Yoksa Anneannem Hakli mi ?
Banyo, anneannemin evinde özel hazırlık isteyen ayrı bir törendi. Odun yakılan büyük kazanlı sobasında suyu fokur fokur kaynatırdı. O kazandan sıcak suyu, musluktan da soğuk suyu karıştırırdık; sonra o kovadan anneannemin deyişiyle "döküne döküne" yıkanırdık. Keselerdi bizi, bazen hamam sıcağının da etkisiyle kıpkırmızı çıkardık banyodan. O temizlik ve rahatlama hissini bir daha hiçbir banyoda bulamadım.
Bulduğunda, banyoda kaynayan suya yavşan atardı. "Pelin", Slav dili kökenlidir; "yavşan" öz Türkçedir. Biz de zaten öyle bildik, öyle söyledik. 2000 rakımlı Toros yaylasının, bugünkü Çamlıyayla'nın Yörük kızıydı. Ona Orta Asya'dan Anadolu'ya gelene kadar, "yapçan" demişler, "yovşan" demişler, o bize "yavşan" diye getirdi, verdi. O kaynar suda o yavşan bir güzel kokardı; ki suyu "dökündükçe dökünesin" gelirdi. Tıp çok sonradan dedi ki, "Yavşan yağı, deride mantar oluşumu gibi bakteri kökenli hastalıklar için engelleyici ve tedavi edicidir."... Anneannem bunu bilmeden yaptı ve haklı çıktı. Bugün küvete atılan koku toplarının deri kanserine neden olduğu söyleniyor; ama yavşan için tam tersi geçerli. "Organic" yazılarak pazarlanan koku topu markette; yavşan, dağlardadır.
Banyosunda ben hiç şöyle rengârenk ve düzgün biçimli bir sabun görmedim; üzerinde dalga dalga saçlı manken fotoğraflarının olduğu bir şampuana da rastlamadım. Sabunu şekilsizdi, hiçbir şeye benzemezdi; ama zeytinin özüymüş, bu bir mucizeymiş, sonradan anladım. O sabunu köpürte köpürte bizi yıkardı, sonra kendi yıkanırdı. Öyle bir köpürtürdü ki, köpüğün delikten akıp gitmeye çalışmasını izlemek ayrı bir oyundu benim için. Anneannemle köpük arasında bir savaş sahnesi gibiydi sanki!... Bu savaş, köpük anneannemden daha güçlü olduğu için değil, anneannem köpüğü affettiği için biterdi. Sonra yok efendim avokado özlü, yok efendim mango kabuğu parçacıklı duş jelleri çıktı. Hiçbirinde o temizliği yakalayamadığım için, ben de zeytinyağı sabununa geri döndüm yıllar önce. Şimdilerde, güzel şişelenmiş bu duş jellerinin kanserojen maddeler içerdiği söyleniyor. Anneannemin şekilsiz zeytinyağı sabununun ise sicili tertemiz... "Hand Made" denilerek saflara satılan sabun markette, el yapımı saf sabun ise köylerde...
Anneannemin babası olan dedem, 110 yaşında öldü. Akşamları yalnızca salata yerdi; başka da hiçbir şey yiyip içmezdi. Tıp, yıllar sonra dedi ki, "Akşam yemeği, en hafif yemeniz gereken öğündür."... Torosların tepesinden çuvallar dolusu kar taşıyan, ciğerinde dağ rüzgârı esen bu adam, bunu bilmeden doğruyu yapıyordu. Peki, öğle yemeğinde ne yerdi? Ne yerse yesin, asla karıştırmazdı. Yani "Hem kebap hem salata yiyeyim; hem de şunun, bunun tadına bakıp, sonra bir de üstüne tatlı yiyeyim." demezdi. Tıp çok çok sonradan dedi ki, "Protein, karbonhidrat ve yağı aynı anda karıştırıp tüketmeyin."... Anneannem böyle bir adamın kızıydı. Şimdi 90'larının tadını çıkarıyor. Anneannemin sofrasında ben hiç beş çeşit yemek görmedim. Yemekten sonra tatlı yemek gibi bir alışkanlığı yoktur ya da yemeğe gelen konuklarına yemek üstü tatlı da ikram ettiğini hiç görmedim.
Evinden hiç kolonya eksik olmazdı. Tuvalete mi girdin? Elini güzelce yıkayacaksın, sonra kolonya dökeceksin. Yemek mi yedin? Elini güzelce yıkayacaksın, sonra kolonya dökeceksin. Tarsus'taki kolonyacıların ya da kolonya tüpleri bulunduran eczanelerin en hatırı sayılır müşterilerindendi. Şimdi kolonya sırasına biz giriyoruz, o ise bize gülüyor.
Ayaklarını, ellerini ve yüzünü (elbette köpürte köpürte) yıkamadan yatağa giremezdin. Fabrikadan gece geç saatte dönen dayımın oflaya puflaya el, yüz ve ayak yıkadığını bilirim. O zamanlar gerçekten dayanılır şey değildi!... Şimdi tıp diyor ki, "Elinizi 22 saniye ovarak yıkayın."... Anneannemi koy Türkiye'nin başına, bakalım yıkıyorlar mı, yıkamıyorlar mı? Hatta aileye bir gün bir Alman gelin geldi. Gerti'ye demişler ki, "Hayrünisa Teyze'nin evine ayaklarını yıkamadan giremezsin."... Yeni gelin Gerti'yi, el öpmeye anneannemin evine getirdiler. Bahçe kapısından girer girmez ayakkabılarını ve çoraplarını çıkardı, başladı ayaklarını yıkamaya. Anneannem bile şaşkındı; çünkü o kadar da değildi!... Gerti'ye Almanya'da kurallara uyması öğretilmişti; eee, burası da kuralları olan Hayrünisa Teyze Cumhuriyeti'ydi...
TRT tek kanaldı, tüm mahallenin yardımına koşan "Perihan Abla" dizisi vardı. Perran Kutman'ın ustalığını konuşturduğu bir diziydi; anımsayanlar olacaktır. Ben ona "Mahallenin Perihan Abla'sı" derdim. Komşuda çivi mi yok, "Hayrünisa Teyzeee!"... Tuz mu yok, "Hayrünisa Teyzeee!"... Bir ev, yalnızca dedemin işçi emeklisi maaşıyla geçinir de, evinde her şey mi olur? Yok, bazen olmazdı. İşte o zaman dayımı gönderir, aldırırdı. Parası azdı, hep de az oldu; ama ben yaşamım boyunca onun kadar zenginini görmedim. Paraları azdı, doğru; ama ben dedemin manavdan aldığı bir meyve - sebze sandığını parçalayıp, bir gün boyunca uğraşıp tır yapmasını nasıl unuturum? Uzaktan kumandalı değildi, "yakından sevgi"liydi; pilli değildi, "Utku, şimdi sen şurasından tut, ben de şuraya bir çivi çakayım!" diyen güzel sesi vardı. Şimdi birçok çocuk, uzaktan kumandalı ve pilli tırın sesini anımsar, ben o güzel adamın sesini anımsarım. Bugünlerde tıp diyor ki, "Çocuklara satılan oyuncakların %80'i kanserojen madde içeriyor."... Dedemin yaptığı tır, tahtadandı. Tahtası manavdan geldiği için domates kokuyordu, o kadar.
Anneannemin bahçesinde biz hiç ailecek bir yemek yiyemedik. Ne zaman masaya otursak, o anda sokaktan geçen İsa Amca yemeğe çağrılır, Gülşen Teyze yemeğini yemişse çaya beklediğimiz söylenir, Sabriye Teyze'ye seslenilir, Gülten Abla ayrı haberdar edilir, Nurten Abla ayrı; yetmezmiş gibi, bir anda bize döner, "Meziyet, nerede kaldı acaba?" diye sorardı... Bizse, kendimizi yeni gelen konuklar için mutfaktan bahçeye tabak taşırken bulurduk. Yemeği yaparken, "Belki bir konuk gelir." diye koca tencerede yapan, çayı demlerken, "Anneanne, dört kişiyiz. Neden bu kadar çay demliyorsun?" diye sorduğumuzda, "Olsun çocuğum, belki biri gelir." diye bol bol demleyen anneannem haklı çıktı. "Biz bize yeteriz" demek, birilerinin aklına şimdi geldi; o da, cumhuriyetin biz bize yetelim diye kurduklarını yıkarken değil, para toplamak için akıllarına geldi. Keşke Türkiye'yi anneannem yönetseydi. Okuma yazması yoktur; ama okumuşun dediğine saygı duyar, okumuşu asla azarlamaz, okumuşa asla "ulan" demez, küçümseyerek "monşer" diye hor görmez. Tüm mahalleye yeten anneannemdi; birilerinin yine kulakları çınlasın, bunu da çok olanı kendine ayırarak değil, az olanı bol bol paylaşarak yaptı.
Yalnızca komşularla değil, Pamela, Sue Elen, J.R. (namı diğer Ceyar) ve Lucy ile de paylaştı yemeğini. Yine anımsayanlar olacaktır, dönemin o ünlü Dallas dizisini ve karakterlerini... Bunlar, anneannemin sokak kedileriydi; bu adları vermişti kedilerine. Bir kez olsun "Pamelaaa!" diye çağırdığında, "Sue Elen"ın geldiğini görmedim. Siz sanır mısınız ki, dizi yalnızca Teksas'ta çevriliyordu? Anneannemin o küçücük evi, Ewing Ailesi'nin malikânesinden daha büyüktü. Ewing'lerde para vardı, anneannemde yürek... Ewing'ler, Teksas'ın en lüks restoranlarında önce yemeği, sonra da birbirlerini yerdi; anneannem ise, evi "Bol Kepçe Lokantası"na çevirmişti, yalnızca yemek yenirdi. Ceyar, adama günahını bile vermezdi; anneannem komşuya verdiği kürek geri gelmezse, istemeye utandığından, gider, yenisini alırdı.
Kışın en soğuğunda bile tek parça kalın kazak giymeyip, iki parça üst üste ince kazak ve hırkasını giyen anneannem haklı çıktı. Fizik, "tek kalın parçadansa, iki ince parçanın arasındaki ısı yalıtımından" söz ederken, anneannem annesinden patlıcan dolması yapmayı öğreniyordu.
Hayvan sevgisinin ve beslemenin insan ruhuna iyi geldiğini psikologlar söylemeye başladıklarında, anneannem tüm mahalleye ve Dallas'tan fırlayıp gelmiş kedilerine patlıcan tava pişiriyordu.
Bahçede çiçekleri vardı; özenle sular, bir de üstüne onlarla konuşurdu. Çiçeklerin de sevgi sözcüklerinden olumlu etkilendiklerini uzmanlar söylemeye başladığında, anneannem anneme patlıcan kızartması pişirmeyi öğretiyordu.
Müziğin insan ruhunu nasıl beslediğini, dinginleştirip huzur verdiğini açıklıyor psikologlar. Anneannem, mutfakta iş yaparken Türk Sanat Müziği şarkılarını dilinden düşürmezdi. Yoksa anneannem orada da mı haklıydı?
Her bir parçasına Çukurovalı çiftçilerin ellerinin değdiği, buram buram emek kokan saf pamuktan doldurulmuş yorgandan başkasında yatmaz. Bizse üzerinde pamuk resmi olan elyaf yorgana, Eyfel Kule'li sentetik çarşafa gece sarılıp, sabah kemoterapiye koşuyoruz. Anneannem bırak koşmayı, yürüteçten destek almazsa yürüyemiyor bugünlerde. O, bu nedenle sokağa çıkamıyor. Bizse Dallas'a çevirdiğimiz dünya yüzünden... Bazen seviniyorum, sokağa çıkamıyor diye. Bir çıksa, o kadar çok Ceyar görecek ki...
UTKU ERİŞİK