-
- Üyelik Tarihi
- 3 Haz 2020
-
- Mesajlar
- 6,256
-
- MFC Puanı
- 72,460
AĞUSTOS İNCİRLERİ
Başsağlığı teranelerinden aşırı bunalmıştım. O uğursuz günden bu yana izne çıkmış, 2 ay geçirmiştim. İşe hazır asla değildim. Zira kendime gelememiştim. Ve sanki hiç gelemeyecektim. Başhekimle görüştüm ve en az 1 ay daha kurumda doktorluk yapamayacağımı bildirdim. İznimi uzattım ve yeni aldığım karavan ile 1 ay sürecek yolculuğa çekip gittim!
O'nu kaybettiğimiz kabus gününü umutsuzca unutmaya yol almaktı benimkisi.
Kaz dağlarıydı rota. Hani şu peşkeş çekilen dünyanın oksijen diyarı. İnşallah kaybolur giderim temennisi ağır basıyordu içimde.
Çanakkale'nin Yenice ilçesine varmıştım. Saat henüz erkendi. Çanakkale'ye kestirme bir yol ararken ormanın içinde yolu sanırım biraz uzattım. Hatta ana yoldan gitmemenin cezasını yolu kaybetmekle öder gibi oldum. Hava kararmıştı artık. Neyse ki dağda dar yollarda ilerlerken karşıda ışıkları farkettim. Yaklaştıkça bir dağ köyü olduğunu anladım. Bu ağustos sıcağında bunalmış, yorulmuştum. Köye girdim. Kimse yoktu ama ilginç olan girişte ve köy meydanında, her yerde Türk bayrakları asılmıştı. Niye ki acaba? Saat henüz akşamın 22:00'si. Tuhaf. Kimse yok etrafta? Kahvenin olduğu meydana geldim. Bir sıcak çay iyi gelecekti. Kapalıydı. Karavanı meydana koyup, uyurum, sabah da dağ yolundan ana yola çıkar, Kaz dağlarına devam ederdim. Şimdi gece mece biri gelir, merak eder, tık tık yapar, uykum kaçar dedim ve köyün çıkışında bir yerde konaklamaya karar verdim. İyi mi yaptım, kötü mü yaptım sonra deyiverirsin bana başıma gelenleri öğrenince olur mu?
Köyün çıkışında hafif bir meydan buldum. Kocaman da bir incir ağacı vardı karşısında. Karavanı çektim incir ağacının karşısına. Sonra arkaya geçip duş vs. derken uyumadan önce bu güzel ağustos gecesinin kokusunu çekmek için karavandan aşağı indim. "Şimdi bir sigara olsaydı hoş olurdu" diye geçirdim içimden. "Bari bir bira açayım" dedim ve elimde bira kutusu ile aşağıya indim.
Saat 22:30 civarıydı. Sandalyeyi kurmuş, biramı açmış, incir ağacıyla karşılıklı içiyordum ki!!! Yaşlı bir kadın gördüm. Evet biraz yorgundum ama hayal değildi. İncir ağacının çevresini dolaşıyor, sanki bir şey arıyor gibiydi. Önce çevresinde dolaştı. Sonra tek tek dalları arasında sanki bir şey görecekmiş, ararmış gibi uzun uzun araştırdı. Siyahlar içindeki elbisesi lime lime parça parçaydı. Acaba incir mi toplayacaktı? İncir geceleri mi daha iyi toplanır anlamadım ki? Seslensem, selam versem mi bilemedim. Belki de biraz korktum. Bilemedim yani. Görmezden geleyim, incir toplasın gitsin diye sessiz kalmaya karar verdim. Ama gizlice izliyordum. İncir ağacının her yerine, her dalına baktı. O kadar çok inceledi ki. Ama bence aradığı şey incirler değildi ve her ne ise onu bulamadı. Bir hayal kırıklığı, bu kadar karanlıklar içinde, bu kadar mı net belli olur?
Sırtı bana dönük halde iken birden sabit kaldı. Biraz tırstım mı nedir? Bu sahne korku filmlerinde oluyordu genelde? Gerçi bundan iki ay önce başıma bu dünyada gelebilecek en kötüsü gelmişti. Daha büyük bir korku ve acı başka ne olabilirdi ki?!!!
Hafiften başını geriye çevirdi. Aman Tanrım! Benim kendisini izlediğimin farkında bu yaşlı ve siyahlar içindeki kadın. Bira kutusunu tutan elimin titremesi bence korkudan değildir. Ya da öyle umuyorum. Önüne döndü. Daldan iki adet incir kopardı. Ve bana doğru gelmeye başladı. Tam önümde durdu. Sandalyeden doğruldum ve ayağa kalktım. Tam o esnada "trrakkk" diye bir sesle irkildim. Elimdeki bira kutusunu sıkmaktan içindeki birayı dışarı fışkırtmışım. Bundan kimseye bahsetmemek gerek farkındayım. Ama sen benim yerimde olsan, karşında yaşlı , üzgün, siyah ferecesi lime lime olmuş ve üstelik sol omuzunda ilmek şeklinde bağlanmış bir urgan olan biri gecenin 22:30'nda karşında olsa ne yapardın çok merak ediyorum doğrusu.
Gözlerime hiç bakmadan, yere bakarak avuçlarındaki kocaman iki olgun inciri bana uzattı. Elimdeki kutu birayı nereye koydum, ne yaptım hiç hatırlamıyorum ama incirleri direkt almışım. Bir şey diyecek gibi oldum ama boğuk, hırıltılı bir ses çıktı benden. Zaten ne dediğimi kendim bile anlamadım. Sonra arkasını döndü, tekrar incir ağacına gitti ve ağacın altında durdu. Elbisesinin üst kısmını kaldırdı. Göğsünden bir kumaş gibi bir şey çıkardı. İncir ağacının dalına yavaşça, özenle bağladı sonra başını o bağladığı kumaş parçasına gömdü, bir müddet öylece bekledi ve geri dönüp bana 3-4 saniye baktı. Gülümsedi sanki. Ya da bana öyle geldi. Birden ilk defa konuştu;
--"Yemişleri (incirleri) yi. Biri seninki için, ötekisi de benim ki için" dedi ve dalların arasından yürüdü gitti.
Bana gelince ise; yaşlı ve tuhaf kadının ilk ve son söylediği şeyi emir telakki etmiş olmalıyım ki ellerim vıcık vıcık incirleri yerken buldum kendimi.
Bütün gece düşündüm "bu da neydi" böyle diye. Sabahı zor etmiştim ama gün ağarırken uyuyakalmışım.
Ertesi günü yola devam etmedim. Gün boyu uyudum, kitap okudum, içtim ve uyukladım. Akşam olunca da köy içine yürümek istedim. Biraz ilerleyince, bir gece önce kapkaranlık olan kahve ve köy meydanının ışıl ışıl , insanların da kahve önünde olduklarını görünce şaşırdım.
Köyün tek kahvesinin önüne geldim ve "selamünaleyküm" diyerek seslendim. Sonra da "aleykümselam, hoş geldiniz" seslerinin arasında bir ağaç altındaki fazla ışık almayan, hatta karanlık diyebileceğim bir masaya iliştim. Selamlaşma faslı masalar arası bir süre daha devam etti ve sipariş vermediğim halde çayım önüme gelmişti bile.
--"Niye her yerde bu kadar çok bayrak var" diye sordum çay getiren kahveciye.
--"Bizde hep böyledir bu zamanlarda" dedi ve ilgisizlik içinde çekti gitti. Çaya şeker bile koymadan höpürdeterek kocaman bir yudum çektim. Kahveciye bozulmuş olabilirim. Ama arıza çıkaracak kadar değil!
--"Köye yeni mi geldiniz" diye sordu karşı masadan biri tütün sigara sararken.
--"Yok" dedim. "Dün gece bu köyden geçiyordum bilmeden karavan aracımla. Her yer kapalıydı bu saatlerde. Köyün çıkışında koca incir ağacının orada parkettim orada sabahladım."
Sigarayı saran köylünün eli birden durdu! Niye durdu ki? İki üç masada da konuşmalar kesildi, başlar bana çevrildi. Anlayamadım ne oluyor. Aklıma ilk gelen acaba karavan için konaklama, kira bedeli falan mı ödemem gerekiyordu?
--"Bi borcumuz varsa ödeyelim" dedim ortalığa.
Pek hoşlanmadılar sanki bu lafımdan.
Öyleyse madem, bu adam sigara sararken niye birden durdu, topu topu üç dört masadaki ahali de niye sohbetlerini keserek bana doğru bakmaya başladılar? Karanlıkta da pek seçemiyordum zaten.
Elinde tütün tabakası ile yerinden kalkan az önceki köylü yanıma geldi ve;
--"Hoşgeldin beyim, müsade var mı" diye sordu ve karşımdaki sandalyeye ilişti. Geç kalmıştım ama yine de;
--"Müsade sizin" demiş bulundum. Pek umurunda olmadı bence.
Boynunu yan yatırarak:
--"Dün gece sen köyün çıkışındaki goca yemiş ağacının urda mı galdın" diye sordu pek meraklı. Bir yandan da etraftaki üç dört masada oturanlara baktı manalı manalı. "Hayırdır inşallah" dedim içimden.
--"Evet urda, pardon orda ş'aptım. Yani kaldım" dedim.
Evet biraz gerilmiş olabilirim inkar edecek halimiz yok.
--"Eee? Naası oldu? Raat galabildin mi urda? Bişi oldu mu?"
Ne demek istiyordu acaba? Yaşlı kadını mı kastetti? Köyün delisi miydi dün gece gördüğüm?
Çaydan koca bir yudum aldım;
--"Bi sıkıntı yoktu. Bi ara herhalde köyden olsa gerek yaşlı bir kadın geldi. Dolaştı gitti" dedim.
Bir anda yine gergin bir sessizlik oldu. Herkes, tek kelime etmeden sandalyelerini alıp çevremi sardılar.
Bunlar bunu namus meselesi falan sayıp bana dalarlar mı şimdi diye saçma sapan bir evham yaptığım doğrudur ama kimsenin bilmesine gerek yok bu endişemi. Kahveci bile işi gücü bıraktı enseme yakın bir yere çöktü iyi mi?
--"Sahi dün geceki kadın kimdi" diye ilk hamleyi ben yapayım dedim.
Karşımdaki sigarayı sarmıştı. Bir şey demeden bana uzattı. İkramdı kesin. "Sağol, dört yıl oldu bıraktım" dedim. Birşey demedi. Yavaş hareketlerle sigarayı boydan boya yaladı ve çakmağı çakarak sigarasını yaktı. Karanlığın içinde çakan çakmaktan, buruş buruş ve güneşten kavrulmuş yüzünü daha net görebildim.
--"Dimek sağa göründü goca garı he!???"
--"Bağa pardon bana göründü derken??? Ne demek istediniz?" diye sanırım biraz da kekelemiş olabilirim.
--"Ne iş yapasın beyim" diye sordu bu sefer.
--"Doktorum. İstanbul'da doktorum. Ama iki üç aydır çalışmıyorum. İzin aldım. Gezmeye çıktım işte" diye kestirip attım ben de.
--"Tohtorum, Bayraklı köyümüze oşgeldin. Belli ki hikayeyi bilmiyon sen."
Soğumuş çayımdan, kaşlarımı kaldırmış, etrafımı çeviren köylülere sorarcasına bakarak son yudumu içtim. Nedense bu halimle rahmetli Adile Naşit geldi aklıma. Ne alakaysa artık.
--"Hikaye derken ???"
--"Tohtorumuza bi çay taağ virin" dedi ve anlatmaya başladı...
--"Hocam, köyümüz şehit köyüdür. Gurtuluş savaşında oğlu ilen beraber yaşayan bi gadın vamış burda. Gocası Yemen topraklanda düşmüş, geri gelmemiş. Böyük oğlu Çanakkale'ye gitmiş orlada düşmüş şehit omuş dönmemiş. Mustafa Kemal Paşa, topyekûn ülkenin gurtuluşu için çırpınırken bu en köçük oğlan da anasını bırakıp savaşa getmiş. Erkes öle yapmış ya niyse. Emme anası, çocuktan yemin istemiş "illa da sağ salim döncen bah yemin ediyon del mi"diye. Çocuh da yemin vemiş getmiş cepeye. Tohtorum, di bize elin gavuru uncacık çocuğun ettiği yemini dinle mi? Düşman gerisigeri gaçakene Aydın civarında bi köyün orda yakalıyola bu bizim askeri. Adı da Memet. Epi bi eziyet ediyola bizim oğlana. Sonna da yaralıken böyük bi incir ağacına aşmışla. Kötü habar köyümüze, savaşın gazanıldığı ağustos sonu gelmiş tesadüfen. İşin kötüsü de esir düşmeden önce anasına bi mektup yazıyo cepheden temmuz gibi;
--"Ana meraklanma. Düşmanın kökünü gazıyım, sağ salim köye döncem inşallah" diye.
Bu mektup da, bir -iki ay sonna, şehit habarının geldiği gün ağustos sonu gibi gelmiyo mu köyümüze?!!!
Zavallı Esna ana -bu arada Mehmet'in anasının adı Esna tohtorum- zati biçare goca garı eserleniyo zavallım.
--"Eserleniyo derken???" Farkında olmadan sormuşum bu soruyu.
--"Bizim burlada eserlendi diriz biz. Bi bakıma delirdi anlamında" diye cevapladı daha adını bile bilmediğim köylü. Bir yandan da karanlıkta yine bir sigara uzattı bana;
--"Buyur tohtorum. Yak bi cigara. Tütün gendimizin."
--"Yok sağol" dedim yine. "Epey oldu bırakalı."
--"Ne mutlu sağa. Darısı başıma" derken deriiin bir nefes çekti sigaradan.
Dikkat ettim ondan başka kimse içmedi sigara.
Sonra devam etti ağır ağır;
--"Rivayet odur ki Esna ana perişan olmuş ve bi gün temelli gaybolmuş köyden. Aylaca aramışla, ses çıkmamış. Herhal dayanamadı gendini bi guyuya, dereye felan attı dimişle köy yerinde. Bi sene sonna yine böle ağustos sonu elinde urgan, incir ağacının dibinde gece vaktı görmüşle bunu.
--"Esna ana nideyon burda? Bütün köy seni arıyoz, nedir bu hal" diye sorcak olmuşla.
--"Benim garnı aç mı diye üzülüp, kıyamadığım Memet'ime gıyıp da eziyet edip incir ağacına gavurun asıp bıraktığı Memet'imi bulup çözmene geldim. Bunca zamandır garnı aç beni bekle U. Alıp götürmem ilazım" gibi ipe sapa gelmez lafla edivemiş garibim.
--"Ana?" dimiş köylüle. Memet şehid oldu biliyon ya sen de. Bu incir ağacında Memet'i aramak, beklemek de nedir şinci böyle" diye tepki göstermiş köylüle.
--"Olmaz öle şey. Memet'im bağa mektup yazmadı mı sağ salim gelcene. Gidekene yemin vermedi mi döncene?"
Şimdi niye yalancı çıkartmağa çalışıyonuz benim guzumu? Bi taağ tövbe ossun yüzünüzü görmeye" demiş ve o incir ağacının arasından gaybolup sıvışıp getmiş. Dirle ki her sene ağustos ayı sonu hep aynı eski kıyafetlen ağustos sonu gece görünür, incir ağacında elinde urgan , asılmış oğlunu kurtarmak için ağacın bütün dallarını arar, her yeri arar, bulamayınca da nirden buluyosa artık bi Türk bayrağını incir ağacına asıp gaybolurmuş ertesi yıla gadar. "
Sırtımda ensemden başlayıp, belime kadar soğuk metal bir şeyle sürtüyorlarmış gibi bir ürperme oldu bende.
--"Dün gece bu saatlerde niye tüm köy bomboştu" diye sordum.
--"Köylü bir kaç kez Esna anayı beklemiş gizlice. Yakalayıp, üstünü başını değiştirmek, yıkamak, doyurmak için. Emme goca garı bunu annamış. Annayınca da bir kaç sene sokulmamış görünmemiş hiç burlana. Sonna da köylü oturmuş garar almış. Her sene ağustos sonu, erkenden bayrakları asarız her bi yere. Akşamınan da erkenden el etek çekiliriz evlere. Sonnası da Esna ananın gecesidir. Garibim gesin de incir ağacında oğluna bı baksın diye. Bizim yaptığımız da bi tuhaf emme n'apcan işte."
--"Peki" dedim. Gören oluyormuş mu her ağustos sonunda buralarda bu kadını?
--"He. Görünüyomuş bazılana. Elinde urgan, bayrak."
--"Hımmm" dedim kendi kendime. "Gerçek olsa kadın şimdi 125-130 yaşlarında olması gerekirdi."
--"Nassı?" diye atladı hemen. Duymuştu sanırım dediğimi. Kulaklar benden sağlam!
--"Yok bişi" diyerek geveledim lafı.
--"Ama dün gece bana iki incir verdi o gördüğüm kadın" dedim. İçilmek için ağızlara götürülen çaylar bile birden havada asılı kaldı. Herkes bana bakıyor.
--"Ne oldu??? Yanlış bir şey mi dedim?" diye meraklandım.
--"Olmaz öyle şey!!! Mümkün değil!!! dedi bir kaç kişi aynı anda.
--"Allah Allah. Ne var bunda? 120 -130 yıllık hikayeye inanıyorsunuz ama kadın bana iki incir vermiş o olmuyor öyle mi?!!!"
--Tohtorum? O olmaz işte. Çünkü bununnan da ilgili bir rivayet var."
--"Bu sefer nasıl bi rivayet ki" diye sordum. Evet! Hafif alaycı sormuştum galiba. İnşallah farketmediler.
--"Şinci hocam! Geçen zaman içinde bu Esna ana bazılana vermiş goparıp da yemiş emme hepsinin bi ortak özelliği vamış. Bundan ötürü sende olmuş olamaz o iş."
--"Neymiş o iş, o sır ya?"
Sanırım biraz sinirliydim artık.
--"Hocam, goca garı nassı nirden biliyo kimse çözememiş emme tüm incir verilen insanla goca garı gibi evlat acısı dadmış, yaşamışla hep."
Boğazımdaki iki aydır duran ve bir türlü çözülmeyen, hatta dönem dönem nefesimi tıkayan o düğüm büyüdü, yumru oldu, öksürmeye başladım. Nefes alamıyordum. Su su diyebildim. Gelen koca bardağı içtim. İkincisini de başıma döktüler.
--"Ne oldu hocam" dediler bir ağızdan. "Yanmış bişi mi didik, ettik?"
--"Yok yok. Bilakis bilmeden doğruyu buldunuz. Tıpkı Esna Ana gibi!"
--"Ne gibi hocam?"
--"Ben. Ben iki ayı geçti evladımı kaybettim. İzin aldım. Bilmeden Bayraklı Köyündeki şehit anası Esna Ana'nın oğlunu aradığı yerlere düşmüşüm..."
Hayatta duyduğum en büyük sessizlik orada oldu. Sonra kıpırdamalar başladı. Sigaralar çıkarıldı. Bütün herkes çakmaklarını çaktı. Karanlık aydınlandı. Güneşten kavrulmuş, kırışık yüzler ortaya çıktı. Gözlerinin oradan burunlarına doğru sanki parlak, ıslak bir şey akıyordu.
--"Bu, bu ağustos sonu falan dediniz hep. Belli miydi o tarih? Şehit olduğu haberi, mektup, Esna Ana'nın ortaya çıkması... Hep aynı güne mi denk gelmiş?"
Yine sigara sarıyordu. Soruma durdu, düşündü. Sonra ağır ağır yaladı sigara kağıdını. Kafasını salladı yere bakarak ve;
--"Hiç şaşmaz. Hep aynı tarihte tohtorum."
Nefesim hızlandı, sabırsızlıkla sordum;
--"Ağustosun sonu kaçında olmuştu hepsi?"
--"30 AĞUSTOSTA hocam."
Kafam allak bullaktı. Biz peki hangi ay, ayın kaçında idik?
Ayağa kalkarak bağıra bağıra sormuşum;
--"Peki deyin bana! Biz hangi ayda, ve bu gün ayın kaçı? Lanet olsun! Tarih şimdi nedir?
Duyduğum cevap, beni değil kocaman bir öküzü bile sarsardı eminim. En son hatırladığım, adamın elinden, sardığı sigarayı alıp yakarak gecenin o saatinde köyün sokaklarını, dağlarını gezmek sonra da karavana dönüp, içerek incir ağacının altında sızmak için karanlık yollara kendimi vurduğumdu.. Sanırım yaşlanıp, öleceğim yeri bulmustum.
Son verdikleri cevap kulaklarımda uğulduyordu;
--"BU GÜN 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI hocam!"
(Öykü. 30.08.2020)Alıntı Saim Acar
Başsağlığı teranelerinden aşırı bunalmıştım. O uğursuz günden bu yana izne çıkmış, 2 ay geçirmiştim. İşe hazır asla değildim. Zira kendime gelememiştim. Ve sanki hiç gelemeyecektim. Başhekimle görüştüm ve en az 1 ay daha kurumda doktorluk yapamayacağımı bildirdim. İznimi uzattım ve yeni aldığım karavan ile 1 ay sürecek yolculuğa çekip gittim!
O'nu kaybettiğimiz kabus gününü umutsuzca unutmaya yol almaktı benimkisi.
Kaz dağlarıydı rota. Hani şu peşkeş çekilen dünyanın oksijen diyarı. İnşallah kaybolur giderim temennisi ağır basıyordu içimde.
Çanakkale'nin Yenice ilçesine varmıştım. Saat henüz erkendi. Çanakkale'ye kestirme bir yol ararken ormanın içinde yolu sanırım biraz uzattım. Hatta ana yoldan gitmemenin cezasını yolu kaybetmekle öder gibi oldum. Hava kararmıştı artık. Neyse ki dağda dar yollarda ilerlerken karşıda ışıkları farkettim. Yaklaştıkça bir dağ köyü olduğunu anladım. Bu ağustos sıcağında bunalmış, yorulmuştum. Köye girdim. Kimse yoktu ama ilginç olan girişte ve köy meydanında, her yerde Türk bayrakları asılmıştı. Niye ki acaba? Saat henüz akşamın 22:00'si. Tuhaf. Kimse yok etrafta? Kahvenin olduğu meydana geldim. Bir sıcak çay iyi gelecekti. Kapalıydı. Karavanı meydana koyup, uyurum, sabah da dağ yolundan ana yola çıkar, Kaz dağlarına devam ederdim. Şimdi gece mece biri gelir, merak eder, tık tık yapar, uykum kaçar dedim ve köyün çıkışında bir yerde konaklamaya karar verdim. İyi mi yaptım, kötü mü yaptım sonra deyiverirsin bana başıma gelenleri öğrenince olur mu?
Köyün çıkışında hafif bir meydan buldum. Kocaman da bir incir ağacı vardı karşısında. Karavanı çektim incir ağacının karşısına. Sonra arkaya geçip duş vs. derken uyumadan önce bu güzel ağustos gecesinin kokusunu çekmek için karavandan aşağı indim. "Şimdi bir sigara olsaydı hoş olurdu" diye geçirdim içimden. "Bari bir bira açayım" dedim ve elimde bira kutusu ile aşağıya indim.
Saat 22:30 civarıydı. Sandalyeyi kurmuş, biramı açmış, incir ağacıyla karşılıklı içiyordum ki!!! Yaşlı bir kadın gördüm. Evet biraz yorgundum ama hayal değildi. İncir ağacının çevresini dolaşıyor, sanki bir şey arıyor gibiydi. Önce çevresinde dolaştı. Sonra tek tek dalları arasında sanki bir şey görecekmiş, ararmış gibi uzun uzun araştırdı. Siyahlar içindeki elbisesi lime lime parça parçaydı. Acaba incir mi toplayacaktı? İncir geceleri mi daha iyi toplanır anlamadım ki? Seslensem, selam versem mi bilemedim. Belki de biraz korktum. Bilemedim yani. Görmezden geleyim, incir toplasın gitsin diye sessiz kalmaya karar verdim. Ama gizlice izliyordum. İncir ağacının her yerine, her dalına baktı. O kadar çok inceledi ki. Ama bence aradığı şey incirler değildi ve her ne ise onu bulamadı. Bir hayal kırıklığı, bu kadar karanlıklar içinde, bu kadar mı net belli olur?
Sırtı bana dönük halde iken birden sabit kaldı. Biraz tırstım mı nedir? Bu sahne korku filmlerinde oluyordu genelde? Gerçi bundan iki ay önce başıma bu dünyada gelebilecek en kötüsü gelmişti. Daha büyük bir korku ve acı başka ne olabilirdi ki?!!!
Hafiften başını geriye çevirdi. Aman Tanrım! Benim kendisini izlediğimin farkında bu yaşlı ve siyahlar içindeki kadın. Bira kutusunu tutan elimin titremesi bence korkudan değildir. Ya da öyle umuyorum. Önüne döndü. Daldan iki adet incir kopardı. Ve bana doğru gelmeye başladı. Tam önümde durdu. Sandalyeden doğruldum ve ayağa kalktım. Tam o esnada "trrakkk" diye bir sesle irkildim. Elimdeki bira kutusunu sıkmaktan içindeki birayı dışarı fışkırtmışım. Bundan kimseye bahsetmemek gerek farkındayım. Ama sen benim yerimde olsan, karşında yaşlı , üzgün, siyah ferecesi lime lime olmuş ve üstelik sol omuzunda ilmek şeklinde bağlanmış bir urgan olan biri gecenin 22:30'nda karşında olsa ne yapardın çok merak ediyorum doğrusu.
Gözlerime hiç bakmadan, yere bakarak avuçlarındaki kocaman iki olgun inciri bana uzattı. Elimdeki kutu birayı nereye koydum, ne yaptım hiç hatırlamıyorum ama incirleri direkt almışım. Bir şey diyecek gibi oldum ama boğuk, hırıltılı bir ses çıktı benden. Zaten ne dediğimi kendim bile anlamadım. Sonra arkasını döndü, tekrar incir ağacına gitti ve ağacın altında durdu. Elbisesinin üst kısmını kaldırdı. Göğsünden bir kumaş gibi bir şey çıkardı. İncir ağacının dalına yavaşça, özenle bağladı sonra başını o bağladığı kumaş parçasına gömdü, bir müddet öylece bekledi ve geri dönüp bana 3-4 saniye baktı. Gülümsedi sanki. Ya da bana öyle geldi. Birden ilk defa konuştu;
--"Yemişleri (incirleri) yi. Biri seninki için, ötekisi de benim ki için" dedi ve dalların arasından yürüdü gitti.
Bana gelince ise; yaşlı ve tuhaf kadının ilk ve son söylediği şeyi emir telakki etmiş olmalıyım ki ellerim vıcık vıcık incirleri yerken buldum kendimi.
Bütün gece düşündüm "bu da neydi" böyle diye. Sabahı zor etmiştim ama gün ağarırken uyuyakalmışım.
Ertesi günü yola devam etmedim. Gün boyu uyudum, kitap okudum, içtim ve uyukladım. Akşam olunca da köy içine yürümek istedim. Biraz ilerleyince, bir gece önce kapkaranlık olan kahve ve köy meydanının ışıl ışıl , insanların da kahve önünde olduklarını görünce şaşırdım.
Köyün tek kahvesinin önüne geldim ve "selamünaleyküm" diyerek seslendim. Sonra da "aleykümselam, hoş geldiniz" seslerinin arasında bir ağaç altındaki fazla ışık almayan, hatta karanlık diyebileceğim bir masaya iliştim. Selamlaşma faslı masalar arası bir süre daha devam etti ve sipariş vermediğim halde çayım önüme gelmişti bile.
--"Niye her yerde bu kadar çok bayrak var" diye sordum çay getiren kahveciye.
--"Bizde hep böyledir bu zamanlarda" dedi ve ilgisizlik içinde çekti gitti. Çaya şeker bile koymadan höpürdeterek kocaman bir yudum çektim. Kahveciye bozulmuş olabilirim. Ama arıza çıkaracak kadar değil!
--"Köye yeni mi geldiniz" diye sordu karşı masadan biri tütün sigara sararken.
--"Yok" dedim. "Dün gece bu köyden geçiyordum bilmeden karavan aracımla. Her yer kapalıydı bu saatlerde. Köyün çıkışında koca incir ağacının orada parkettim orada sabahladım."
Sigarayı saran köylünün eli birden durdu! Niye durdu ki? İki üç masada da konuşmalar kesildi, başlar bana çevrildi. Anlayamadım ne oluyor. Aklıma ilk gelen acaba karavan için konaklama, kira bedeli falan mı ödemem gerekiyordu?
--"Bi borcumuz varsa ödeyelim" dedim ortalığa.
Pek hoşlanmadılar sanki bu lafımdan.
Öyleyse madem, bu adam sigara sararken niye birden durdu, topu topu üç dört masadaki ahali de niye sohbetlerini keserek bana doğru bakmaya başladılar? Karanlıkta da pek seçemiyordum zaten.
Elinde tütün tabakası ile yerinden kalkan az önceki köylü yanıma geldi ve;
--"Hoşgeldin beyim, müsade var mı" diye sordu ve karşımdaki sandalyeye ilişti. Geç kalmıştım ama yine de;
--"Müsade sizin" demiş bulundum. Pek umurunda olmadı bence.
Boynunu yan yatırarak:
--"Dün gece sen köyün çıkışındaki goca yemiş ağacının urda mı galdın" diye sordu pek meraklı. Bir yandan da etraftaki üç dört masada oturanlara baktı manalı manalı. "Hayırdır inşallah" dedim içimden.
--"Evet urda, pardon orda ş'aptım. Yani kaldım" dedim.
Evet biraz gerilmiş olabilirim inkar edecek halimiz yok.
--"Eee? Naası oldu? Raat galabildin mi urda? Bişi oldu mu?"
Ne demek istiyordu acaba? Yaşlı kadını mı kastetti? Köyün delisi miydi dün gece gördüğüm?
Çaydan koca bir yudum aldım;
--"Bi sıkıntı yoktu. Bi ara herhalde köyden olsa gerek yaşlı bir kadın geldi. Dolaştı gitti" dedim.
Bir anda yine gergin bir sessizlik oldu. Herkes, tek kelime etmeden sandalyelerini alıp çevremi sardılar.
Bunlar bunu namus meselesi falan sayıp bana dalarlar mı şimdi diye saçma sapan bir evham yaptığım doğrudur ama kimsenin bilmesine gerek yok bu endişemi. Kahveci bile işi gücü bıraktı enseme yakın bir yere çöktü iyi mi?
--"Sahi dün geceki kadın kimdi" diye ilk hamleyi ben yapayım dedim.
Karşımdaki sigarayı sarmıştı. Bir şey demeden bana uzattı. İkramdı kesin. "Sağol, dört yıl oldu bıraktım" dedim. Birşey demedi. Yavaş hareketlerle sigarayı boydan boya yaladı ve çakmağı çakarak sigarasını yaktı. Karanlığın içinde çakan çakmaktan, buruş buruş ve güneşten kavrulmuş yüzünü daha net görebildim.
--"Dimek sağa göründü goca garı he!???"
--"Bağa pardon bana göründü derken??? Ne demek istediniz?" diye sanırım biraz da kekelemiş olabilirim.
--"Ne iş yapasın beyim" diye sordu bu sefer.
--"Doktorum. İstanbul'da doktorum. Ama iki üç aydır çalışmıyorum. İzin aldım. Gezmeye çıktım işte" diye kestirip attım ben de.
--"Tohtorum, Bayraklı köyümüze oşgeldin. Belli ki hikayeyi bilmiyon sen."
Soğumuş çayımdan, kaşlarımı kaldırmış, etrafımı çeviren köylülere sorarcasına bakarak son yudumu içtim. Nedense bu halimle rahmetli Adile Naşit geldi aklıma. Ne alakaysa artık.
--"Hikaye derken ???"
--"Tohtorumuza bi çay taağ virin" dedi ve anlatmaya başladı...
--"Hocam, köyümüz şehit köyüdür. Gurtuluş savaşında oğlu ilen beraber yaşayan bi gadın vamış burda. Gocası Yemen topraklanda düşmüş, geri gelmemiş. Böyük oğlu Çanakkale'ye gitmiş orlada düşmüş şehit omuş dönmemiş. Mustafa Kemal Paşa, topyekûn ülkenin gurtuluşu için çırpınırken bu en köçük oğlan da anasını bırakıp savaşa getmiş. Erkes öle yapmış ya niyse. Emme anası, çocuktan yemin istemiş "illa da sağ salim döncen bah yemin ediyon del mi"diye. Çocuh da yemin vemiş getmiş cepeye. Tohtorum, di bize elin gavuru uncacık çocuğun ettiği yemini dinle mi? Düşman gerisigeri gaçakene Aydın civarında bi köyün orda yakalıyola bu bizim askeri. Adı da Memet. Epi bi eziyet ediyola bizim oğlana. Sonna da yaralıken böyük bi incir ağacına aşmışla. Kötü habar köyümüze, savaşın gazanıldığı ağustos sonu gelmiş tesadüfen. İşin kötüsü de esir düşmeden önce anasına bi mektup yazıyo cepheden temmuz gibi;
--"Ana meraklanma. Düşmanın kökünü gazıyım, sağ salim köye döncem inşallah" diye.
Bu mektup da, bir -iki ay sonna, şehit habarının geldiği gün ağustos sonu gibi gelmiyo mu köyümüze?!!!
Zavallı Esna ana -bu arada Mehmet'in anasının adı Esna tohtorum- zati biçare goca garı eserleniyo zavallım.
--"Eserleniyo derken???" Farkında olmadan sormuşum bu soruyu.
--"Bizim burlada eserlendi diriz biz. Bi bakıma delirdi anlamında" diye cevapladı daha adını bile bilmediğim köylü. Bir yandan da karanlıkta yine bir sigara uzattı bana;
--"Buyur tohtorum. Yak bi cigara. Tütün gendimizin."
--"Yok sağol" dedim yine. "Epey oldu bırakalı."
--"Ne mutlu sağa. Darısı başıma" derken deriiin bir nefes çekti sigaradan.
Dikkat ettim ondan başka kimse içmedi sigara.
Sonra devam etti ağır ağır;
--"Rivayet odur ki Esna ana perişan olmuş ve bi gün temelli gaybolmuş köyden. Aylaca aramışla, ses çıkmamış. Herhal dayanamadı gendini bi guyuya, dereye felan attı dimişle köy yerinde. Bi sene sonna yine böle ağustos sonu elinde urgan, incir ağacının dibinde gece vaktı görmüşle bunu.
--"Esna ana nideyon burda? Bütün köy seni arıyoz, nedir bu hal" diye sorcak olmuşla.
--"Benim garnı aç mı diye üzülüp, kıyamadığım Memet'ime gıyıp da eziyet edip incir ağacına gavurun asıp bıraktığı Memet'imi bulup çözmene geldim. Bunca zamandır garnı aç beni bekle U. Alıp götürmem ilazım" gibi ipe sapa gelmez lafla edivemiş garibim.
--"Ana?" dimiş köylüle. Memet şehid oldu biliyon ya sen de. Bu incir ağacında Memet'i aramak, beklemek de nedir şinci böyle" diye tepki göstermiş köylüle.
--"Olmaz öle şey. Memet'im bağa mektup yazmadı mı sağ salim gelcene. Gidekene yemin vermedi mi döncene?"
Şimdi niye yalancı çıkartmağa çalışıyonuz benim guzumu? Bi taağ tövbe ossun yüzünüzü görmeye" demiş ve o incir ağacının arasından gaybolup sıvışıp getmiş. Dirle ki her sene ağustos ayı sonu hep aynı eski kıyafetlen ağustos sonu gece görünür, incir ağacında elinde urgan , asılmış oğlunu kurtarmak için ağacın bütün dallarını arar, her yeri arar, bulamayınca da nirden buluyosa artık bi Türk bayrağını incir ağacına asıp gaybolurmuş ertesi yıla gadar. "
Sırtımda ensemden başlayıp, belime kadar soğuk metal bir şeyle sürtüyorlarmış gibi bir ürperme oldu bende.
--"Dün gece bu saatlerde niye tüm köy bomboştu" diye sordum.
--"Köylü bir kaç kez Esna anayı beklemiş gizlice. Yakalayıp, üstünü başını değiştirmek, yıkamak, doyurmak için. Emme goca garı bunu annamış. Annayınca da bir kaç sene sokulmamış görünmemiş hiç burlana. Sonna da köylü oturmuş garar almış. Her sene ağustos sonu, erkenden bayrakları asarız her bi yere. Akşamınan da erkenden el etek çekiliriz evlere. Sonnası da Esna ananın gecesidir. Garibim gesin de incir ağacında oğluna bı baksın diye. Bizim yaptığımız da bi tuhaf emme n'apcan işte."
--"Peki" dedim. Gören oluyormuş mu her ağustos sonunda buralarda bu kadını?
--"He. Görünüyomuş bazılana. Elinde urgan, bayrak."
--"Hımmm" dedim kendi kendime. "Gerçek olsa kadın şimdi 125-130 yaşlarında olması gerekirdi."
--"Nassı?" diye atladı hemen. Duymuştu sanırım dediğimi. Kulaklar benden sağlam!
--"Yok bişi" diyerek geveledim lafı.
--"Ama dün gece bana iki incir verdi o gördüğüm kadın" dedim. İçilmek için ağızlara götürülen çaylar bile birden havada asılı kaldı. Herkes bana bakıyor.
--"Ne oldu??? Yanlış bir şey mi dedim?" diye meraklandım.
--"Olmaz öyle şey!!! Mümkün değil!!! dedi bir kaç kişi aynı anda.
--"Allah Allah. Ne var bunda? 120 -130 yıllık hikayeye inanıyorsunuz ama kadın bana iki incir vermiş o olmuyor öyle mi?!!!"
--Tohtorum? O olmaz işte. Çünkü bununnan da ilgili bir rivayet var."
--"Bu sefer nasıl bi rivayet ki" diye sordum. Evet! Hafif alaycı sormuştum galiba. İnşallah farketmediler.
--"Şinci hocam! Geçen zaman içinde bu Esna ana bazılana vermiş goparıp da yemiş emme hepsinin bi ortak özelliği vamış. Bundan ötürü sende olmuş olamaz o iş."
--"Neymiş o iş, o sır ya?"
Sanırım biraz sinirliydim artık.
--"Hocam, goca garı nassı nirden biliyo kimse çözememiş emme tüm incir verilen insanla goca garı gibi evlat acısı dadmış, yaşamışla hep."
Boğazımdaki iki aydır duran ve bir türlü çözülmeyen, hatta dönem dönem nefesimi tıkayan o düğüm büyüdü, yumru oldu, öksürmeye başladım. Nefes alamıyordum. Su su diyebildim. Gelen koca bardağı içtim. İkincisini de başıma döktüler.
--"Ne oldu hocam" dediler bir ağızdan. "Yanmış bişi mi didik, ettik?"
--"Yok yok. Bilakis bilmeden doğruyu buldunuz. Tıpkı Esna Ana gibi!"
--"Ne gibi hocam?"
--"Ben. Ben iki ayı geçti evladımı kaybettim. İzin aldım. Bilmeden Bayraklı Köyündeki şehit anası Esna Ana'nın oğlunu aradığı yerlere düşmüşüm..."
Hayatta duyduğum en büyük sessizlik orada oldu. Sonra kıpırdamalar başladı. Sigaralar çıkarıldı. Bütün herkes çakmaklarını çaktı. Karanlık aydınlandı. Güneşten kavrulmuş, kırışık yüzler ortaya çıktı. Gözlerinin oradan burunlarına doğru sanki parlak, ıslak bir şey akıyordu.
--"Bu, bu ağustos sonu falan dediniz hep. Belli miydi o tarih? Şehit olduğu haberi, mektup, Esna Ana'nın ortaya çıkması... Hep aynı güne mi denk gelmiş?"
Yine sigara sarıyordu. Soruma durdu, düşündü. Sonra ağır ağır yaladı sigara kağıdını. Kafasını salladı yere bakarak ve;
--"Hiç şaşmaz. Hep aynı tarihte tohtorum."
Nefesim hızlandı, sabırsızlıkla sordum;
--"Ağustosun sonu kaçında olmuştu hepsi?"
--"30 AĞUSTOSTA hocam."
Kafam allak bullaktı. Biz peki hangi ay, ayın kaçında idik?
Ayağa kalkarak bağıra bağıra sormuşum;
--"Peki deyin bana! Biz hangi ayda, ve bu gün ayın kaçı? Lanet olsun! Tarih şimdi nedir?
Duyduğum cevap, beni değil kocaman bir öküzü bile sarsardı eminim. En son hatırladığım, adamın elinden, sardığı sigarayı alıp yakarak gecenin o saatinde köyün sokaklarını, dağlarını gezmek sonra da karavana dönüp, içerek incir ağacının altında sızmak için karanlık yollara kendimi vurduğumdu.. Sanırım yaşlanıp, öleceğim yeri bulmustum.
Son verdikleri cevap kulaklarımda uğulduyordu;
--"BU GÜN 30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI hocam!"
(Öykü. 30.08.2020)Alıntı Saim Acar