Mutfak her mevsim soğuk, çıplak ve loştu. Çalışanlar arasında en genç o olduğundan patates soyma, pirinç ayıklama, soğan doğrama, kızartma gibi sıkıcı ve zahmetli işler ona verilirdi. Gündoğumundan gece dokuza kadar hiç durmadan çalışır, kendi görevlerinin yanısıra eksik, hasta, yaşlı personelin açıklarını da kapatırdı. Ne teşekkür aldığı, ne de şikayet ettiği duyulmuştu. Aslında Başaşçı Nuri Ustadan azar işitmemek ödül sayılırdı. Bunu başardığı günlerde içten içe gururlanır, başını sokacağı bir çatıya, istemediği kadar yemeğe ve namuslu bir mesleğe sahip olduğu için Allaha şükrederdi.
Üç yıl önce rahmetli babasının okul arkadaşı Mustafa Dayı sayesinde yerleşmişti öğrenci yurdunun yemekhanesine. Mustafa Dayı emekliye ayrılmak için onun on sekizini doldurmasını beklemiş, sonra da Nuri Ustaya: Eti senin kemiği benim diyerek kendi kadrosunu Mesuta devredip hanımıyla birlikte köye dönmüştü.
Mesut, ilk zamanlar kaybolma endişesiyle haftasonlarını da yurt binasında geçirmişti. Aylar sonra, güneşli bir Pazar günü Kastamonulu Hasan ile Ahmetin ısrarlarına dayanamayarak deniz kıyısına inmiş, kıpır kıpır mavilikten yükselen keskin iyot kokusunu dolu dolu içine çekmiş, bir daha da geri bırakmamıştı. Oradan Mısır Çarşısına geçmişlerdi. Bu defa pırıl pırıl lambaların, rengarenk macun ve şekerlemelerin, ipe dizili süngerlerin masalsı görüntüsü buram buram baharata bulanarak göğüs kafesine yerleşmişti.
Daha sonra sırasıyla Tahtakaleden, Küçükpazardan geçmiş, yokuş yukarı kıvrılarak Süleymaniyeye varmışlardı. Mesutun nutku tutulmuştu caminin avlusunda. İstanbulun en güzel tepesiyle gökyüzünü buluşturan Sinan şaheserine sırtını vermiş, külliyenin kubbeleri arasında sereserpe uzanan Haliçe, köprüye, kuleye, milyonlarca çatıya, onların üzerinde gelin gibi süzülen martılara dalıp gitmiş, kendini hiç olmadığı kadar ufak, hür ve minnettar hissetmişti.
***
Mesut, geceleri ranzasına uzandığında, soğan doğramaktan sıkıldığında, bulaşık yıkamaktan yorulduğunda, daha önce derin derin içine çektiği manzaraları; kokusu, esintisi, sesleri ile birlikte çağırıp tekrar zihninde canlandırabiliyordu. Kendini yeniden Süleymaniyenin bahçesinde, Eminönü balıkçılarının tezgahında, Küçük Pazardaki çöp toplayıcıların arsasında ya da Kurukahvecinin kuyruğunda hayal edebiliyor, gerçeklerden ayıramadığı bu yolculuklar esnasında adeta mest oluyordu.
Pazar günlerini İstanbulun şaşırtıcı sokaklarında geçiriyordu artık. Sultanhamam hanları, Kapalıçarşı halıcıları, Beyazıttaki Üniversitenin kapısı, Sahaflar Çarşısı, Galata Kulesinin külahı, karabataklar diyarı Haydarpaşa Dalgakıranı, sigaralarının dumanını yutan hamallar, cami avlusunda hacı misi satan dedeler, sayıları giderek artan çekik gözlü turistler, arapların çok sevdiği nargileciler Hepsini rengiyle, kokusuyla, müziğiyle derin derin ciğerlerine çekiyor, iyice kanına karışıncaya kadar soluğunu geri bırakmıyordu.
Hayata karışmıyordu. İyi bir koleksiyoncu gibi onun parçalarını biriktiriyor, sonra dilediği zaman kilitli sandığından çıkarıp, en ince ayrıntısına kadar uzun uzun, hayranlıkla inceliyordu.
Vapur seferlerini saymazsak her yere yürüyerek gidiyor, yorulduğunda bir bankın kıyısına ilişip sabahtan yemekhanede hazırladığı çıkınını çıkarıp karnını doyuruyor, maaşının neredeyse tamamını annesine ve kardeşlerine göndermeye devam ediyordu.
Hasan ile Ahmetin peşine takıldığı oluyordu bazı pazarlar. Onu geneleve, Kastamonulular Kahvesine, bilardo salonuna, birahaneyi götürmüşlerdi. Mesut olan bitene katılmıyor, gözlüyor, kokluyor, ürperiyordu. Özellikle genelevden çıkışta Hasanla Ahmet epeyce dalga geçmiş, hatta biraz da şüphe ile bakmışlardı Mesuta.
Umursamıyordu. İçinden nasıl geliyorsa öyle davranıyordu. Yapmak değil, tanık olmak istiyordu. Boşalmaya değil, dolmaya ihtiyaç duyuyordu. Karışıp dağılarak değil, toplayıp büyüyerek iyi hissediyordu. Bu düşüncesi Hasanla Ahmete çok tuhaf gelmişti ama o sevilmek değil, sevmek istiyordu.
Mesut, Süleymaniyenin avlusundan bazen saatlerce seyrettiği büyük yaşam şölenine kendisinin yapabileceği en büyük katkının, onu daha da kalabalıklaştırmamak olduğunu düşünüyordu. Önünden gürül gürül akan hayat nehrinin ona ihtiyacı yoktu. Ama nehrin kıyısında olmak, büyülenerek onun akışını izlemek, sıçrayan damlacıklarını yüzünde hissetmek, uğultusunu dinlemek Mesutun içinde tarifsiz bir coşkuya neden oluyordu. Bu coşkuyu tüm ayrıntılarıyla içine sığdırıp, demlenmeye bıraktığında rengi, kokusu, görüntüsü, dokunuşu öylesine güçleniyordu ki, kimi zaman nehrin hayali kendisinden daha zengin bir varlığa dönüşebiliyordu.
***
Bir akşam Mesut, patates kızartırken fritözden yükselen dumanın içinde silikleşen benliğini Eminönündeki balık ekmekçi tezgahının kıyısında buldu. Koku dumandan sıyrılarak Haliçe doğru süzülmeye başladı. Serin sulara dokunur dokunmaz uskumru oldu, kıvrıla kıvrıla mavinin içinde ilerlemeye koyuldu. Suda büyüyen parlak gövdesi, akşam yemeği için denizi tarayan bir martının radarına yakalandı. Martı ustaca pike yaparak balığı mideye indirip Galata Köprüsü üzerinde gidip geldikten sonra Rüstem Paşa Cami avlusunun üzerinden geçerken pisledi. Caminin tekir kedisinin patilerine sıçrayan martı kakası, namaz sonrası kucağına atlayan kediyi seven ak sakallı dedenin eline bulaştı. Dede camiden çıkmış Unkapanındaki evine doğru yürürken kediyi sevdiği eliyle çekmekte olduğu tespihi yere düşürdü. Koltuğunun altında ders kitapları ile yolun karşısından gelmekte olan bir öğrenci, eğilip sağ eliyle yerden kaldırdığı tespihi dedeye uzattı.
O sırada Nuri Ustanın seslenmesi ile yemekhanedeki yaşamına dönen Mesut, başını sesin geldiği yöne çevirdiğinde dedeye tespihini uzatan öğrenci ile göz göze geldi. Çocuk, tespihi tuttuğu parmakları ile Mesutun kızarttığı patatesi yiyordu. İşte o an Mesutun soluğu kesildi. Beti benzi attı. Boncuk boncuk terlemeye, dengesini yitirerek iki yana sallanmaya başladı.
Mesuttaki tuhaflığı fark eden Nuri Usta oldu. Hemen bir sandalye çekip Mesutu oturttu. Bu çalışkan, temiz kalpli delikanlının dalgınlıklarına alışkındı ama onu hiç böyle dal gibi sallanırken görmemişti. Mesutun bakışları kızarttığı patateslere dikilmiş, tir tir titriyor, griye çalan alnı buz gibi olmasına karşın terlemeye devam ediyordu.
Diğer yemekhaneciler de etrafına toplandılar. Mesuta su uzattılar. Zar zor bir yudum içebildi. Aç mısın? diye sordular. Başını iki yana salladı. Kastamonulu Hasan: Peki ne istersin Mesut Kardeş? diye sordu. Mesut, sabit bakışlarını fritözden ayırmadan: Kağıt, kalem diye hırladı. Önce şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Sonra Nuri Usta, Hasana dönüp: Git öğrencilerden iste. diye çıkıştı. Hasanın afallaması geçmeyince de Hadi diyerek delikanlıyı omzundan itti.
Hasanın isteği yerine getirip dönmesi bir kaç dakika sürdü. Önüne kağıt kalem konulunca Mesutun titremesi kesildi. Yavaş yavaş yüzüne renk, gözüne fer geldi. Ağır ağır başını kaldırdı. Hasana teşekkür ettikten sonra: Kim verdi bunu? diye sordu.
Hasan cam kenarındaki masanın sol başında oturan çocuğu gösterdi: Ak sakallı dedenin tespihini uzatan eliyle Mesutun patates kızartmasını yiyen çocuğu.
Mesut gülümsedi. Sağ eliyle verdi kağıt kalemi, değil mi? Hasan bir kez daha afalladı. Biraz düşündükten sonra evet dedi. Bu eliyle verdi. Sağ oluyor bu, değil mi lan Ahmet?
Hep beraber gülüştüler. Mesut, Nuri Ustadan ilk kez izin istedi. Daha Nuri Usta cevabını vermeden Ahmet Mesutun elinden maşayı devralıp, fritözün başına geçti. Nuri Usta sinirlenmedi, hatta babacan sayılabilecek bir ifade takınıp dudağını büzerek Peki. Dinlen bakalım biraz dedi.
Mesut, kalem kağıdı sıkı sıkı kavradı. Ekmek kesme tahtasının yanıbaşına çöktü. Elinin tersiyle kırıntıları süpürdü. İlk öyküsünü yazmaya koyuldu.