Geçmişi basit bir kese kâğıdından okuyoruz bu defa. Harf Devriminden sonra kese kâğıdı yapılan Kuran-ı Kerim sayfaları, bir devrin perdesini araladı. Yaralar kabuk bağlasa, gözyaşları dinse de çekilen sızı hâlâ hissediliyor.
Cu.mhuriyetin kese kâğıdı o! diyor, kitap yığınları arasından seçmeye çalıştığımız tabloyu kastederek. Anlamadığımızı fark edince içeri davet ediyor: Geçin, yakından bakın! Ne olduğunu idrak etmemiz vakit alıyor. Manavlarda görmeye alışık olduğumuz cinsten bir kese kâğıdı, çerçevelenip duvara asılan. Tek farkla; gazete kâğıdından değil, Kuran-ı Kerim sayfasından yapılmış. Yerinden indiriyor, önüne, arkasına bakıyoruz. Hayır! Yanlışlık yok.
Kenarlarında tefsiri de olan bir Kuran-ı Kerim sayfası. Tutkallanıp kapatılmaya çalışılsa da okunuyor üzeri. Anne babaya itaati öğütleyen İsra suresi 23. ayetin ortalarından başlıyor sayfa: Şayet onlardan biri ya da ikisi yaşlılıklarında yanınızda bulunursa sakın öff (bile) demeyin. Onları azarlamayın ve çok nazik söz söyleyin! Ve sonuna doğru: Rabbiniz, içinizde olanı en iyi bilendir. Eğer siz iyi kimseler olursanız, şüphesiz O, çok tevbe edenleri bağışlayıcıdır Söz söylemek zor. Öylece susup kalıyoruz Sahaf Lütfü Bayerin Cu.mhuriyetin kese kâğıdı. demesi de o yüzden. Nereden başlayıp ne söyleyeceksiniz ayaküstü? Karşımızdaki tek bir yaprağı yorumlamak için, Cu.mhuriyeti mümkün kılan şartlarla, 3 asırlık geçmişle yüzleşmek gerekiyor
Dedelerimizin acıyla anlattığı yılların şahidi bu sayfa. Eski yazı kitapların, ne yazdığına bakılmaksızın yakıldığı, ayaklar altına alındığı zor yıllar 1930lar. İmkân bulanlar, aynı akıbeti yaşamamak için görünmez kılmış elinde ne var ne yoksa. Kimi gömmüş, kimi kuyuya, nehre dökmüş. Bir zihniyet, hayat tarzı, tasavvur dünyası; köhne, kıymetsiz ilan edilmiş kısacık zamanda. Ve kitap, milletin kaderine ortaklık etmiş o günlerde
Lütfü Bayerin eline birkaç yıl önce geçen evraktan takip edebildiğimiz kadarıyla kese kâğıdının hikâyesi; 1937de, İstanbul Suriçinde başlıyor. Şehzade Abdülhamidin hocalarından Osman Zeki Beyin kurduğu Osmanbey Matbaasında basılıyor. Baskı tarihini bilmesek de Harf Devriminden kısa süre önce olduğunu tahmin etmek zor değil. Zira 1 Kasım 1928de kabul edilen devrim kanununa göre eski harflerle kitap basmak ve satmak, daha önce basılmış eserleri piyasaya sürmek yasak. İstisnası yok, aynı dayatma Kuran-ı Kerim için de geçerli.
1923e kadar halkla Cum.huriyetin kurucu kadroları arasında bariz bir ayrışma yok. Yollar, İkinci Meclis döneminde ayrılıyor.
Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanunun hükümsüz kıldığı kitaplar, uzun yıllar depolarda öylece bekletiliyor. Anlaşılan o ki Osmanbey Matbaasının sahibi Darüşşafaka Cemiyeti, 1937de bu evrakın hiç olmazsa bir kısmını elden çıkarma kararı almış.
Esnafın İstanbul Müftülüğüne şikâyeti olmasa, diğer binlercesi gibi haberdar olmayacaktık muhtemelen. Ancak Kurana reva görülen muameleye şahit olan halk, artık susmak, sineye çekmek istemiyor belli ki.
Müftülük, şikâyet üzerine 17 Aralık 1937de İstanbul Müftüsü F. Ülgener (Prof. Dr. Sabri Ülgenerin babası Mehmet Fehmi Ülgener) imzasıyla Türk Okutma Kurumuna başvuruyor: Darüşşafakaya vakfedilmiş olan Osman Bey matbaasının öteden beri dini eserleri yapan ve basan bir matbaa olduğu cihetle Müslümanlar arasında bir mevkii hürmette görülen mezkûr matbaanın bu kere ambarlarında mevcut tonlarca Kuran-ı Kerim sahifelerini kise kâğıdı yapılmak üzere ufak bir bedel mukabilinde piyasaya satmış olması, birçok vatandaşlar tarafından esefle görülüp ve karşılanan bu kise kâğıtlarından bir numunesi ilişik olarak takdim kılınmıştır.
ahsi geçen numune, İstanbul esnafından Azakzâde Tevfikin kese kâğıtçı Mihrandan aldığı kâğıtlardan. Azınlık mensubu olduğu kaydedilen Mihran, Kuran sayfalarını ambalaj yapıp Beyazıtta piyasaya sürüyor. Bölge esnafından Tevfik Efendi de Mihranın müşterileri arasında. Muhtemelen parası ancak o kadarına yeten Azakzâde, kâğıtlardan 15 çuval alıyor. Bir tanesini, şikâyet dilekçesiyle birlikte resmî makamlara teslim ediyor. Gerisine ne yaptığı bizce meçhul.
Mesele, İstanbul Müftülüğünün Türk Okutma Kurumuna başvurmadan önce yaptırdığı tahkikatla kısmen aydınlanıyor. Öğrenildiği kadarıyla matbaa, Kuran-ı Kerim sayfalarını Galatada bir komisyoncuya satıyor. Mihran, piyasaya sürdüğü kâğıtları komisyoncu Keropeden alıyor. İstanbul Müftüsü Ülgener, elde ettikleri malumatı aktardıktan sonra Türk Okutma Kurumundan, Bu gibi hallere meydan verilmemesine delalet olunmasını... talep ediyor.
Başbakanlığa bağlı Türk Okutma Kurumu; dilekçeyi, altına el yazısıyla Ehemmiyetle Osman Bey Matbaasına yazarak Darüşşafakaya iletiyor. Cevabî savunma, 3 Ocak 1938de ulaşıyor müftülüğe. ambarlarda parça hâlinde bulunan ve çürümeğe yüz tutan dinî ve gayrı dinî Arapça formaların imhası arzu edildiğinden bunların Avrupa kağıt fabrikalarında kağıt hamuru haline konulmak ve İstanbul vesair mahal piyasalarında kullanılmamak ve aksi takdirde her türlü mesuliyet kendisine ait olmak şartiyle ve sureti ilişik bir taahhütname mukabilinde ( ) Keropeye satıldığı ( ) yarım asırdan beri temiz ve dürüst olarak tanınmış olan Osman Bey Matbaasının bu gibi hasis menafi yüzünden kesri itibarına mahal bırakılmayacağı
Komisyoncu, kâğıtları kilosu 4 kuruş mukabilinde hamur yaptıracağına 5 katı fiyata Mihrana satmayı tercih ediyor kısacası. Osman Bey Matbaası, muhataplarına itibarını küçük menfaatlere değişmeyeceği cevabını veriyor... Sorumlular hakkında işlem yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz ne yazık ki. Tıpkı Sahaf Lütfü Bayerde mahfuz teftiş raporuna göre 31 Mayıs 1940ta matbaanın depolarında bulunan ciltlenmemiş 2 bin adet yaldızlı Kuran sayfasının akıbetini bilemediğimiz gibi
Buhran 2 asır önce başlıyor
Cum.huri.yete geçişte yaşanan kırılmanın küçük, sembolik ancak çok önemli bir göstergesi bu belge. Eski dönemin birikimini; istisna tanımadan elinin tersiyle iten Cum.hur.iyetin kurucu eliti ve siyasileri, vebali birlikte omuzluyor. Önce eserlerin ifade ettiği mânâ, ardından metin kıymetsizleştiriliyor.
Konudan haberdar sahaf müdavimlerinden biri, Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Prof. Dr. Raşit Küçük. O bizim kadar şaşkın değil. Zira dedesinin kitaplarından başlayarak pek çok vaka görmüş, dinlemiş bugüne dek. Yorum yapmadan önce kendi hatırasını paylaşıyor bizimle: Adını aldığım dedem Çanakkale şehidi. Medreseyi bitirdikten sonra evlenmiş. Eşi hamileyken savaşa çağrılmış. Nenem, Harf İn.kılâbından sonra çevrede oluşturulan korkudan etkilenerek dedemin kitaplarını iki-üç merkebe yüklemiş, götürüp tarlaya dökmüş. Kitaplar orada senelerce yağmur altında kalarak çürümüş. Antalya Aksekili Raşit Hoca, iki medresesi olan, okuyanı fazla, Menteşbey köyünden. Halkın, Harf De.vriminden sonra ayak altında kalmasın! diye mağaraya attığı içleri erimiş onlarca kitabın cildini çıkarmış gençlik yıllarında. Zihninde canlanan manzaralar mani oluyor şaşırmasına.
O yılların vebalini bir tek Cum.huriyete yıkmak haksızlık elbette. 20lerde hükme bağlanan her icraat, nereden baksanız 200 senelik buhranın izlerini taşıyor. Asırlarca cihana hükmeden Osmanlı, 1774te mağluplar safında buluyor kendini. Küçük Kaynarca Anlaşması sonrasında Osmanlı münevveri ilk kez kendinden şüphe duymaya başlıyor. Neden? sorusuna cevap arıyor herkes. İslam ümmetinin Hıristiyanlar karşısında yenik düşmesine sebep ne? Kültür, sanat, inanç, sistem, hatta kılık-kıyafet ve alfabe ta o zamandan tartışılmaya başlanıyor. Kaybedilen zamanı kazanmak istiyor Osmanlı. Mağluplar galipleri her şeyiyle taklit eder! diyor İbn-i Haldun. Aynen öyle oluyor. Kurtuluş reçetesine Batılılaşma yazılıyor.
Tanzimat aydınlarının devam ettirdiği muhasebe, Cu.mhuriyette kavgaya dönüşüyor. Tanzimatçılar reform ve tekâmülü esas alırken Cum.huriyet, devrim yolunu tutuyor. Must4fa K3ma.l Bona.partist bir adam. Gerçekleştirmek istediklerini demokrasiyle yapamazdı, bunu bekleyemezdi. Bizim aydınlarımız çok etkilenmişti Fransız İhtilalinden. Onun gibi yapmak istediler. Pamukkale Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ali Ünala ait bu yorum. Evet, tartışma 2 asırdır sürüyor fakat 1900lerin başına kadar dava, devleti ıslah etmek çerçevesinde değerlendiriliyor. Tanzimatçılar devleti dönüştürmek istiyor, topluma dokunmuyorlar. Mesela memurlara kıyafet zorunluluğu geliyor ama halka müdahale edilmiyor. Cum.hur.iyetse doğrudan halkı dönüştürmek çabasında: Çünkü kaybedilen zamanı telafi etmek istiyorlar.
Ünal, Cu.mhuriyetin kuruluş mantığını çap küçültme olarak yorumluyor. Osmanlının cihanşümul iddiaları var. Fakat 1900lerin başında devlet ve toplum iddialarını gerçekleştirecek maddi manevi imkândan mahrum. Balkan ve dünya savaşları, ardı arkası kesilmeyen mağlubiyetler Kimse imparatorluğun ayakta kalabileceğine inanmıyor artık. Tek çare sıfırdan başlamak. Geçmişin hafızasına ve hatırasına saygılı bir toplumla hedefe ulaşmak mümkün değil. Yeni devletin yeni insanlara ihtiyacı var. Yepyeni bir insan tipi, homo cumhuriyetikus yetiştirme telaşına düşüyorlar. Bu insanın tarihle teması olmamalı. Ve kimliğin en önemli unsuru, dinle bağı kopmalı. Bu ikisinin yok edilmesi isteniyor ki Har.f De.vriminin temel amacı da bu! diyor Ünal. Mevcut alfabe Türkçeyi ifade etmekte yetersiz kalıyordu. Öğrenilmesi zordu! iddialarının gerçekle alakası yok ona göre. Hiçbir millet zor öğreniliyor diye alfabe değiştirmez. Öyle olsa Japonların, Çinlilerin değiştirmesi gerekirdi.
Kurtuluş mu? Felaket mi?
Topluma; takvimin, terazinin, kanunun, kıyafetin ve nihayet harfin, kelimenin değişmesi olarak yansıyan hadise, başından sonuna bir kültür buhranı. Sonraki nesillere belletilen İnkılâplar Tarihi üzerini örtmeye çalışsa da ilk günden beri sebep de, maksat da biliniyor. Doğrudan hafızaya kastedeceği için Harf Devrimi, diğerlerinden daha fazla telaşa sebep oluyor. Evet!çilerle Hayır!cıların gazeteler aracılığıyla yürüttüğü mücadele, yıllarca sürüyor. 1911de Arnavutluk, 1927de Azerbaycan değiştiriyor alfabesini. Her seferinde İstanbulda sesler daha da yükseliyor. Devrim müdafilerinin iki temel gerekçesi var. Mevcut alfabe Türkçe ifade açısından yetersiz. Ve öğrenilmesi zor olduğu için ülke genelindeki okuma yazma oranı bir türlü yükselmiyor. Meselenin dinî ve kültürel tarafına ise hiç değinmiyor, iddiaları reddetmekle yetiniyorlar. Yaptığımız işi dine münâfi görmek yapılan işi görmemektir. diyor İsmet İnönü 1925te. Biz şu kanaatteyiz ki yapılan işin dinsizlikle hiçbir münasebeti yoktur. Bu sistemde muvaffak olalım, on sene azimle, muvaffakiyetle tuttuğumuz yolda yürüyelim. On sene sonra bütün dünya ve şimdi bize muarız olanlar yahut tuttuğumuz yoldan din namına endişe edenler göreceklerdir ki Müslümanlığın asıl en temiz, en saf, en hakiki şekli bizde tecelli etmiştir.
Dr. Abdullah Cevdet, Cenap Şehabettin, Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Yunus Nadi gibi pek çok isim var değişiklik taraftarları arasında. Hüseyin Cahitin (Yalçın) 22 Eylül 1923 tarihli cümleleri ortak fikriyatı özetler nitelikte: Bizi şimdiki harflere rapteden şey nedir? Bu harfleri kullanmak için hiçbir mecburiyet-i diniye yoktur. Milli harflerimiz de değildir. Latin harflerini kabul ederek bir an içinde herkese okuma yazma öğretmek suretiyle elde edebileceğimiz nâmütenahi faydaları istihfaf ediyoruz.
Öte tarafta; Kazım Karabekir, İbrahim Alaaddin (Gövsa), Veled Çelebi, Avram Galanti, Ali Ekrem (Bolayır), Fuad Köprülü, Halid Ziya (Uşaklıgil) ve Zeki Velidinin (Togan) de aralarında bulunduğu pek çok isim, her fırsatta karşı tezlerini ifade ediyor. Muhalifler, alfabeye müdahale edilmesine karşı değil. İhtiyaca göre, karşılığı olmayan sesler için birtakım ilaveler yapılabilir. Ancak değiştirilmesine taraftar olmak, felakete sessiz kalmak manasına gelir. 1000 senelik harflerden vazgeçmek; milletin tarihi ve kültürüyle, Türklerin İslam devletleriyle, ilim adamlarının kütüphanelerle irtibatının tamamen kesilmesi demektir...
Yeni alfabe Halk Evleri ve Köy Ens-titüleri aracılığıyla yaygınlaştırılıyor.
Şubat 1923te başkanlık ettiği İktisat Kongresinin alfabe meselesini gündeme almasını reddeden Kazı.m Karabekir, 5 Martta V.akit Gazetesine beyanat veriyor: Bu fikir bir zamanlar Avrupada hürc-ü merci mucib oldu. ( ) Bizim İslam hurufatımız kâfi değilmiş. Binaenaleyh Latin hurufatı istimal edilmeliymiş. Bazı arkadaşlarımız bu fikrin mürevvici oldular. Fakat neticede bunun felaketli olduğunu anladılar ve pişman oldular. Bu fikrin müthiş bir felaket olduğunu Arnavut kavmi de pek geç olarak anladı. ( )Kabul edildiği gün memleket herc ü merce girer. Her şeyden sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt asarımız bu lisanla yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu harfleri kabul ettiğimiz gün en büyük felakete uğramış oluruz.
İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meral Alpay, Kazım Karabekirin muhalefetinin At4.türke henüz vaktin gelmediğini düşündürdüğünü belirtiyor. 1926da İzmir suikastı gerekçesiyle tutuklanan Karabekir Pa.şanın üstü daha o günlerde çiziliyor belli ki.
Harf De.vriminin en güçlü muhaliflerinden biri, Bodrumlu Yahudi bir aileye mensup Dil Bilimi Profesörü Avram Galanti. 1915-33 arasında İstanbul Darülfünununda hocalık yapan Galanti, Azerbaycanın Latin alfabesine geçmesinin ardından 1927de Arabî Harfler Terakkimize Mani Değildir ismiyle uzunca bir makale/kitap yazıyor. Mevzunun sadece siyasi yönden ele alındığından yakınıyor Galanti. Zira ilmî açıdan baktığında bu arzuya gerekçe bulamıyor.
Ga.zi susuyor...
Adi bir elif ba meselesinden ziyade memleketin irfanı mevzu bahis Galantiye göre. Adeta yakarıyor itiraz gerekçelerini sıralarken: Bu karar, eslâfın müellefatını (geçmiş nesillerin eserlerini) unutturur. Maziyle olan her türlü revâtıbı (ilişkiyi) keser. Kendi yetiştireceği Latin harfi neslini kitapsız bırakır. Yeni nesil, bin 300 senelik edebiyatından, tarihinden, ilmî ve fikrî mazisinden haberdar olmayacaktır. ( ) Mazisini gaib eden millet kendini tanıyamaz ve başkalarına da tanıttıramaz. Muarızlarımız ve düşmanlarımız Medeniyete hizmetiniz nedir? sordukları vakit ne diyeceğiz? Bir milletin medeniyeti, âsârının ve vesaikinin (eser ve belgelerinin) şehadetiyle tespit edilir. Arap harfleri ortadan kalktığı gün mazimiz ortadan kalkar ve biz Fuat Beyin (Köprülü) dediği gibi zengin harsımıza (kültürümüze) rağmen harssız bir millet haline geliriz.
Defalarca tartışmaya çekilmek istense de Mu.st4fa Kem4l 1928e kadar bozmuyor sessizliğini. Fikri sorulduğunda geçiştirmeyi tercih ediyor ancak niyetini açık etmiyor. Vaktin geldiğine kanaat getirmiş olacak ki 9 Ağustos 1928de Sarayburnunda ilan ediyor kararını: Asırlardan beri kafamızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Nitekim o dönem halk arasındaki yaygın ismiyle G.azi Elifbası 3 ay sonra, 1 Kasım 1928de Resmî Gazetede yayımlanan kanunla yürürlüğe giriyor.
Gazete ve kitap sayfalarından takip ettiğimiz tartışmada kimin haklı olduğu, daha ilk yıllarda çıkıyor ortaya. Tıpkı Galantinin tahmin ettiği gibi geçmişle bugün, hocayla talebe, Türkiye ile İslam devletleri arasına kapanması zor mesafeler giriyor.
Tarih Profesörü Mehmet Ali Ünal, Türk tarihindeki iki büyük kırılmaya işaret ediyor söz bu kültürel kopuşa geldiğinde. Birincisi, İslamiyeti seçtikten sonra yaşanan kesinti. Müslüman olunca Orta Asyadaki bütün kültür unsurlarına sırtını dönüyor Türkler. Din değiştirmek, medeniyet değiştirmek demek çünkü. Bu kırılmanın bir benzeri; 1000 yıl sonra, 1920lerde tekrarlanıyor.
Bu kez din değişmediğine göre bu keskin kopuşu nasıl izah etmek gerek peki? Belki ellerinden gelse yaparlardı onu da. diyor Ünal. Tartışılmış bunlar. Camilere sıra koyalım, kiliselerdeki gibi müzik eşliğinde dua edelim falan. Evet din değiştirilmiyor ama daha şiddetli bir kesinti yaşanıyor. Millet bütün geçmişine, ilmî birikimine, kültürel ve manevi değerlerine arkasını dönüyor bir günde. Yeni bir insan tipi oluşturulacak. Bunun için geçmişte var olanların reddedilmesi, değersizleştirilmesi gerekiyor. Kılık / kıyafet değişmiş, kanun / nizam değişmiş. Hilafet gitmiş, ölçü tartı, muvazene gitmiş. Kelimeye / harfe gelmiş sıra...
Geçmişte inkâr edilse de bugün hemen herkes devrimlerin muasırlaşmadan ziyade geçmişten kopmak niyetiyle yapıldığında hemfikir. 1923te Cum.huriyetin kurucu meclisini dağıtan Te.k Parti fikriyatının 1924ten itibaren attığı adımlar zımpara gibi geçiyor toplumun üzerinden. Son ve en etkili darbe Harf Devri.mi ile vuruluyor. Sadece bizim değil, pek çok diğer isim gibi Prof. Mete Tunçayın da fikri bu: Cu.mhuriyet devrimleri 1925 yazında başlamıştı, Harf Devr.imi 28de yapıldı. Aşama aşama gerekli adımlar atıldı ve şartlar olgunlaştığında Harf Dev.rimi yapıldı. Alfabe değişikliğini Tarık bin Ziyadın gemileri yakmasına benzetiyor Tunçay. Ve asıl amacın geçmişle gelecek arasındaki bağı koparmak olduğuna geliyor buradan.
Aslına bakarsanız yeni devletin mimarları da inkâr etmiyor bu niyeti. Daha yumuşak ifadeler kullanıyorlar, hepsi o. İsmet İnönü 1930larda, Harf inkılâbının en büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. Türk milletini bir kültür âleminden bir başkasına nakletmiştir. itirafını dile getiriyor mesela. Nihat Erimse 9 Ağustos 1953te, Yeni Türk Harflerinin Kabulü yıldönümü vesilesiyle Ulus Gazetesine konuşuyor: Türk milletinin kültür alanında son çeyrek yüzyılda aldığı mesafeyi en başta Arap harflerinden kurtulabilmiş olmak sayesinde geride bırakabildiğimize şüphe yoktur. Eğer yeni Türk harfleri olmasaydı, Batı kültürüne bu denli çabuk yaklaşamazdık.
Topraklarıyla beraber itibarını da kaybetmiş, yeni kurulan dünyada tasavvur ve tefekkür dünyası kıymetsizleşmiş bir geçmişi sırtında taşımak istemiyor genç Cum.huriyet. Unutur ve unutturursa Zümrüdüanka gibi küllerinden doğabilecek. Siyasiler de aydınlar da buna gerçekten inanıyor.
Prof. Dr. Raşit Küçük, devrimin arkasındaki vazgeçme düşüncesinin bilahare çok bariz anlaşıldığını düşünüyor. Nasıl mı? Diyanete, imam hatip mekteplerine yapılan muameleden, Darülfünundan önce ilahiyat fakültesinin kapatılmasından, ezanın ve Kuranın Türkçeleştirilmesinden, namazda Kuran meâlinin okunması teşebbüslerinden Meseleyi Harf Devriminden ibaret görmek, genel manzarayı anlamaya mani oluyor. Bu yaşananlar dinden bağımsız konuşulamaz Küçüke göre: Bir medeniyet havzasının 900 yıllık birikimi ortadan kalkıyor. Medreseler, tekkeler, zaviyeler kapanıyor. Bütün bu kurumlarda birtakım ıslahata gerek duyulduğu çok önceden fark edilmiş. Ama toptan kapatılıyor. Musikiye, diğer sanatlara kadar toplumun tüm kültürü reddediliyor. Ruh dünyasına vurulan bu ağır darbe zamanla Kuran-ı Kerime duyulan saygıyı bile ortadan kaldırıyor.
Harf De.vriminin Kütüphanelere Yansıması kitabının yazarı Prof. Dr. Meral Alpay, bu adımın etki bakımından diğerleri ile mukayese edilemeyeceğini belirttikten sonra şöyle devam ediyor sözlerine: Okuryazarlığı olsun olmasın hemen her evde bir Kuran bulunur. Bu kutsal kitap çoğu zaman özenerek süslenmiş bezden bir muhafaza içinde, genellikle yatak odasında duvarda asılı dururdu. ( ) Yeni harflerle basılmış bir kitabı ilk defa eline alan bir kimsenin bir şaşkınlık geçirmesi kaçınılmazdı. Yön değişikliği olmuş, yeni kitap eski kitabın altını üstüne geçirmişti. Doğru tutmak, kapağını açmak, sayfalarını çevirmek zıt yöne dönmüş, yazı tamamen değişmişti. Her şey altüst olmuştu yani.
Din zayıflamadan olmaz
Detaylar arttıkça asıl mücadelenin dinle olduğunu düşünenlerin haklılığı çıkıyor ortaya. Osmanlı milletler topluluğunun enkazından bir Türk C.um.huriyeti kurulacak. Dinin sunduğu ümmet reçetesi, ulus harcının halkı birleştirmesine mani oluyor. Tek çare öncelikle dinî duyguların zayıflatılması. Yorumlarımıza tarihten şahitler bulmak sarsıyor ancak şaşırtmıyor artık bizi Birçok mütefekkirler, sonra vekâyi bize gösteriyor ki dini hissiyat zayıflamadıkça milliyet hissi kuvvetlenememiştir. sözleri, Milliyet Nazariyeleri ve Milli Hayat kitabının yazarı Mehmet İzzete ait. Bu yüzden yeni harflerle bile olsa dinî neşriyata tahammülü yok Tek Parti rejiminin. Bizler ne şekilde ve surette olursa olsun, memleket dâhilinde dini neşriyat yapılarak dini bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dini bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz. Matbuat Umum Müdürü Vedat Nedim Tör, 1934
Ne yapıldığı, neden yapıldığı kadar nasıl yapıldığı da tartışmalı. Değişimin bir kısmı gerekli belki de. Kimsenin itirazı yok buna. Ancak bir çırpıda ve böylesine sert mi olmalıydı?
Toplumun inancı ve psikolojisi hiç hesap edilmiyor. Hakir görülüyor. Medeni olmanın yolu İslam dairesinden çıkmaktır gibi bir anlayış benimseniyor. Bunlar yazılıp çiziliyor, aksinin yazılması yasaklanıyor. Bunlar bize iyi niyetli insanların bu işi yürütmediği kanaatini veriyor. diyor Raşit Küçük. Cu.mh.uriyetin kurucu kadrosu içinde bu yöntemin çok taraftarı var, desteklemeyenlerse tasfiye ediliyor.
Adeta dünyaları altüst olurken halkın nasıl büyük, kitlesel tepkiler vermediği de merak konusu. Camiler kapalı, Kuran okumak, öğrenmek yasak. Şapka takmadan sokağa çıkmalarına izin yok. Ezan Türkçeye dönmüş. Yer yer ayet mealleriyle namaz kıldıran imamlar türemiş. Kaymakamlar, valiler, sair devlet memurları hafiyeliğe soyunmuş, halkın elindeki eski yazılı kitapları toplatıp meydanlarda yakıyor Çok rencide oluyorlar Raşit Beye göre. Ancak Sünni toplumların karakterinde isyan anlayışı yok. Bu devir de geçer, her şey yoluna girer diye bekliyorlar. Yine de çok can yanıyor, kan dökülüyor. Kitleler halinde ülkeyi terk edenler oluyor.
1925te ilan edilen Şap.ka Kanu.nundan sonra bir cami girişi. Ce.maat, fötr şapkalarını ayakkabılık yanına kurulmuş şapkalıka bırakıp namaza geçiyor.
Halkın sessizliğinde idarenin tepkileri bastırma yönteminin de payı büyük şüphesiz. Harf De.vriminden önce tepki çekebilecek en önemli adım Kıyafet İnk.ılâbı. 1925te Şapka Kanunu çıkınca ortalık karışıyor. İstiklal Mahkemeleri eliyle duruma derhal müdahale ediliyor. Takrir-i Sükûn Kanununun süresi 1928e kadar uzatılıyor. Mu.st4fa Kem4l de farkında sertliklerinin. Ama bu gerekli ona göre: İşte biz Takrir-i Sükûn Kanununun meriyyetinden istifade ettik ise bu tarihi hatayı pak göstermek için, milletimizin nâsiyesini olduğu gibi açık ve pak göstermek için, milletimizin mutaassıp ve Kurun-u Vustai zihniyette olmadığını ispat etmek için istifade ettik.
Kendileri ifade etmese, geçmişten utandıklarını söylemek iftira olurdu belki. Ama inkâr etmiyorlar bu ağır bedellerin sizin gibi muasırız, Ortaçağ zihniyetinde değiliz! diyebilmek için ödetildiğini
Sanki Hülagu devri...
Geçmişin birikimi, aks değiştiren medeniyetin değerlerini doğrulamıyor. Bu sebepten olacak, Cu.m.huriyet dönemi kütüphaneleri ile ilgili araştırmaların neredeyse hiçbirinde; asırlık kütüphanelere, binlerce yıllık el yazmalarına ne oldu, sorusu sorulmuyor. Hepsinde aynı istatistikler; 1928den sonra kaç kitap basıldı? Nerelere halk kütüphanesi kuruldu? Okur yazar oranı ne kadar arttı?.. Oysa 19. asır sonlarında Osmanlı topraklarında, kayıtlı 350 kütüphane bulunuyor. Büyük kısmı şahıslar ya da vakıflar tarafından tesis edilen bu kütüphaneler de sistemin sarsıntısından payını alıyor. İhtiva ettikleri ilmî birikime duyulan şüphe, kitapların kaderine terk edilmesini beraberinde getiriyor. 1908de Sadrazam Hilmi Paşaya verilen raporda İstanbuldaki 40tan fazla umumi kütüphanenin durumu özetleniyor: Bu kütüphaneler bir birinden uzak olduğu gibi kıymetli kitapları da perakende (dağınık) bulunduğundan, bunlardan faydalanmak için herhalde hayli zamanı ve birçok çalışmayı ziyan etmek icab eder. ( ) Kitaplara gelince bunlar kütüphanelerin ihmal köşelerinde telef olmaya veya kaybolmaya maruzdur. Kütüphanelerde muhafaza edilebilmiş olan kitaplar da mahva mahkûmdur. Çünkü bunlar hiçbir usul, makul bir tertip içinde bulunmayıp birbiri üstüne yığılıp atılmıştır. Kitap yığınları altında kalmış eser, bütün üstündeki kitapların tazyikine maruz bulunduğundan mürekkep birbirine yapışarak yapraklar bozulur.
1920ler ve 30larda bu yara da iyice derinleşiyor. Neredeyse ömrünün tamamını ilmî araştırmalarla geçiren Muallim Cevdetin hatıraları, başka şahide mahal bırakmayacak açıklıkta tasvir ediyor manzarayı: Ayasofyanın orta tabakasında kapalı, kilitli iki mahzen-i evrak vardır. Fazla olarak koridorda açıkta evrak ve birçok vesikalarla defterlerle dolu olan sekiz-on sandık mevcuttur, bunlar kapalıdır. ( ) Mahzendekiler kilitlidir, sandıktakiler kapalı. Fakat Kimsenin muhafaza ve tetkikine lüzum görmediği, fırlatıp yerlere attığı tahmin-i acizaneme göre lâakal yüzbini mütecaviz vesaik vardır ki bunlar mahzen şöyle dursun adi sandıklara bile konulmamış, lüzumsuz addedilmiştir.
Cevdet Beyin hassasiyeti onu tanıyanlarca yakından biliniyor. Elinden bir şey gelmese arşivleri dolaşıp gördüklerini teker teker kayda geçiyor. Kuyûd-ı Vakfiye Müdürü İzzeddin Beyin ricasıyla gidiyor Ayasofyaya da. Tam bir talan meydanı çıkıyor karşısına: Büyük ve kilitli mahzen-i evrakın yanında onar metre tûluunda (uzunluğunda) ve birer metre sıhanında (genişliğinde) tam dört merdivenin üzerinden yuvarlanan ve senede bir defa, Kadir gecelerinde tabaka-yı ulya süpürülünce bütün molozları iş bu onbinlerce metrûk fermanlar, berâtlar, defterler, tezkereler ve donanma, tophane, yeniçeri, enderûn, maliye, evkâf vesikalarının üstüne dökülen süprüntülüğü gösterdiler. Kayyum ile beraber bu bî-misil evrakı çiğneye çiğneye tam kırk metre yol gittim. ( ) Bu hali Hulagunun Dicle Nehrine attırdığı on binlerce kitap ve evrak zıyaı ile mukayeseye mecbur oldum.
Artık bu milletin ihtiyacı olmayacaktır diye düşünülen eski evrak ve kitaplara ne tür muamelelerin reva görüldüğünü en açık takip edebildiğimiz kaynak Muallim Cevdetin hatıraları. Nerede ne var bir bir sıralayıp tarihin vicdanına havale ediyor:
-Harbiye Nezaretinin daha eski birçok vesaiki Meşrutiyeti müteakip yaktırdığını, bir kısmını da toptan kâğıt tüccarları ile bakkallara sattığını bilen çoktur.
-Askerî sıhhiye teşkilatı ile Kırım ve 93 seneleri harp vesikalarını aramakla meşgul tarihçileri mustarip edecek ne hazin hal
-1000 tarihinden evvelki Bahriye Vesikaları mahvolmuştur.
-Eski Maarif Dairesi altındaki mahzende duran mühim evrak ve vesaikin pek çoğu meşrutiyeti müteakip güya Donanma Cemiyeti kârına okkası 20 paradan satılmıştır.
-Adliye vesikaları yangında baştan başa yanmıştır
Tevhid-i Te.drisat Kanunu ve tekkelerin, zaviyelerin kapatılması üzerine medrese ve tekkelerde bulunan yazma eserlerin bir kütüphanede toplanması gündeme geliyor. Yazmalar en yakın kütüphaneye ya da Süleymaniyeye naklediliyor. Aynı tarihlerde Anadoludan da yazma eserler toplanıyor. Ancak ne kadarının kütüphanelere ulaştığını takip etmek imkânsız. Halveti Şeyhi Fahreddin Efendinin müridlerine anlattıkları artık kimseyi şaşırtmasa gerek... İstanbulda bir bakkala giren Şeyh Efendi, satıcının üzerinde eski yazı olan bir kâğıtla paket yaptığını görüyor. Geri kalanını duvarda bir çengele tutturmuş. Nedir o? Bakabilir miyim? diye müsaade istediğinde neredeyse bayılacak. Şe.yh Sadık Efendi risalesinin bir nüshasını tutuyor elinde. Parası ne kadarsa vereyim bu kâğıtları sat bana! Günaha giriyorsun. deyip paket kâğıdı olmaktan kurtarıyor risaleyi
Aradan 80 küsur yıl geçmiş, o günleri yaşayanlar göçmüş, anılar küllenmişken bir Kuran sayfası mecbur kılıyor geçmişle yüzleşmeyi. Toplumlar da insanlar gibi travma yaşayabiliyor. Ve yaşananları düşmanlık vesilesi kılmak gibi yok saymak da işe yaramıyor. Geri dönmek, bir alfabe devrimi daha yapmak değil kimsenin kastı. Ancak atılacak başka adımlar olmalı. Geçmiş ancak o zaman çekilecek belli ki yolumuzdan
ForumHatti YÖNETİMİ !