- Konum
- мєℓєqℓєя şєняιη∂єn
-
- Üyelik Tarihi
- 29 Şub 2012
-
- Mesajlar
- 700
-
- MFC Puanı
- 3
82-İNFİTAR:
Sûresi denilen bu sûre de Mekke'de inmiştir.
Âyetleri : Ondokuz;
Kelimeleri : Seksen,
Harfleri : Üçyüz yirmiyedidir.
Fasılası : harfleridir.
Meâl-i Şerifi
1- Gök çatladığı vakit,
2- Yıldızlar döküldüğü vakit,
3- Denizler yarılıp akıtıldığı vakit,
4- Kabirlerin içi dışına getirildiği vakit,
5- Herkes neyi önünden gönderdiğini ve neyi geri bıraktığını bilir.
6- Ey insan! İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?
7- O Allah ki seni yarattı, seni düzgün yapılı kılıp ölçülü bir biçim verdi.
8- Seni dilediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.
9- Hayır hayır, siz cezayı yalanlıyorsunuz.
10- Oysa üzerinizde koruyucular var.
11- Değerli yazıcılar
12- Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler
13- Kuşkusuz iyiler nimet içindedirler.
14- Kötüler de cehennemdedirler.
15- Ceza günü ona girecekler.
16- Onlar o cehennemin gözünden kaçamazlar.
17- Ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin?
18- Evet, bilir misin nedir acaba o ceza günü?
19- O gün, hiç kimsenin başkası için hiçbir şeye sahip olamadığı gündür. O gün buyruk yalnız Allah'ındır.
"Gök çatladığı vakit".
İNFİTAR, yarılmak demek ise de, yarılmanın başlangıcı olması daha çok yaraşır. "O gün gök, bulutlar ile yarılacak ve melekler ard arda indirilecek"(Furkan, 25/25); "Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ gibi eriyen bir gül gibi olduğu zaman" (Rahmân, 55/37); "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16); "O günün şiddetinden gök çatlamıştır." (Müzzemmil, 73/18), "Gök açılmıştır da kapı kapı olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetlerinin ifade ettiği gibi meleklerin inmesi için yarılmaya başlamasıdır ki göğün terkibi, gökte bulunan cisimlerin düzeni bozularak âlemin harap olmaya yüz tuttuğu zamandır.
Önceki sûrenin başındaki kıyamet kopacağı sırada olacak oniki alâmet gibi burada da dört alâmet zikrediliyor. Bunlardan ikisi yukarıda, ikisi de aşağıda olan şeylere ait bulunuyor.
2. Birincisi göğün çatlaması, ikincisi yıldızlar saçıldığı vakit.
İNTİSER, dizili bir şeyin bağı koparak dökülüp dağılmasıdır. Yıldızların dökülmesi de genel çekim dengesinin bozulmasıyla meydana gelecek düşüş ve yok oluşlarıdır ki ipliği kopmuş inci dizilerinin dökülüp saçılmalarına benzetilerek yok oluşlarını ifade eden bir istiare-i musarraha veya mekniyye olduğunu söylemişlerdir.
3. Üçüncüsü, denizler tefcir olunduğu vakit.
Denizlerin tefciri; yarılıp akıtılması, aralarındaki ince uzun kara parçalarının yırtılıp hepsinin bir deniz haline gelmesi veya sularının çekilip kalmaması durumlarını ifade edebilir ki önceki sûrede geçen "denizlerin ateşlenmesi" ile ilgilidir.
4. Dördüncüsü, kabirler deşildiği vakit.
BA'SERE, bahsere gibi toprağı deşip dağıtarak altını üstüne, içini dışına çevirmektir. Ki bu işin zorunlu neticesi olan "çıkarmak" mânâsında da kullanılır. Bu durumda Âdiyât Sûresi'nde geleceği gibi öldükten sonra diriltme ve çıkarmadan mecaz da olur.
Zemahşerî ve diğer bazıları şöyle demiştir: "Bu kelime aslında iki ayrı kelimeden meydana gelmiş olup "ba's" ve "isare"den kısaltılmıştır. "Bu'siret ve usire"nin hafifletilmiş yani kısaltılmış şeklidir. Bu, yontma yahut traşlama tabir olunur. Bunun Arapça'da Besmele, demek; salvele demek; hamdele, demek; havkale, demek ve dem'aze "Allah onun izzet ve şerefini devam ettirsin." demek olduğu gibi birçok benzeri vardır." Nitekim son zamanlarda Türkçe'de de örnekleri çoğalmaya başlamıştır.
Buna göre "bu'siret", öldükten sonra dirilme vuku bulup kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı vakit demek olur ki "Yer dehşetli sarsıntı ile sarsıldığı ve yer ağırlıklarını çıkardığı vakit.." (Zilzâl, 99/1-2) Sûresi'nin mânâsı demektir.
5. Bu dört alâmet meydana geldiği vakit her nefis dünyada neyi öne almış ve neyi geri bırakmış olduğunu bilecektir. Çünkü önceki sûrede anıldığı üzere o vakit toplanıp dağılma olacaktır. Takdim ve tehir etmek sözlerinin birkaç mânâsı vardır:
1. Takdim ettiği, dünyada hayır olsun, şer olsun, önce kendi işlemiş olduğu amel, tehir ettiği de geriye bıraktığı, yani örnek olup da kendisinden sonra gelenlerin işlemelerine sebep olduğu iyi veya kötü amel. Çünkü hadisi şerifi gereğince "her kim güzel bir geleneğe yol açarsa ona onu işleyenlerin mükâfatı vardır. Her kim de kötü bir geleneğe yol açarsa ona da onu işleyenlerin günah ve vebali vardır." Dolayısıyla önce kendi yaptığı, takdim ettiği ameli; ondan öğrenip de sonra yapanlarınki de tehir ettiği geriye miras olarak bıraktığı ameli demektir. Bu mânâ İbnü Abbas ve İbnü Mesud Hazretlerinden rivayet edilmiştir.
2. Takdim ettiği, işlemiş olduğu günah; tehir ettiği de yapmamış olduğu itaattir. Bu mânâda yine İbnü Abbas'tan bir rivayet olup aynı zamanda Katâde'nin de görüşüdür.
3. Takdim ettiği, yükümlü olduğu şeylerden işlemiş olduğu; tehir ettiği de işlememiş olduğu ameller.
4. Takdim ettiği, mallarından kendisi için harcadığı; tehir ettiği de varislerine bıraktığıdır.
5. Takdim ettiği, amelinin evveli; tehir ettiği de sonudur denilmiştir.
Bütün bunlar tekrar dirilişten sonra deşilip sahifeleri ile ortaya konacaktır. Her nefis de, önceki sûrede geçtiği gibi, hakkında iyi mi, kötü mü yapmış olduğunu bütün çıplaklığıyla ayrıntılı olarak o vakit bilecektir.
Dünyanın geçiciliğini duyuracak olan herhangi bir acı değişiklik ve felaket anında, ölüm geldiği ve ölüm belirtilerinin ortaya çıktığı saatlerde insan, ömründe ileri geri ne yaptığına kısa ve toplu bir ilim edinirse de bunun ayrıntıları asıl tekrar dirildikten sonra sahifelerin açılması ile olacaktır.
6. Böylece toplanıp dağılmanın vuku bulacağı haber verildikten sonra aklen de onu düşündürmesi gereken bir hatırlatma ve ihtar olmak üzere buyruluyor ki: Ey insan!. Ey o vakitler başına gelecek olan insan!
Ata'dan bu âyetin Velid b. Muğire sebebiyle; İkrime'den Übeyy b. Halef sebebiyle indiği; Kelbî ve Mukatil'den de Esed b. Kelede sebebiyle indiği rivayet edilmiştir. Söz konusu kişi Hz. Peygamber (s.a.v)'e vurmuştu. Yüce Allah hemen onu cezalandırmayıp bu âyeti indirdi, diye rivayet edilmiştir. Sonra da "Hayır hayır, doğrusu siz cezayı yalanlıyorsunuz." buyrulmuş olduğundan dolayı birçokları burada insandan muradın kâfir insan" demek olduğu kanaatına varmışlardır. Fakat "iniş sebebinin özel olması hükmün genelliğine engel olamıyacağı" için diğer birçokları da gurur ile isyan eden insanların hepsini kapsamış olması lafzın genelliğine daha uygun olduğunu beyan etmişlerdir. Ey insan! Seni ne mağrur etti?. Seni hangi şey aldattı, gaflete düşürdü de isyana sürükledi, seni yakışmayacak işler yapacak şekilde gururlandırdı?
O ikrâmı bol Rabbine karşı?.
Bu hitap ve soru korkutma hitabı olması nedeniyle gururlanmaya engel olacak kahr ve celal yani üstün gelerek yıkıp ezme ve ululuk sıfatlarından biri zikredilmesi daha açık görünürken "kerim" vasfı ile özel olarak ilâhî ikramın hatırlatılmasında ince bir nükte ile büyük bir ahlakî mânâya işaret vardır. Bu, her şeyden önce şunu anlatıyor ki, ikram ve ihsanın gereği ona karşı gururlanarak saygısızlık etmek, ahlâksızlık yapmak, günaha girmek değil, aksine o ikramın yüksekliği oranında iman ve şükür ile itaatı, saygıyı, hürmet ve tazimi artırmak, nankörlük ve isyandan sakınarak yüce ahlâka yükselmektir. Şeytanların dediği gibi, "Adam sen de Allah kerimdir. İstediğini yap. Dünyada sana ettiği iyilik ve ikramını ahirette de eder." diyerek umursamamak yalnız bir kıyas yaparak aldanmaktır. O lütuf ve ikrama layık olmadığını, onu hak etmediğini göstermektir. Çünkü gerçek ikram bir hikmet gözetilerek yapılan ikramdır. Gerçi ikram eden, yaptığı lütuf ve ikrama, gösterdiği büyüklük ve iyiliğe karşı kendisi için bir bedel ve karşılık gözetmeye tenezzül etmez. Fakat hikmetli davranmayan, ikramını layık olduğu yerde kullanmayan da kerim değil, bir müsrif demek olur. Onun için ikram sahibine karşı iman ve şükür ile itaat ve saygıyı artıracak yerde onun keremine mağrur olup da saygısızlık etmek büyük bir aldanış olduğu hatırlatılmıştır ki, bu mânâ tamamen "Sakın o aldatıcı şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın."(Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5) âyetinin mânâsıdır.
Bu soruyu bazıları, "beni senin keremin mağrur etti ey Rabbim!" dedirtmek için kulun göstereceği delili onu telkin etmek türünden bir kerem olarak anlamak istemişler ve bu bir hayli yayılmış ise de, bu anlayış sûrenin ifade ettiği korkutma akış ve üslubuna uygun düşmez. Ahlâk yüksekliği açısından düşünüldüğü zaman Allah'ın kerem sahibi olduğuna imanı olduğu halde isyan etmiş bir müminin bu hitaptan duyacağı utanç ve üzüntü kâfirlerin duyamayacağı bir üzüntü hissi olmak gerekir. Nitekim, "Suheyb ne güzel kuldur. Allah'tan korkmasa bile, isyan etmezdi."( hadisinde bu yüce ahlâka işaret buyrulmuştur.
Bazı âriflerin "Allah'tan korkmasaydım yine isyan etmezdim." demesi de bu saygıdır. Fatır Sûresi'ndeki "Allah'tan, kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin de bunu ifade ettiği daha önce geçmişti.
Tefsirciler bu gurura sebep olmak üzere üç şey nakletmişlerdir:
Birisi, Katade'den rivayet olunduğu üzere şeytanın kötü bir şeyi güzel göstererek aldatmasıdır. "O aldatıcı şeytan sizi Allah'a karşı aldattı."(Hadid, 57/14).
Diğeri, Hasen'den rivayet edildiği üzere cehalettir.
Diğeri de, Mukatil'den rivayet edildiği üzere, işin başlangıcında hemen ceza verilmediğinden dolayı affa aldanmaktır.
Bir de Fuzayl b. Iyaz Hazretlerine kıyamet günü, "İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" buyurduğu zaman ne dersin denildiğinde, "indirilmiş perdelerin", yani "günahlara örttüğün örtüler" derim demiş olduğu da söylenmiştir.
Gayet açıktır ki, bu son ikisi, yani hemen cezalandırılmadığından dolayı afva ve günahların örtülmesine güvenmek bir cahilliktir. Şeytanın kötü şeyleri güzel göstermesine aldanmak da öyle demektir. Gerçekten Ebu Hayyan ve Alûsî'nin kaydettikleri gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet olunduğuna göre, O bu âyeti okumuş ve "onun cahilliği" demiştir. Keza Hz. Ömer (r.a) de bunu söyleyip "İnsan cidden çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetini okumuştur. Bunun "Allah'tan, kulları arasında ancak âlim olanlar hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin ifade ettiği "ancak" mânâsına uygun olduğu ortadadır. Demek ki korkmak, Allah'a dair bilginin derecesi ile doğru orantılıdır.
7. Yüce Allah'ın Rabliği ve kerem sahibi olduğu da en açık misali olmak üzere insanın yaratılışında herkesin kendisine görünüp duran kudret eserleri ve kerem ile şöyle hatırlatılıyor:
O Rabbin ki seni yarattı. Burada yaratma; bünye ve uzuvları düzgünleştirme, ölçülü yapma, şekil verme ve parçaları birleştirip oluşturmadan daha önce olmak karinesiyle önce var kılmak demek olduğu açıktır. Yine bilinmektedir ki her nimetin esası olan var olma, ilâhî lütuf ve keremin birincisidir.
Sonra da senin bünye ve uzuvlarını düzgünleştirdi . "Seni bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı. Sonra da seni bir insan şekline getirdi."(Kehf, 18/37) buyrulduğu ve daha bir çok âyette geçtiği gibi yaratılışını aşamadan aşamaya geçirerek ruh üflenecek şekilde insanlık seviyesine getirdi; bünyeni, uzuvlarını, kuvvetlerini düzenine koydu, düzgünleştirdi de sana bir uyum ve itidal verdi. Burada biri "adl" kökünden birisi de "ta'dil" kökünden şeklinde olmak üzere iki kırâet vardır. İkisi de bir mânâya olarak denkleştirmek, normal hale getirmek demek olduğuna göre az önce geçen "tesviye"nin mükemmel hale gelmiş olduğunu ifade etmek üzere birkaç şekilde tefsir edilmiştir.
BİRİNCİSİ, Mukatil'den rivayet edildiğine göre göz, kulak, el, ayak gibi çift uzuvların denkliği ve ayrıntıları anatomide bilindiği üzere vücudun her taraftan orantılı ve düzgünlüğü demek olup "Evet, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye kadir olduğumuz halde"(Kıyamet, 75/4) âyetinin ifade ettiği gibi olur. Fakat bunda insanlık özelliğini ifade eden itibar ve değer açık değildir.
İKİNCİSİ, Ata'nın İbnü Abbas'tan rivayet ettiği izah şeklinde ise: "Belini doğrultu, dik ve dengeli kıldı, eğri belli hayvanlar gibi yapmadı." diye tefsir edilmiştir ki, bunun hem insanın olgunlaştığını gösteren özelliği, hem de bünye ve uzuvları düzene koyduktan ve insanı, insan denilecek şekle getirdikten sonra olması daha açıktır. Zira çocuklarda görüldüğü gibi insanın belini doğrultup da ayakta dik ve doğru olarak yürüyebilmesi de uzuvları düzene koymanın tekamülünde bir aşamadır.
ÜÇÜNCÜSÜ, Ebu Ali Fârisî'nin yazdığına göre, "sana itidal verdi" demek, bu mânâların hepsini ifade edici olarak "Seni en güzel şekle koyup en güzel biçimde çıkardı ve bu denge ile seni akıl, fikir ve kudreti kabul etmeye yetenekli kılıp bu şekilde diğer canlı ve bitkilere hakim kıldı. Seni, bu âlemdeki diğer varlıkların ulaşamadığı bir olgunluk derecesine çıkardı." diye tefsir edilmiştir ki "Onun yaratılışını tamamladığım ve içine ruhumdan üflediğim vakit." (Hıcr, 15/29) ve "Onları, yarattıklarımızın bir çoğundan gerçekten üstün kıldık." (İsra, 17/70) mânâlarına uygundur. Bunların hepsi Allah'ın bir lütuf ve keremidir.
Sûresi denilen bu sûre de Mekke'de inmiştir.
Âyetleri : Ondokuz;
Kelimeleri : Seksen,
Harfleri : Üçyüz yirmiyedidir.
Fasılası : harfleridir.
Meâl-i Şerifi
1- Gök çatladığı vakit,
2- Yıldızlar döküldüğü vakit,
3- Denizler yarılıp akıtıldığı vakit,
4- Kabirlerin içi dışına getirildiği vakit,
5- Herkes neyi önünden gönderdiğini ve neyi geri bıraktığını bilir.
6- Ey insan! İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?
7- O Allah ki seni yarattı, seni düzgün yapılı kılıp ölçülü bir biçim verdi.
8- Seni dilediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.
9- Hayır hayır, siz cezayı yalanlıyorsunuz.
10- Oysa üzerinizde koruyucular var.
11- Değerli yazıcılar
12- Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler
13- Kuşkusuz iyiler nimet içindedirler.
14- Kötüler de cehennemdedirler.
15- Ceza günü ona girecekler.
16- Onlar o cehennemin gözünden kaçamazlar.
17- Ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin?
18- Evet, bilir misin nedir acaba o ceza günü?
19- O gün, hiç kimsenin başkası için hiçbir şeye sahip olamadığı gündür. O gün buyruk yalnız Allah'ındır.
"Gök çatladığı vakit".
İNFİTAR, yarılmak demek ise de, yarılmanın başlangıcı olması daha çok yaraşır. "O gün gök, bulutlar ile yarılacak ve melekler ard arda indirilecek"(Furkan, 25/25); "Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ gibi eriyen bir gül gibi olduğu zaman" (Rahmân, 55/37); "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16); "O günün şiddetinden gök çatlamıştır." (Müzzemmil, 73/18), "Gök açılmıştır da kapı kapı olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetlerinin ifade ettiği gibi meleklerin inmesi için yarılmaya başlamasıdır ki göğün terkibi, gökte bulunan cisimlerin düzeni bozularak âlemin harap olmaya yüz tuttuğu zamandır.
Önceki sûrenin başındaki kıyamet kopacağı sırada olacak oniki alâmet gibi burada da dört alâmet zikrediliyor. Bunlardan ikisi yukarıda, ikisi de aşağıda olan şeylere ait bulunuyor.
2. Birincisi göğün çatlaması, ikincisi yıldızlar saçıldığı vakit.
İNTİSER, dizili bir şeyin bağı koparak dökülüp dağılmasıdır. Yıldızların dökülmesi de genel çekim dengesinin bozulmasıyla meydana gelecek düşüş ve yok oluşlarıdır ki ipliği kopmuş inci dizilerinin dökülüp saçılmalarına benzetilerek yok oluşlarını ifade eden bir istiare-i musarraha veya mekniyye olduğunu söylemişlerdir.
3. Üçüncüsü, denizler tefcir olunduğu vakit.
Denizlerin tefciri; yarılıp akıtılması, aralarındaki ince uzun kara parçalarının yırtılıp hepsinin bir deniz haline gelmesi veya sularının çekilip kalmaması durumlarını ifade edebilir ki önceki sûrede geçen "denizlerin ateşlenmesi" ile ilgilidir.
4. Dördüncüsü, kabirler deşildiği vakit.
BA'SERE, bahsere gibi toprağı deşip dağıtarak altını üstüne, içini dışına çevirmektir. Ki bu işin zorunlu neticesi olan "çıkarmak" mânâsında da kullanılır. Bu durumda Âdiyât Sûresi'nde geleceği gibi öldükten sonra diriltme ve çıkarmadan mecaz da olur.
Zemahşerî ve diğer bazıları şöyle demiştir: "Bu kelime aslında iki ayrı kelimeden meydana gelmiş olup "ba's" ve "isare"den kısaltılmıştır. "Bu'siret ve usire"nin hafifletilmiş yani kısaltılmış şeklidir. Bu, yontma yahut traşlama tabir olunur. Bunun Arapça'da Besmele, demek; salvele demek; hamdele, demek; havkale, demek ve dem'aze "Allah onun izzet ve şerefini devam ettirsin." demek olduğu gibi birçok benzeri vardır." Nitekim son zamanlarda Türkçe'de de örnekleri çoğalmaya başlamıştır.
Buna göre "bu'siret", öldükten sonra dirilme vuku bulup kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı vakit demek olur ki "Yer dehşetli sarsıntı ile sarsıldığı ve yer ağırlıklarını çıkardığı vakit.." (Zilzâl, 99/1-2) Sûresi'nin mânâsı demektir.
5. Bu dört alâmet meydana geldiği vakit her nefis dünyada neyi öne almış ve neyi geri bırakmış olduğunu bilecektir. Çünkü önceki sûrede anıldığı üzere o vakit toplanıp dağılma olacaktır. Takdim ve tehir etmek sözlerinin birkaç mânâsı vardır:
1. Takdim ettiği, dünyada hayır olsun, şer olsun, önce kendi işlemiş olduğu amel, tehir ettiği de geriye bıraktığı, yani örnek olup da kendisinden sonra gelenlerin işlemelerine sebep olduğu iyi veya kötü amel. Çünkü hadisi şerifi gereğince "her kim güzel bir geleneğe yol açarsa ona onu işleyenlerin mükâfatı vardır. Her kim de kötü bir geleneğe yol açarsa ona da onu işleyenlerin günah ve vebali vardır." Dolayısıyla önce kendi yaptığı, takdim ettiği ameli; ondan öğrenip de sonra yapanlarınki de tehir ettiği geriye miras olarak bıraktığı ameli demektir. Bu mânâ İbnü Abbas ve İbnü Mesud Hazretlerinden rivayet edilmiştir.
2. Takdim ettiği, işlemiş olduğu günah; tehir ettiği de yapmamış olduğu itaattir. Bu mânâda yine İbnü Abbas'tan bir rivayet olup aynı zamanda Katâde'nin de görüşüdür.
3. Takdim ettiği, yükümlü olduğu şeylerden işlemiş olduğu; tehir ettiği de işlememiş olduğu ameller.
4. Takdim ettiği, mallarından kendisi için harcadığı; tehir ettiği de varislerine bıraktığıdır.
5. Takdim ettiği, amelinin evveli; tehir ettiği de sonudur denilmiştir.
Bütün bunlar tekrar dirilişten sonra deşilip sahifeleri ile ortaya konacaktır. Her nefis de, önceki sûrede geçtiği gibi, hakkında iyi mi, kötü mü yapmış olduğunu bütün çıplaklığıyla ayrıntılı olarak o vakit bilecektir.
Dünyanın geçiciliğini duyuracak olan herhangi bir acı değişiklik ve felaket anında, ölüm geldiği ve ölüm belirtilerinin ortaya çıktığı saatlerde insan, ömründe ileri geri ne yaptığına kısa ve toplu bir ilim edinirse de bunun ayrıntıları asıl tekrar dirildikten sonra sahifelerin açılması ile olacaktır.
6. Böylece toplanıp dağılmanın vuku bulacağı haber verildikten sonra aklen de onu düşündürmesi gereken bir hatırlatma ve ihtar olmak üzere buyruluyor ki: Ey insan!. Ey o vakitler başına gelecek olan insan!
Ata'dan bu âyetin Velid b. Muğire sebebiyle; İkrime'den Übeyy b. Halef sebebiyle indiği; Kelbî ve Mukatil'den de Esed b. Kelede sebebiyle indiği rivayet edilmiştir. Söz konusu kişi Hz. Peygamber (s.a.v)'e vurmuştu. Yüce Allah hemen onu cezalandırmayıp bu âyeti indirdi, diye rivayet edilmiştir. Sonra da "Hayır hayır, doğrusu siz cezayı yalanlıyorsunuz." buyrulmuş olduğundan dolayı birçokları burada insandan muradın kâfir insan" demek olduğu kanaatına varmışlardır. Fakat "iniş sebebinin özel olması hükmün genelliğine engel olamıyacağı" için diğer birçokları da gurur ile isyan eden insanların hepsini kapsamış olması lafzın genelliğine daha uygun olduğunu beyan etmişlerdir. Ey insan! Seni ne mağrur etti?. Seni hangi şey aldattı, gaflete düşürdü de isyana sürükledi, seni yakışmayacak işler yapacak şekilde gururlandırdı?
O ikrâmı bol Rabbine karşı?.
Bu hitap ve soru korkutma hitabı olması nedeniyle gururlanmaya engel olacak kahr ve celal yani üstün gelerek yıkıp ezme ve ululuk sıfatlarından biri zikredilmesi daha açık görünürken "kerim" vasfı ile özel olarak ilâhî ikramın hatırlatılmasında ince bir nükte ile büyük bir ahlakî mânâya işaret vardır. Bu, her şeyden önce şunu anlatıyor ki, ikram ve ihsanın gereği ona karşı gururlanarak saygısızlık etmek, ahlâksızlık yapmak, günaha girmek değil, aksine o ikramın yüksekliği oranında iman ve şükür ile itaatı, saygıyı, hürmet ve tazimi artırmak, nankörlük ve isyandan sakınarak yüce ahlâka yükselmektir. Şeytanların dediği gibi, "Adam sen de Allah kerimdir. İstediğini yap. Dünyada sana ettiği iyilik ve ikramını ahirette de eder." diyerek umursamamak yalnız bir kıyas yaparak aldanmaktır. O lütuf ve ikrama layık olmadığını, onu hak etmediğini göstermektir. Çünkü gerçek ikram bir hikmet gözetilerek yapılan ikramdır. Gerçi ikram eden, yaptığı lütuf ve ikrama, gösterdiği büyüklük ve iyiliğe karşı kendisi için bir bedel ve karşılık gözetmeye tenezzül etmez. Fakat hikmetli davranmayan, ikramını layık olduğu yerde kullanmayan da kerim değil, bir müsrif demek olur. Onun için ikram sahibine karşı iman ve şükür ile itaat ve saygıyı artıracak yerde onun keremine mağrur olup da saygısızlık etmek büyük bir aldanış olduğu hatırlatılmıştır ki, bu mânâ tamamen "Sakın o aldatıcı şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın."(Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5) âyetinin mânâsıdır.
Bu soruyu bazıları, "beni senin keremin mağrur etti ey Rabbim!" dedirtmek için kulun göstereceği delili onu telkin etmek türünden bir kerem olarak anlamak istemişler ve bu bir hayli yayılmış ise de, bu anlayış sûrenin ifade ettiği korkutma akış ve üslubuna uygun düşmez. Ahlâk yüksekliği açısından düşünüldüğü zaman Allah'ın kerem sahibi olduğuna imanı olduğu halde isyan etmiş bir müminin bu hitaptan duyacağı utanç ve üzüntü kâfirlerin duyamayacağı bir üzüntü hissi olmak gerekir. Nitekim, "Suheyb ne güzel kuldur. Allah'tan korkmasa bile, isyan etmezdi."( hadisinde bu yüce ahlâka işaret buyrulmuştur.
Bazı âriflerin "Allah'tan korkmasaydım yine isyan etmezdim." demesi de bu saygıdır. Fatır Sûresi'ndeki "Allah'tan, kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin de bunu ifade ettiği daha önce geçmişti.
Tefsirciler bu gurura sebep olmak üzere üç şey nakletmişlerdir:
Birisi, Katade'den rivayet olunduğu üzere şeytanın kötü bir şeyi güzel göstererek aldatmasıdır. "O aldatıcı şeytan sizi Allah'a karşı aldattı."(Hadid, 57/14).
Diğeri, Hasen'den rivayet edildiği üzere cehalettir.
Diğeri de, Mukatil'den rivayet edildiği üzere, işin başlangıcında hemen ceza verilmediğinden dolayı affa aldanmaktır.
Bir de Fuzayl b. Iyaz Hazretlerine kıyamet günü, "İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" buyurduğu zaman ne dersin denildiğinde, "indirilmiş perdelerin", yani "günahlara örttüğün örtüler" derim demiş olduğu da söylenmiştir.
Gayet açıktır ki, bu son ikisi, yani hemen cezalandırılmadığından dolayı afva ve günahların örtülmesine güvenmek bir cahilliktir. Şeytanın kötü şeyleri güzel göstermesine aldanmak da öyle demektir. Gerçekten Ebu Hayyan ve Alûsî'nin kaydettikleri gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet olunduğuna göre, O bu âyeti okumuş ve "onun cahilliği" demiştir. Keza Hz. Ömer (r.a) de bunu söyleyip "İnsan cidden çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetini okumuştur. Bunun "Allah'tan, kulları arasında ancak âlim olanlar hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin ifade ettiği "ancak" mânâsına uygun olduğu ortadadır. Demek ki korkmak, Allah'a dair bilginin derecesi ile doğru orantılıdır.
7. Yüce Allah'ın Rabliği ve kerem sahibi olduğu da en açık misali olmak üzere insanın yaratılışında herkesin kendisine görünüp duran kudret eserleri ve kerem ile şöyle hatırlatılıyor:
O Rabbin ki seni yarattı. Burada yaratma; bünye ve uzuvları düzgünleştirme, ölçülü yapma, şekil verme ve parçaları birleştirip oluşturmadan daha önce olmak karinesiyle önce var kılmak demek olduğu açıktır. Yine bilinmektedir ki her nimetin esası olan var olma, ilâhî lütuf ve keremin birincisidir.
Sonra da senin bünye ve uzuvlarını düzgünleştirdi . "Seni bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı. Sonra da seni bir insan şekline getirdi."(Kehf, 18/37) buyrulduğu ve daha bir çok âyette geçtiği gibi yaratılışını aşamadan aşamaya geçirerek ruh üflenecek şekilde insanlık seviyesine getirdi; bünyeni, uzuvlarını, kuvvetlerini düzenine koydu, düzgünleştirdi de sana bir uyum ve itidal verdi. Burada biri "adl" kökünden birisi de "ta'dil" kökünden şeklinde olmak üzere iki kırâet vardır. İkisi de bir mânâya olarak denkleştirmek, normal hale getirmek demek olduğuna göre az önce geçen "tesviye"nin mükemmel hale gelmiş olduğunu ifade etmek üzere birkaç şekilde tefsir edilmiştir.
BİRİNCİSİ, Mukatil'den rivayet edildiğine göre göz, kulak, el, ayak gibi çift uzuvların denkliği ve ayrıntıları anatomide bilindiği üzere vücudun her taraftan orantılı ve düzgünlüğü demek olup "Evet, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye kadir olduğumuz halde"(Kıyamet, 75/4) âyetinin ifade ettiği gibi olur. Fakat bunda insanlık özelliğini ifade eden itibar ve değer açık değildir.
İKİNCİSİ, Ata'nın İbnü Abbas'tan rivayet ettiği izah şeklinde ise: "Belini doğrultu, dik ve dengeli kıldı, eğri belli hayvanlar gibi yapmadı." diye tefsir edilmiştir ki, bunun hem insanın olgunlaştığını gösteren özelliği, hem de bünye ve uzuvları düzene koyduktan ve insanı, insan denilecek şekle getirdikten sonra olması daha açıktır. Zira çocuklarda görüldüğü gibi insanın belini doğrultup da ayakta dik ve doğru olarak yürüyebilmesi de uzuvları düzene koymanın tekamülünde bir aşamadır.
ÜÇÜNCÜSÜ, Ebu Ali Fârisî'nin yazdığına göre, "sana itidal verdi" demek, bu mânâların hepsini ifade edici olarak "Seni en güzel şekle koyup en güzel biçimde çıkardı ve bu denge ile seni akıl, fikir ve kudreti kabul etmeye yetenekli kılıp bu şekilde diğer canlı ve bitkilere hakim kıldı. Seni, bu âlemdeki diğer varlıkların ulaşamadığı bir olgunluk derecesine çıkardı." diye tefsir edilmiştir ki "Onun yaratılışını tamamladığım ve içine ruhumdan üflediğim vakit." (Hıcr, 15/29) ve "Onları, yarattıklarımızın bir çoğundan gerçekten üstün kıldık." (İsra, 17/70) mânâlarına uygundur. Bunların hepsi Allah'ın bir lütuf ve keremidir.