çabası ön plana çıkıyor. Bu durum beni yormadı, hatta kariyerime farklı bir derinlik kattı. Y kuşağından gelen asistan arkadaşların Z kuşağı ile temas halinde eğitim verme kapasitelerinde ise sıkıntılı bir süreç yaşanıyor. Öğrencilerin farklı seviyelerine göre adaptasyona girmek yerine kendi heyecan duydukları, uzman oldukları alanları anlatıp geri çekilme gibi bir durum Y kuşağı için söz konusu. Şunu da söylemekte fayda var, birçok durumda tarih bir tekerrürden ibaret. Bizden önceki hocalar da eski kuşak hocalarından öğrendiklerini yeni kuşak öğrencilerine aktarırken çatışma yaşadılar. Teknoloji ve sistem değişiyor, modernleşme derinleşiyor, ihtiyaçlar farklılaşıyor, hatta cinsiyetler arası ilişkiler bile evriliyor. Dolayısıyla eğitimin de evrilmesi doğal bir zorunluluk.
Klasik bir eğitim geleneğinden geliyorum. Saint-Benoît ve İstanbul Üniversitesi İktisat Fakülteleri’ne baktığınız zaman buralarda hep 1930-50’lı yıllar arasında doğmuş hocalar görev yapıyordu. Bu insanlar 20. yüzyıl başı eğitiminden geliyordu. Eğitimin araçları da klasikti o zamanlar. Daha çok söyleme dayanan, pratiğin ve ampirik çalışmaların az olduğu, belgesel çalışmalarının sınırlı olduğu, daha çok hikayemsi bir anlatım sürecinden geldik. Ama şimdikilerde özellikle internet ve iletişim devrimi ile birlikte dünyanın her hangi bir yerinden bilgi almanız, birisi ile temas kurmanız, karşılaştırmalı bir yöntemle çalışmalar yapmanız kolay. Dolayısıyla teknoloji beynin sınırlarını aşmış durumda. Bizim zamanımızda ikincil bir anlatım vardı. Şimdikilerde ise teknolojik imkanlar sayesinde direkt bir bilgiye ulaşabilme fırsatı var.
Eskiden kütüphaneye gider, 2-3 saat bir kitap için beklerdiniz. Gelen bir kitap ya başeser ya da el kitabı olurdu. Şimdi baktığınızda makalelerden kitaplara kadar sonsuz bir çeşitlilik söz konusu. Bu da insanlara marjinal, daha farklı olma hevesi de getiriyor. Bizler ve bizden önceki kuşaklar daha çok var olan klasik bilgiyi aktarma ve onun sınırları içerisinde hareket ediyorduk. Bu durum, biraz da mütevazi olmayı zorunlu kılıyordu. Y kuşağı mütevazilik anlamında baktığınız zaman, daha bireyci, daha ben merkezli, ama benliğini sürekli değiştiren bir kuşak. Bu çerçevede kalıcılık söz konusu olamıyor. Aile kavramından tutun arkadaşlık ortamlarına kadar, ben merkezli yaklaşımlarının çevresinde sınırlanıyor. Z kuşağı ise henüz tam oturmadı.
Z ve Y kuşaklarına ders anlatırken sinemaya atıfta bulunmayı seviyor. Görsel malzemeye referansta bulunmayı tercih ediyorlar. Mesajı görsellikle anlatma çabası söz konusu. Y kuşağı filmi sonuna kadar izleyebiliyor, sorgulama yapabiliyor ama Z kuşağı öyle değil. Çabuk sıkılıyorlar, o yüzden onların izleyeceği filmin daha kısa süreli olması, aksiyon yoğun ve mesajı direkt olmalı. Kitap okuma alışkanlığı ne yazık ki zayıf. Yazılı metinlerden çabuk sıkılma söz konusu. Mümkünse e-kitap okumayı tercih ediyorlar. Kağıda dokunma, kitabı koklama, kütüphanede araştırma yapma bakış açısı ne yazık ki pek yok.
Akademisyen olmak isteyen gençlere kendi kariyer öykünüzden de yola çıkarak neler tavsiye edebilirsiniz? Akademisyen olmak isteyenlerin nasıl bir alet çantasına sahip olmaları gerekir? Akademik kariyere yön verirken nelere dikkat edilmelidir?
Akademik dünyada, özellikle de asistan arkadaşlarımıza baktığınız zaman Y kuşağında acele etme, uzman olmak istediği alana direkt dalma, temel eserlere referansı önemsememe gibi eleştireceğim noktalar var. Çünkü genelin içinde bir özel araştırma yapıyoruz. Bazı temel eserlere referans vermek akademik mütevaziliğin de bir şartı. Bu referansların kullanılmama nedenini de, “bunları zaten biliyorum, referans vermeye gerek duymadım” şeklinde meydan okuma ile açıklıyorlar. Z kuşağı henüz akademisyenlik dünyasında yerini almadı. Y kuşağını ise daha çok sınavlar ile adapte ediyoruz. Bu da pedagojinin, eğitimin açıkçası bir yöntemi. Bu sistem değişiminde Amerika’nın çok fazla rolü var. Eğitimin değişmesinin kalbinde ABD’de var. 1980’lerden beri, özellikle “carpe diem” söylemiyle “anı yakala, anı yaşa” bakışıyla eğitimde bilginin işlevselliği, yararlılığı konusunda tercihler değişti. Dolayısı ile o seçicilik pedagojinin de araçlarını zorlamaya başladı.
Görsel malzemeye geçiş, belgesel izletme, slayt kullanma gibi yöntemler ya da Alain de Botton’un kitaplarında gördüğümüz şablon cümleler, imgeler kullanma söz konusu. Bu bir eleştiri değil ama yöntem değişikliği olarak karşımıza çıkıyor. Felsefenin özü bozuluyor mu, derinleşme bozuluyor mu? Bozuluyor. Bugün Toplum Sözleşmesi’ni hap gibi okuyan biri Jean-Jacques Rousseau’yu okuyabiliyor mu? Okuyamıyor ve zorlanıyor. Şunu da vurgulamak lazım; her çağın özellikleri kendine. Bugün Rousseau tarzı bir metin yazılamaz. Ama o tarzın öznelliğinin, kronolojik zamana bağlı özelliğin de bir şekilde yadsınmaması lazım. Benim özellikle Y kuşağı yaptığım yönelim bu metinlere dokunmalarına sağlamak, birincil kaynaklara dokunmalarını sağlamak, hafızalarında en azından bunlara yer vermelerini sağlamak. Genelin içinde özeli görmelerini istiyorum. Pedagojik süreç uzun bir yol. Onlar da zaman içinde uzmanlaşacaklar.
Akademik kariyer sürecinde en sık yapılan hata ya da hatalar nelerdir? Bu tür savrulmalara karşı akademisyen adayları kendilerini nasıl güçlendirmelidirler?
Aşırı uzmanlaşmanın getirdiği geneli gözden kaçırmaya dikkat etmek lazım. Tek bir alanda uzmanlaşmak fonksiyonel olarak destekleniyor; uzmanlaşılacak alanın moda bir konu olması, şan şöhret getirmesi, ancak felsefi bir derinliğinin olmaması temenni ediliyor. Genel olarak tercih işe yararlılık üzerinden yapılıyor. Alan seçimi yapılırken gelecekteki kazançlar hesaplanıyor. Bu çağın da bir doğası. Sonuçta bizi de sistem koşulları yönlendirdi; 12 Eylül’ün darbe koşulları, ideolojik tartışmalar bizleri kitaplara yönlendirdi. Halbuki günümüzde teknolojik gelişme karakteri ve ilgi alanlarını belirliyor ve akademik tercihler de farklılaştırıyor. Bunu yargılamaktan çok kuşaklararası bir uzlaşı arayışı olarak değerlendirilmeli.
Y kuşağına baktığımız zaman üniversiteden çıkar çıkmaz, hayran duyduğu hocaya ve çalışma sürecine göre karara varabiliyor. Bir de mezun olur olmaz iş aramada akademisyenlik ilk akla gelen, en kolay opsiyon olarak akıllarına geliyor, ancak akademisyen insan, biraz egosantrik bir insan. Araştırmasıyla özel hayatı arasında ince bir çizgi çekemeyen bir insan. Çalışmaları özel hayatının akışını belirliyor; özel hayatını öncelik gören bir kişinin akademisyen olması çok kolay olmuyor. İkincisi akademiden maddiyat beklentisi; bizim ülkemizde en temel sıkıntı bu. Özel üniversitelerin bu kadar tercih edilmesi de bundan kaynaklanıyor. Ders vermeyeyim araştırma yapayım yaklaşımları olanları maddiyat insanları zorluyor. İşin içine girince özel hayatlarını destekleyen maddiyat seviyesine ulaşamıyorlar. Aileye, eşe dayanmak gibi bir sıkıntı doğuyor ve genel bir benciliği doğuruyor. Çünkü araştırmaya odaklanmanın getirdiği hırsın sonucu, ki bu hırs doğal bir süreç. Olması gereken bir hırs. Çünkü bir akademisyen çalıştığı alan ile var olur, mutlu olur; tıpkı bir sanatçı gibi. Üniversiteyi, akademik dünyayı etiket olarak kullananların uzun vadede akademik literatür katkısı çok düşük oluyor, hem de zamanla mesleki tatminleri kayboluyor.
Bizim mesleğimizin hem araştırmacılık, hem de öğreticilik kısmı var. Bu bir karakter konusu. Herkes iyi bir öğretici olamaz, iyi bir araştırmacı olamaz. Bu ikisini dengeleyen kişiler açıkçası çok nadir ve çok büyük hocalar.
Özellikle Y kuşağına bakarsak, daha çok araştırmacı olmayı istiyorlar. Eğitici olma hevesleri olsa bile varlıklarını daha çok araştırmaya adıyorlar. Uzmanlaşmak, ucu açık konuları tartışmanın heyecanını yaşamak onların önceliği. Ama unutmamak lazım ki eğitmen olan bir kişi, geçmişi, temel bilgileri, tarihi iyi bilmek zorunda. Dolayısıyla bu taban uyuşmaması genç arkadaşlar için belirli pedagojik sorunlar çıkartabilir diye düşünüyorum. O yüzden iyi bir akademisyen ne olacağına karar vermeli. Hoca mı, araştırmacı mı olacak seçmeli. Herkes hoca değil, herkesin hoca olması gibi bir şart yok. Hoca olacak kişi önüne gelen malzemeye göre kendini evirmeli, pedagojik bir esnekliği olmalı. En doğal seyir araştırmacılıkla başlayıp iyi bir hocanın yanında yetiştirilmek, ondan feyz almak.
Kendi kariyerime baktığımda ne yazık ki ben de bir hoca ile yetişmedim; doktorayı takip ederken kendime örnek aldığım hocalarım oldu ve onların ders anlatış biçimlerini ve içeriklerini sıkı sıkı izledim. Araştırmacılıkla başladım düşe kalka yol aldım. Akademisyenlikte pedagojik eğitim şartı olmadığı için daha el yordamıyla, deneyimlerle yol aldım. Bu kimisinde daha olumlu sonuç veriyor. Kimisinde ise daha otoriter, daha hegemonik karakterlere bürünme gibi bir süreç yaratıyor. Ya da kimisi otorite kuramayınca kendi öznel hikâyeleri ile vakit geçiren hoca profili de sergileyebiliyor.
Genç arkadaşlar, genelin içinde özele girerken sadece teknik alanları değil, konunun insanı ve hayatı ilgilendiren açılarını da hissetmeli. Araştırma yaparken, özellikle sosyal bilimlerde yerindenlik önemli. Araştırmayı yerinde gerçekleştirmek, gidip oradaki insanlarla tanışmak gerekiyor. Sadece kitaplardan, internetten araştırma yapmak insanların akademisyenlik gerçekçiliğini törpülüyor. Sanal ortam ağırlıklı bir Z kuşağı, Y kuşağından bu konuda daha kötü olacak gibi görünüyor.
Akademik kariyer basamaklarının hepsini tırmanmış bir isim olarak kariyer ve elbette bu kariyerin korunmasını sağlayacak olan hayat başarısı konusunda sizce nelere dikkat edilmesi gerekiyor?
Eğitimci bir aileden geliyorum. Şartlarımı iyi değerlendirdiğimi düşünüyorum. Annemin öğretmen olması, ailemizde özellikle entelektüel bir ortam ve kitap okuma ağırlığının olması, yolculuklara açıklık, teknolojik dönüşüme açıklık… Artılarımı iyi değerlendirdiğimi ve iyi bir süzgeçten geçirdiğimi düşünüyorum. Hayatımda sadece işimin olmaması gerektiğini anladım. Eski kuşaklarda özel hayat eşittir iş mantığında sosyalleşememe, daha kolektif yaşama gibi bir süreç vardı. Bu aşamada mesela sanata geçişkenlik daha esnek, daha karşılaştırmalı, daha duygusal ve düşünsel açılımları da sağladı. Sanat alanı da beni terbiye eden bir süreç oldu. Bunu da aileme borçluyum. İnsanın hem teknik işi, hem de hobileri ile var olması, bu hobilerin getireceği sosyal çevre ile kendini zenginleştireceğini vurgulamak istiyorum, ki bu zenginleşme sizin karakterinizi esnekleştirir, daha farklı sosyal katmanlara açılmanızı sağlar. Onun için yaşadığımız dünyada profesyonel ortamın gettolaştırılması yerine farklı alanlarda açılarak bir kişisel esneklik durumunu yaşadığıma mutluyum.
Uluslararası İlişkiler uzmanı olarak dünyanın geçirmekte olduğu sancılı süreci nasıl okuyorsunuz? Yakın gelecekte dünya çatışma dinamikleri sizce hangi yöne evrilecektir?
Uluslararası İlişkilerde akademisyen olarak geldiğim formasyon davranışsalcı bir açılıma dair. Klasik (realist) olmayan, liberal ekollere açık, çoğulcu bir bakış açısı ve bu da, inter-disipliner bir çoğulculuk. Gerektiğinde matematikten, felsefeden, sosyolojiden, sanattan, iletişimden, antropolojiden yararlanmayı şart koyan bir bakış açısı. Tarihe bir hikâye olarak değil de, bir veri olarak bakan bir bakış açısı. Akademik olarak minimalist, tümevarımcı bir yaklaşımla karakterimi geliştirdiğimi gördüm. Detaydan yola çıkarak sistemi görmeye çalışan bir açılımım olduğu için özellikle küreselleşme gibi konular ister istemez karşımıza çıkan konular oldu. Çünkü toplumun dinamik olarak çeşitlendiği bir dönemde küreselleşme kaçınılmaz bir süreç. Devlet merkezli değil, birey merkezli. Buna bağlı olarak kimlik araştırmaları öne çıkıyor. Ben de özellikle siyasal partiler, dış politikada lider faktörü gibi farklı boyutlara girmeye çalıştım. Yeri geldi cumhurbaşkanları, yeri geldi dışişleri bakanları ile ilgili, onların düşünce dünyaları ile ilgili bakış açılarını algısal yollarla tartışmaya, araştırmaya çalıştım. Klasik realizmden, neo-realizmden uzakta daha karşılaştırmalı yöntemleri savunan metotlar karşıma çıktı. Bunların çoğu küreselleşmeyi besleyen, interdisipliner çoğulculuğu savunan ekollerin ürünleri.
Bu ekolleri tartışan önemli bir isim olan Rosenau, dönemi iki farklı bakış açısının bir toplumu olarak açıklamaktadır. Yeni dünya düzeninde hem entegrasyonlar, hem de parçalanmalar yaşanmaktadır. Bazı kimlikler ortak değerlerde bütünleşirler, yeni ve işlevsel yapılar oluştururlar. Ama bazı kimlikler de özerkleşir, ademimerkezileşirler. Öyle bir eklektik süreç yaşıyoruz ki, küreselleşme tek başına bireyin ortaya çıktığı bir süreç değil. Aynı zamanda belirli kimlik dayanışmalarının da kurumsallaştığı süreçleri de yaratıyor. Küreselleşmeyi üst üste katmanlar halinde görmek gerektiğini savunuyor. Ben de bu konuda hemfikirim. Sadece bireyin yükseldiği, istediğini yaptığı, devletin ehilleştiği, terbiye edildiği bir dönem değil. Elbette ki devletin dönüşümü de söz konusu. 11 Eylül bu aşama için çok önemli bir darbe ve bir kesinti aşamasıdır. Tekrar devletçiliğe geri dönüşü isteyen bir darbedir. Özellikle oğul Bush dönemi yönetimine bakıldığında tam da Soğuk Savaş döneminden gelen bürokratlar ve yöneticilerin iktidarda olması da bunda etkilidir. 11 Eylül’ü klasik döneme geri dönmek, küreselleşmeye karşı çıkmak için kullandılar. Ya da bu fırsatı yarattılar. Dolayısı ile küreselleşmecilik ister istemez bir uzlaşı döneminden çok çatışmayı da zorunlu hale getirecek.
Anarşik yapı mecburi olarak devam edecek. Daha da kaotik olacak. Bireyler kendi aralarında kapışacaklar, devletler de bireylerle birlikte kapışmaya devam edecekler. Küreselleşme barış getirecek ön yargısı ile hareket etmek doğru değildir. Tam aksine sistemin kaotik yapısı farklı aktörle devam edecek. Bu aktörlerle nasıl bir idari yapı oluşur tartışılır. Uluslararası ilişkileri daha kaotik bir süreç bekliyor. Artık ne bir güç dengesi ne de bir Westfalia düzeni var. Devlet merkezli, egemenliğe dayanan bir altyapı yok. Dolayısıyla iki savaş arasındaki dönemdeki, yani 1919-45 arası dönemdeki gibi değişken ittifaklar, muğlak ve çıkarsı koalisyonlar dönemini yaşıyoruz. Bu da ister istemez çatışmacılığı tek sonuç olarak doğuruyor, eğer tarih tekerrürden ibaretse.
Uluslararası İlişkiler alanında uzmanlaşmış biri olarak ebru sanatına yönlenmenizde neler etkili oldu? Disiplinleri birbirinden oldukça farklı iki alanda çalışmanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?
Ebru sanatı ile tanışmam 2001 yılındaki bir kültür gezisi ile oldu. Geleneksel sanatlarla ilgili gezide Hikmet Barutçugil Hoca’nın ev atölyesini ziyaret ettik. Oradaki ortam ve ebrunun renkler dünyası olarak bende uyandırdığı ilgi olarak kurslara yazıldım. İçimde sanata dair bir ilgi vardı, bu ilgimi somut bir adıma taşımak için ebruya yöneldim. Ayrıca bunu bir sosyalleşme aracı olarak düşündüm. İşin içine girince buna bir terapi olarak ihtiyaç duyan insanlar ile karşılaştım. Ebrunun iç dünya yaratma, suyla, doğayla buluşma, iç dünya keşfi, renkler, fırça vuruşlarının getirdiği şiddet gibi unsurları ister istemez o anki psikolojik durumun çalışmaya yansımasına yol açıyor. Özellikle başlangıç aşamasında olan öğrencilerde bunu gözlemlemekteyim. Zamanla ilerledikçe kendimi törpüleme, amaca uygun bir eser çıkarma aşamasına geldim. Ebruyu bir terapi metodu olarak değil de bir sanat aracı olarak görme aşamasına geldiğim için mutluyum. Bu bir süreç.
Ebru çok kolay bir alan değil; modernlik ile geleneksellik arasında bir köprü. Ben de bu şanstan yararlandığım için çok mutluyum. Eski toplum ile yeni toplum arasında, gelenekle modernlik arasında bir köprü vazifesi gördüğüm için mutluyum. Ebrunun, geleneksel sanatın gelecek kuşaklara aktarılmasında bu misyonu daha da geliştirmek isterim. Gelenekselliği çağa uyumlandırmamız, zevkli kılmamız, yaratıcılığımızı desteklememiz şart. Yoksa ebru zanaat ekseni dışına taşıp sanat kimliğini sürdüremez.