Maymunlar Padişahı’nın Veziri (Kelile ve Dimne)
Zümrüt yeşili bir adada maymunlar yaşardı bir zamanlar. Adada bitmek tükenmek bilmez bir bolluk vardı. Dört bir yanından fışkıran türlü meyve ağaçları, yemişler, sebzeler, berekete boğmuştu adayı. Irmaklar, çağlayanlar, soğuk pınarlar, sanki cennetten bir köşeymiş gibi, sonu gelmez güzellikler yaşatıyordu. Maymunlar çok mutluydular.
Bir gün ileri gelenleri toplanmış, lezzetine doyulmaz meyvelerden söz ediyorlardı.
Üzüm, incir, fındık, muz, şeftali, portakal… daha neler neler. Oradan geçmekte olan bir ayı, toplu halde görünce onları, konuştuklarına kulak kabarttı. Duydukları karşısında şaşkına uğradı. Böyle bolluk bereket içinde yüzerlerken onlar, kendileri dağda yaban çalıları arasında ömür sürüyorlardı. Bu haksızlık değil miydi? Ayı, duyduklarını koşup ayılar padişahına bir bir anlattı. Onun da iştahı kabarmıştı. Büyük bir ordu toplayıp, adayı kuşatmak için harekete geçtiler. Maymunların hükümdarı o gün ava çıkmıştı. Yanında vezirleri de vardı. Ayılar, taş üstüne taş bırakmadılar adada. Maymunların ne evleri kaldı yıkılmadık, ne eşyaları kaldı yakılmadık. Hepsi kılıçtan geçirildi birer birer. Kadınlara, hatta çocuklara varıncaya dek, hunharca öldürüldüler. Durum maymunların padişahına ulaşınca kahrından öleyazdı hayvancağız. Hayatta kalan adamlarını topladı. Neler yapılacağını tartıştılar. Akıllı, bilgili bir veziri vardı.
O atıldı ortaya:
– Efendim, dedi, maymunların tümü karşı koymaya kalkışsaydı yine de başa çıkamazdık onlarla. En doğrusu hileye başvurmak. Bu önemli görevi ben üstlenmek istiyorum. Onlara güzel bir oyun oynamak istiyorum.
Padişah, ilkin yanaşmadı buna:
– Hayır, dedi. Seni de kaybetmek istemiyorum.
Vezir:
– Ben, dedi, kaybedeceğimi zaten kaybetmişim. Eşim, çoluk çocuğum öldürüldü. Ülkem yerle bir edildi. Ya öcümüzü alırım ya da ölürüm. Bu durumda eli kolu bağlı durmak ölümden beterdir, izin verin gideyim.
Padişah çaresiz:
– Peki, dedi, madem istiyorsun, nasıl biliyorsan öyle yap.
Vezir, onlara:
– Siz de filan yere gidip gizleniniz, dedi.
Ve üstünü başını al kanlara boyadı. Tüylerini yoldu. Vücudunun bazı kısımlarını dağladı. Düşe kalka ayıların bulunduğu yere doğru yollandı. Nöbetçiler yakalayıp ayıların padişahının huzuruna getirdiler.
Vezir:
– Ben, dedi, padişahla birlikte ava çıkmıştım. Siz değerli efendimizin adamıza gelişinizi geç duydum. Sonra, geride kalanlara çok kızdım. Niçin ayıların padişahı yurdumuza onur veriyor da onu şanına uygun bir törenle karşılamıyorsunuz. Hizmetine girmiyorsunuz?..
Ben böyle deyince, birden üzerime çullandılar. “Hain! Korkak!” diyerek hırpaladılar, az kalsın öldüreceklerdi. Ellerinden güç bela kurtuldum. Şimdi, maymunların en azılı düşmanıyım. Bulundukları yeri biliyorum, sizi götüreyim, hepsini yok edin!
Ayıların padişahı bu sözlere kanmıştı.
– Tamam, dedi, maymunların köklerini kazımanın tam sırası. Sen önümüze düş, bize kılavuzluk yap.
Maymun vezir, daha da kurnaz davranarak ayağının kırık olduğunu yürümekte güçlük çektiğini söyledi. Bir ayı, sırtına aldı onu ve düştüler yola. Onları, aldatarak çöle götürdü maymun vezir. Günlerce aç susuz yürüdüler. Çok bitkin düşmüşlerdi. Adım atacak mecalleri kalmadı. “Bir damla su!” diye inlemeye başladılar. Tam bu sıra, zehirli bir rüzgâr çıkmasın mı! Ayılar kandırıldıklarını fark etmişlerdi. Fakat iş işten geçmişti.
– Bu yel de neyin nesi? diye sordu ayıların padişahı.
Maymun Vezir, artık hiçbir şeyi gizlemedi:
– Ey zalim! dedi, onun ne olduğunu bilmiyor musun? O, önüne çıkanı bir anda öldüren, silip süpüren zehirli rüzgârdır. Sizin benim kabileme ettiğiniz bunca işkenceden sonra bu az bile gelir. Ben de öleceğim. Fakat ahirete vicdanım rahat olarak gidiyorum.
Ve zehirli rüzgâr, ayıları ansızın sardı, hepsini yere serdi.
Geride tek canlı kalmamıştı.
Zümrüt yeşili bir adada maymunlar yaşardı bir zamanlar. Adada bitmek tükenmek bilmez bir bolluk vardı. Dört bir yanından fışkıran türlü meyve ağaçları, yemişler, sebzeler, berekete boğmuştu adayı. Irmaklar, çağlayanlar, soğuk pınarlar, sanki cennetten bir köşeymiş gibi, sonu gelmez güzellikler yaşatıyordu. Maymunlar çok mutluydular.
Bir gün ileri gelenleri toplanmış, lezzetine doyulmaz meyvelerden söz ediyorlardı.
Üzüm, incir, fındık, muz, şeftali, portakal… daha neler neler. Oradan geçmekte olan bir ayı, toplu halde görünce onları, konuştuklarına kulak kabarttı. Duydukları karşısında şaşkına uğradı. Böyle bolluk bereket içinde yüzerlerken onlar, kendileri dağda yaban çalıları arasında ömür sürüyorlardı. Bu haksızlık değil miydi? Ayı, duyduklarını koşup ayılar padişahına bir bir anlattı. Onun da iştahı kabarmıştı. Büyük bir ordu toplayıp, adayı kuşatmak için harekete geçtiler. Maymunların hükümdarı o gün ava çıkmıştı. Yanında vezirleri de vardı. Ayılar, taş üstüne taş bırakmadılar adada. Maymunların ne evleri kaldı yıkılmadık, ne eşyaları kaldı yakılmadık. Hepsi kılıçtan geçirildi birer birer. Kadınlara, hatta çocuklara varıncaya dek, hunharca öldürüldüler. Durum maymunların padişahına ulaşınca kahrından öleyazdı hayvancağız. Hayatta kalan adamlarını topladı. Neler yapılacağını tartıştılar. Akıllı, bilgili bir veziri vardı.
O atıldı ortaya:
– Efendim, dedi, maymunların tümü karşı koymaya kalkışsaydı yine de başa çıkamazdık onlarla. En doğrusu hileye başvurmak. Bu önemli görevi ben üstlenmek istiyorum. Onlara güzel bir oyun oynamak istiyorum.
Padişah, ilkin yanaşmadı buna:
– Hayır, dedi. Seni de kaybetmek istemiyorum.
Vezir:
– Ben, dedi, kaybedeceğimi zaten kaybetmişim. Eşim, çoluk çocuğum öldürüldü. Ülkem yerle bir edildi. Ya öcümüzü alırım ya da ölürüm. Bu durumda eli kolu bağlı durmak ölümden beterdir, izin verin gideyim.
Padişah çaresiz:
– Peki, dedi, madem istiyorsun, nasıl biliyorsan öyle yap.
Vezir, onlara:
– Siz de filan yere gidip gizleniniz, dedi.
Ve üstünü başını al kanlara boyadı. Tüylerini yoldu. Vücudunun bazı kısımlarını dağladı. Düşe kalka ayıların bulunduğu yere doğru yollandı. Nöbetçiler yakalayıp ayıların padişahının huzuruna getirdiler.
Vezir:
– Ben, dedi, padişahla birlikte ava çıkmıştım. Siz değerli efendimizin adamıza gelişinizi geç duydum. Sonra, geride kalanlara çok kızdım. Niçin ayıların padişahı yurdumuza onur veriyor da onu şanına uygun bir törenle karşılamıyorsunuz. Hizmetine girmiyorsunuz?..
Ben böyle deyince, birden üzerime çullandılar. “Hain! Korkak!” diyerek hırpaladılar, az kalsın öldüreceklerdi. Ellerinden güç bela kurtuldum. Şimdi, maymunların en azılı düşmanıyım. Bulundukları yeri biliyorum, sizi götüreyim, hepsini yok edin!
Ayıların padişahı bu sözlere kanmıştı.
– Tamam, dedi, maymunların köklerini kazımanın tam sırası. Sen önümüze düş, bize kılavuzluk yap.
Maymun vezir, daha da kurnaz davranarak ayağının kırık olduğunu yürümekte güçlük çektiğini söyledi. Bir ayı, sırtına aldı onu ve düştüler yola. Onları, aldatarak çöle götürdü maymun vezir. Günlerce aç susuz yürüdüler. Çok bitkin düşmüşlerdi. Adım atacak mecalleri kalmadı. “Bir damla su!” diye inlemeye başladılar. Tam bu sıra, zehirli bir rüzgâr çıkmasın mı! Ayılar kandırıldıklarını fark etmişlerdi. Fakat iş işten geçmişti.
– Bu yel de neyin nesi? diye sordu ayıların padişahı.
Maymun Vezir, artık hiçbir şeyi gizlemedi:
– Ey zalim! dedi, onun ne olduğunu bilmiyor musun? O, önüne çıkanı bir anda öldüren, silip süpüren zehirli rüzgârdır. Sizin benim kabileme ettiğiniz bunca işkenceden sonra bu az bile gelir. Ben de öleceğim. Fakat ahirete vicdanım rahat olarak gidiyorum.
Ve zehirli rüzgâr, ayıları ansızın sardı, hepsini yere serdi.
Geride tek canlı kalmamıştı.