Neler yeni
MEGAForum - Teknoloji Forumu

Forum içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için foruma kayıt olmalı yada giriş yapmalısınız. Forum üye olmak tamamen ücretsizdir.

  • Web sitemizin içeriğine ve tüm hizmetlerimize erişim sağlamak için Web sitemize kayıt olmalı ya da giriş yapmalısınız. Web sitemize üye olmak tamamen ücretsizdir.
  • Sohbetokey.com ile canlı okey oynamaya ne dersin? Hem sohbet et, hem mobil okey oyna!
  • Soru mu? Sorun mu? ''Bir Sorum Var?'' sistemimiz aktiftir. Paylaşın beraber çözüm üretelim.

109-kafirun:

PoLy

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    29 Şub 2012
  • Mesajlar
    700
  • MFC Puanı
    3
109-KAFİRUN:

Sûresi takip edecektir

Kâfirûn Sûresi

Mekke Döneminde İndi

Âyet Sayısı: 6

Sûresi ve bundan hikaye itibarıyla Sûresi>ve dilimizde bilinmiş olduğu üzere Sûresi denilen bu sûre de Mekkî'dir. Dânî, ittifakla demiş. "Bahru'l-Muhit"de ise: "Çoğunluğun görüşüne göre Mekkî'dir." Katade'den, "Medenî olduğu da rivayet edilmiştir" diyor. Katade'den bunun zıddı da nakledilmiş, ancak İbnü Merduye, İbnü Zübeyr'den Medenî olduğunu rivayet etmiş, bu sebeple Alûsî, Dânî'nin "ittifakla" demesine, "yerinde değildir" diye ilişmiş ise de Medenî rivayeti, garib demek olacağından, sahihi ittifakla Mekkî demek olur. İbnü Ebi Hatim'in Zürare b. Ebi Evfa'dan rivayet ettiği vechile bu sûreye "Mukaşkışa" dahi denilir ki, uyuz ve çiçek hastalığı gibi hastalıklardan iyileştirmek demek olan "kaşkaşe"den türemiş olup şirk ve nifak fak dertlerinden uzak kılan mânâsına "müberrie" demektir. "Kaşkaşe" Türkçe'de def etmek, kovalamak mânâsına kışkışlamak ile de terceme olunsa yakışmaz değildir.

"Cemalu'l-Kurrâ"da zikredildiği üzere buna "İbadet Sûresi" de denilmiş olduğu gibi, "İhlas Sûresi" de denir. Ondan dolayı Sûresi ile ikisine "İhlaseyn" (İki İhlas) tabir olunur. Nitekim Resulullah'ın sabah ve akşam namazlarının sünnetlerinde ve okuduğunu İbnü Ömer'den ve Hz. Aişe'den rivayet edilen hadislerde "İhlaseyn" denildiği de görülür.

Âyetleri : İhtilafsız altıdır.

Fâsılası : harfleridir.

Bu sûre Kevser'in içine aldığı ihlas ile ibadet emrinin ilanını emreden, aynı zamanda Peygamber'e buğzeden ebter (güdük)lerin küfürlerine karşı da bir cevap mevkiinde olarak onun mânâsını bir açıklama gibidir. İmam-ı Ahmed'in ve "Evsat"da Taberanî'nin rivayet ettikleri bir hadiste, Zeyd b. Harise'nin kardeşi Cebele b. Harise, Resulullah'a: "Bana uykum sırasında okuyacağım bir şey öğret." dediği zaman bu sûreyi okumasını emir buyurmuştur. Bezzar ve İbnü Merduye, Habab'e emrettiğini de rivayet eylemişler. Beyhaki de "Şuab"da: "Enes'e de uykusu sırasında okuması emrolunduğunu" rivayet etmiştir. Ebu Ya'lâ ve Taberanî şu hadisi de merfu olarak rivayet etmişlerdir: "Sizi, Allah Teâlâ'ya şirk koşmaktan koruyacak bir kelime anlatayım mı size? Uykunuz sırasında Sûres'ini okursunuz." Deylemî de Abdullah b. Cerad'dan şöyle rivayet etmiştir: "Resulullah buyurdu ki: Münafık kuşluk namazı kılmaz ve okumaz." Taberanî "Evsat"da İbnü Ömer'den ve "Sağîr"da Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet etmiştir ki: "Bu sûre Kur'ân'ın dörtte birine denktir." Bunun izahında bir hayli söz söylenmiş ise de en basiti şöyle anlamaktır: Kur'ân'ın mânâsı bir bakışa göre şu şekilde özetlenebilir: İbadetler, muameleler, ahiret hükümleri ve kıssalar. Bu sûre ise ibadetin ruhu olan tevhid ve ihlas ilanını emredici olduğu için dörtte birine denk demek olur.

Nüzul sebebi: Ebu Hayyan der ki: Bunun inme sebeplerinden olarak şöyle zikretmiştir: "Peygamber (s.a.v.)'e kâfirler: "Bırak bu tuttuğun davayı biz sana istediğin kadar mal, servet verelim, kızlarımızdan dilediğinle evlendirelim ve seni üzerimize melik yapalım, eğer bunu yapmazsan gel bizim ilâhlarımıza tap, biz de senin ilâhına tapalım, müşterek olalım, hayır hangisinde ise ona hepimiz de ulaşmış oluruz" demişlerdi. Bir de onun en çok buğzedeni Kureyş'ten olduğu ve bir sene kendilerinin tanrılarına ibadet etmesini ve kendilerinin de bir sene onun tanrısına ibadet edeceklerini söylemiş olduklarından dolayı onlardan uzaklaşmak ve o teklifin asla olacak şey olmadığını haber vermek için Allah Teâlâ bu sûreyi indirdi."

İbnü Hişam "Siyer"inde der ki: "Bana gelende: Resulullah (s.a.v.) Kâbe'yi tavaf ediyorken Esved b. Muttalib b. Esed b. Abdi'l-Uzza ve Velid b. Muğire ve Ümeyye b. Halef ve As b. Vâil es-Sehmî önüne gerildiler, bunlar kavimleri içinde yaşlı kimselerdi. "Ey Muhammed! Gel, biz senin taptığına tapalım, sen de bizim taptığımıza tap, biz ve sen (bu) işde müşterek olalım. Eğer senin taptığın bizimkinden hayırlı ise biz ondan nasibimizi almış oluruz ve eğer bizim taptıklarımız seninkinden hayırlı ise sen de nasibini almış olursun." dediler. Allah Teâlâ'da onlar hakkında sûresini tamamen indirdi." İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim ve "Mesahif"de İbnü Enbârî, Ebu'l-Buhturî'nin mevlası Said b. Meyna'dan öyle rivayet de eylemişlerdir. Tefsircilerin çoğunlukla zikrettikleri şu şekillerdir:

Kureyş'in ileri gelenlerinden bir takım, Resulullah'a, sen gel bizim dinimize tabi ol, biz de senin dinine tabi olalım, bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersin, bir sene de biz senin mabuduna ibadet ederiz, dediler. Resulullah: "Allah korusun, Allah'a başkasını ortak koşmaktan." dedi. Onlar, o halde bizim tanrılarımızın bazısına el sürüver de seni tasdik edelim ve tanrına ibadet edelim, dediler. Bu sebeple bu sûre nazil oldu. Resulullah sabahleyin Mescid-i Haram'a gitti, Kureyş'ten dolgun bir heyet vardı. Başları üzerine dikildi de bu sûreyi okudu, onlar da ümitlerini kestiler."

İbnü Cerir'in ve Razî'nin kaydettikleri vechile "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller?" (Zümer, 39/64) âyeti de bu sebeple nazil olmuştu. Onda Allah'dan başkasına tapmayı emrettiklerinden dolayı cahillikleri ile azarlayarak "ey cahiller" diye hitap etmesi emredilmişti. Bundan da daha ağır olarak "ey kâfirler" diye hitap emrediliyor ve bu vechile gerekçesi beyan olunarak onların dininden uzaklaşma ve hak tevhid dini ile din edinilmenin lüzumu tebliğ buyuruluyor. Şöyle ki:

Meâl-i Şerifi

1- De ki: Ey kâfirler

2- Sizin taptıklarınıza ben tapmam.

3- Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz.

4- Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim.

5- Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.

6- Sizin dininiz size, benim dinim banadır.

De ki: Ey kâfirler!" Bu nidaya "de" emriyle başlanmasında Razî kırk kadar nükte saymıştır, tafsili uzun gider. En birincisi Hz. Peygamber'in kendi tarafından değil, Allah Teâlâ'dan açık emir ile bilhassa tebliğ ve ilan edilmek üzere peygamberlik görevi olarak söylenildiğini ilk baştan anlatmaktır. Zira Fahr-i Âlem (s.a.v.) işlerinde yumuşaklıkla ve mülayim olmakla emrolunmuştu. Ona "Allah'ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır giderlerdi." (Al-i İmran, 3/159 buyurulmuş, "(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulmuştu. Allah'a daveti de en güzel yolda olmak üzere "(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl, 16/125) diye emrolunmuştu. Bununla beraber "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun." (Maide, 5/67) hitabıyla da kendisine her indirileni tebliğ etmesi, etmezse peygamberlik görevini yerine getirmemiş olacağı da emredilmiştir. Burada ise muhataplarına "ey kâfirler" diye en ağır vasfile nida edeceği, çünkü beyan ve tebliğ olunacak hak hükmü hakiki sebebi onların değişmeyecek olan kâfirlik sıfatları olduğundan dolayı burada bu sıfatın açıkça söylenmesi lazım geldiği için bu ağır hitap o yumuşak ve mülayim olma emirlerine nasıl layık olur? diye bir itiraza mahal bırakmamak ve hakkın beyanı için bunu açıklamak gerektiği başlangıçta anlatılmak üzere: "Bunu ben kendiliğimden söylemiyorum, emredilmiş olarak söylüyorum." demiş olmak için evvela "de" emri açıklanmıştır. Ve bunun Kevser Sûresi'nden sonraya konulmuş olmasıyla da hem bu emrin "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2) gibi Kevser ihsanına tertip edilmiş emirlerden olduğuna hem de Peygamber'e öyle buğz ve düşmanlık beslemekte ısrarlı olanların güdüklükleri, hayırdan mahrum oluşları gibi kâfirlikleri de ayrılmaz sabit vasıfları ve onlara böyle nida kendilerinin yeğledikleri gerekleri olmuş bulunduğuna da bir siyak (söz gelimi) işareti yapılmış ve bu şekilde inme sebebi olan ve kabulüne ihtimal olmayan birbirine zıt, yapılmaz teklifleri yani putlarına tapılmak şartıyla Allah'a ibadet edeceklerini ileri sürmeleri de ısrarlı oldukları o buğz ve kinin bir neticesi olduğuna dahi işaret olunmuştur. Onun için büyük tefsirciler demişlerdir ki burada böyle "ey kâfirler!" diye nida genel olarak kâfir olanlara değil, ebedî olarak imana gelmeyeceklerini Allah Teâlânın bildiği bir takım kimselere mahsustur. Çünkü kâfirler içinde de, Kitap ehlinde olduğu vechile, Allah'ı mabud tanıyanlar bulunduğu gibi, sonra imana gelip ibadet edenler ve edecekler de bulunduğu için, onlara karşı: "Siz Allah'a ne şimdi, ne de ilerde ibadet edecek değilsiniz." denilmeyeceği açıktır. O halde önce genelleyip sonraki âyetlerle tahsis etmektense başlangıçta "lâm-ı ahid" (ahid lâm) ile nüzul sebebine işaret olarak "ey o kâfirler" diye özele hamletmek daha güzel olur ki, bu özellik de hakka kızgın olup da imana gelmeyecekleri Allah'ın ilminde malum bulunması itibarıyla olan sabit sıfatları olmuş oluyor. Bu ise nüzul sebebi olanların yalnız şahıslarına değil, değişmesi ihtimali kalmamış olan küfürlerinden dolayı olduğu için maksadın aslı küfürden uzaklaşma olarak bu nida öylelerinin hepsine delalet bakımından içerirse de herhangi bir kimsenin veya kavmin ilerde imana gelip gelmeyeceğini Allah'tan başkası bilemeyeceği için bu hitabın dıştan fiilî olarak tatbiki Kureyş içinde nüzul sebebi olanlara bağlı kalmış demek olur. Yoksa "de ki, ey kâfirler" diye emrolunduğundan dolayı henüz geleceği hakkında bilgimiz olmayan şahıs veya toplum her hangi bir kâfire "ey kâfir" yahut "ey kâfirler" diye hakaret ve buğzederek hitap etmek lazım veya caiz olur sanılmamalıdır. Bu emrin, belirli şahıslara karşı fiiliyatta tatbiki nüzul sebebine bağlı demek olduğundan dolayı bütün kâfirler hakkında güzel mücadele ile davet ve yoluyla mücahede ve benzeri diğer gibi muamelata ilişik genel hükümlere muhalefeti de yoktur. Bunu müslüman yalnız küfürden, şirkten, nifaktan ve Allah'ın bildiği o kabil kâfirlerden kalben uzaklaşarak iman ve ibadetinde tevhid ve ihlas ile dinine sarılmak için olur, zamanına ve icabına göre bunu defetmek yerinde okumak da güzel mücadele ve hikmet olur. Onun için bu sûrenin genel olarak cereyan eden ve baki olan hükmü, küfür ve nifaktan uzak olmak için gizli, açık her halde okumaktır. Fakat taarruz için değil, uzaklaşmak için okumak ve sadece bir tarihî hatıra olarak değil, kendi nefsine nasihat olarak dinine ihlas ve inancını kuvvetlendirmek için tilavettir. Hadis-i Nebevî'de şirkten kurtaracak bir kelime olmak üzere uyku sırasında okunmasının tavsiye buyurulması da bu hükmü ve hikmeti ifade eder. Bunun böyle olması ise mücahedeye, ibadet ve dinin tafsilatına dair olan genel hükümlerine ilişkin görevler ile meşgul olmaya engel de olmaz. Hasılı bununla bütün kâfirlere bir saldırı emrolunmamış olduğu gibi, güzel mücadeleden ve mücahededen men olunmuş da değildir. Şu halde bunun içinde ki hükümlerde, genel hükümlere göre nasıh ve mensuh tasavvuruna lüzum yoktur. Ancak nüzul sebebi olan ve Kureyş içinden asla imana gelmeyecekleri haber verilmiş bulunan o kâfirlere mahsus olarak "sizin dininiz size; benim dinim banadır" denilmiş olduktan sonra bilahere Medine'den onlarla harbedilmesinde ve Mekke'nin fetholunup putların iptal olunmasında ve Berâ Sûresi'nin inmesiyle bütün müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaştırılmamasında ve nihayet bütün Arabistan'da İslâm'dan başka dinlerin yasaklanmasında o hususi kâfirlere "sizin dininiz sizin içindir" diye verilmiş bulunan izin hükmünü nesih var mıdır, yok mudur? bu bahis konusu olmuştur. Eğer bu sade bir red veya sonunda cezalarının ağırlığı ile korkutmak (inzar) değil de, iki tarafın dinlerinde serbestlikleri esası üzerine bir antlaşma teklifi niteliğinde ise onlar kabul etmiş ve gereğine uymuş bulundukları takdirde sonradan onlara harp ilanını emreden hükümler bu özel anlaşmayı neshetmiş (hükmünü kaldırmış) olurdu. Aynı şekilde bu onlara verilmiş mutlak bir müsaadeden ibaret olsaydı yine neshedilmiş bulunurdu. Halbuki mutlak bir izinden ibaret olmayıp "benim dinim, banadır" ile karşılıklı olduğu açıktır. Karşılıklı olarak bir anlaşma teklifi olması ihtimaline göre ise onlar bu teklifi kabul etmemişler, Peygamber'in dinî serbestliğini istememişler, küfürde o derece ileri gitmişlerdir. Kabul ettikleri farzedilse bile asla riayet etmeyip bozdukları ve hatta öldürülmesine bile teşebbüs ettikleri malum ve kesindir. O halde onlarca asla kabul edilmemiş veya bozulmuş bulunan bir anlaşmanın, bir hükmü farz olunamaz ki neshine ihtiyaç olsun. Ne izin, ne de anlaşma teklifi olmayıp, beyan olunacağı üzere sırf red veya inzar (korkutma) olduğu takdirde ise neshe lüzum olmayacağı açıktır. Şu halde Alûsî'nin de hatırlattığı gibi bu sûre her yönden muhkemdir. Bunda nesh olunmuş bir hüküm yoktur. Bununla birlikte sonundaki "sizin dininiz sizedir" fıkrasının, seyf âyetleri (cihada izin veren âyetler) ile mensuh olduğunu söyleyenler de olmuştur. Demek olur ki bunlar, "kâfirler"in hepsine hitap olması ihtimalini "sizin dininiz size, benim dinim banadır" âyetinin de kabul şartı gözetmeyerek mutlak bir antlaşma ilanı olması ihtimalini dahi düşünmüşlerdir. Böyle bütün dünyaya "ey kâfirler" diye nida edip de kabul şartını gözetmeksizin hepsine karşı antlaşma ilanı ise Resulullah'ın gönderilişi ile uyuşması kabil değildir. Ancak kabulleri şartıyledir ki bunun bir mânâsı olabilir. Kabul etmeyenler veya kabul edip de bozanlar hakkında da söylediğimiz vechile neshe hacet kalmaz. Fakat böyle genel bir anlaşmanın mevcut olmadığını bütün ihtimalleri dikkat nazarına alarak anlatmış olmak için bunun başlangıçta bir antlaşma ilanı olduğu soyut bir ihtimal olarak farzedildiği takdirde bile mensuh olmak lazım geleceğini söylemişlerdir. Bu daha kestirme olduğu için yaygınlaşmıştır. Maksadın esası öyle bir anlaşma hükmünün geçerli olmadığını bildirmek olmasına göre her iki görüşte de netice bir demek olursa da, nesih tasavvuru bu sûrede sadece uzaklaşmadan fazla olarak başlangıçta mutlak bir anlaşma hükmünün sabit olduğunu ve lüzumu halinde cihada engel olmaya delalet eder bir kaydın varlığını farzetmeye dayanmaktadır. Halbuki kabulsüz antlaşma hükmü düşünülemeyeceği gibi, böyle bir teklife, genel olsun, özel olsun, "ey kâfirler" diye hitap ederek başlanmak da makul olmaz. "De ki, ey kâfirler" emri, her şeyden önce bir mücahede telkin eder. Bunun sonunda, "dininiz sizin olsun, hayır ve şer cezası, sorumluluğu size aittir, sonra karışmam ha!" demek de bir izin verme değil, "İstediğinizi yapın." (Fussilet, 41/40) kabilinden bir tehdit veya "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 2/256) esası üzere, bir defetmek ve reddetme ile uzak bulunma olduğu zahirdir. O halde başlangıçta antlaşma sabit olmayınca netice bakımından nesih de varid olmaz. Şu halde hitap, genel olsa da, özel olsa da bu sûrenin hiç bir âyetinde nesih yoktur, hepsi muhkemdir. Yalnız önceden umuma hamledildiği takdirde ikinci ve üçüncü âyetlerle tahsis gerekeceğine göre, bu sebeple izah olunduğu üzere hususa yüklenmesi daha uygundur. Yani "ey o Allah'tan başkasına tapan ve bundan böyle imana gelmeyecekleri Allah'a malum bulunan müşrik kâfirler!"

2. Tapmam. Ne şimdi, ne ilerde gönül verip ibadet etmem, o nesnelere ki siz tapıyorsunuz. Yani o tanrı yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet ve kulluk etmem. Buna karşı onların, "biz Allah'a da ibadet ederiz" diyebilmeleri ihtimalini defetmek ve murad, Allah'dan başkasına ibadet etmem demek olduğu anlatılmak üzere onların ne şimdiki halde, ne de gelecekte Allah'a ibadet etmeleri ihtimali kalmayacak derecede şirk ve küfür, tabiatları olmuş kimseler olduğu şöyle açıklanıp haber veriliyor

3-4. ve siz ibadet ediciler değilsiniz o mabuda ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah'a ibadet şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız da. Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı ihlastır. Allah'ın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah'a ibadet eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını ortak koşarak veya Allah'tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah'a kulluk ediyoruz zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan dolayı "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller." (Zümer, 39/64) buyurulmuştu.

5. ve siz ibadet ediciler değilsiniz o mabuda ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah'a ibadet şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız da. Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı ihlastır. Allah'ın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah'a ibadet eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını ortak koşarak veya Allah'tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a ibadet değil, onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah'a kulluk ediyoruz zannetseler bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan dolayı "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller." (Zümer, 39/64) buyurulmuştu. Aradaki bu fark daha çok açıklanmak ve takviye olunmak üzere de buyuruluyor ki: Hem ben tapıcı değilim sizin taptıklarınıza. Yani sade şimdi tapıyor olduklarınıza değil, Peygamber olarak gönderilmeden önce geçmişte taptıklarınız da dahil olmak üzere hiç birine ibadet edici değilim; ne taparım, ne de tapmışım.

Başlangıçta muzarî sigasıyla burada mazî sigasıyla buyurulması, onların halde olduğu gibi, geçmişteki tapmalarına da Peygamber'in iştirak etmemiş olduğuna işaret eder. Bundan dolayı bazıları buradaki ism-i failinin mazi (geçmiş zaman) mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Geçmişte olsun, halde olsun, gelecekte olsun hiçbir zaman onlara ibadet edici değilim, diye tamamını reddetmek daha kuvvetli olur. Şu kadar ki ism-i failin mef'ul-i bihte ameli için hal veya gelecek zaman (istikbal) mânâları şart olduğuna dayanarak burada mef'ul-i bih olan mevsul "mâ"sında amil bulunan ism-i failinin mazi mânâsına olabilmesi tartışılmıştır. Fakat bu itiraz nın masdariyye olması takdirinde varid olmaz. Çünkü o zaman mef'ul-i mutlak olabilir. Bunda amel için ise hal ve istikbal (gelecek) mânâsı şart değildir. O halde masdariyye olduğuna göre mânâ şu olur: "Ben sizin tapışınızı, o şirk ibadetini hiçbir zaman yapıcı değilim." Yahut "o sizin benden istediğiniz şirk ibadetinizi geçmişte dahi yapmadım ve hiç bir zaman yapacaklardan da değilim. Öyle ne tapmışım, ne de taparım, sizin tapışınızı yapanlardan değilim." Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma ibadet edicilerden değilsiniz. Hiç bir zaman değilsiniz, etmediniz, etmiyorsunuz, edecek de değilsiniz. Yahut siz de benim edeceğim tevhid ve ihlas ile ibadet etmediniz, etmiyorsunuz ve etmezsiniz. Bu iki âyet ilk bakışta öncekilerin bir tekrarı gibi görünür. Bunda tefsircilerin iki vechi vardır:

Birisi başlıbaşına tekid de takviye için tekrar edilmiş olmasıdır ki, üçüncü menfi (olumsuz) cümle, ismiyye (isim cümlesi) olarak daha kuvvetli bir şekilde birinciyi, dördüncü de ayniyle üçüncüyü mânâ itibarıyla te'kit eder denilmiştir. Ferra bu fikre kanaat getirmiş ve demiştir ki: "Kur'ân Arap diliyle nazil olmuştur. Tekit ve anlatmak için kelâmı tekrar etmek de onların âdetlerindendir. Kabul eden "belâ, belâ" (evet evet) der; çekinen "lâ, lâ" (hayır hayır) der. "Hayır, yakında bileceksiniz, yine hayır yakında bileceksiniz." (Tekâsür, 102/3-4) yüksek sözü de bunun üzerinedir. Ve şu beyitleri söylemiştir:
 

PoLy

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    29 Şub 2012
  • Mesajlar
    700
  • MFC Puanı
    3
Ve "Bende onların yaptığı nice şeyler vardır.

Yükseltip gerekli kıldıkları eller (nimetler) vardır.

Leylâ'nın uzaklığı yüzünden sabahleyin kargalar bağırıyor.

Onlar Leylâ'nın ayrılığından -kimbilir- kaç defa bağırıyorlar?

Sen sormadın mı Leylâ! Kinde topluluğuna,

Geri döndükleri gün ki; nereye, nereye?"

Nazımda ve nesirde bunun misalleri çoktur. Burada tekidin faydası da o kâfirlerin ümitlerini kesmek ve ebedi olarak küfürde kalacaklarını tesbit etmektir". Taybî de bunu tercih etmiştir. Lakin burada atıf vardır. Halbuki cümlelerin tekidi den başka atfedici ile olmaz, diye itiraz edilmiştir. Fakat caiz görenler "vâv"ı da ye kıyas etmişler demektir. Lakin bu şekilde atfın en zahir şekli de bu dördüncü cümleyi üçüncüye atfettikten sonra hepsini önceki iki cümlenin tamamına atfederek bu iki âyet toplamıyla önceki iki âyet toplamını te'kit olmalıdır. Gerçi üçüncü birinciye, dördüncü ikinciye atf ve tekit olmak lafız ve mânâ bakımından daha uygun gibi görünür ve Ebu Hayyan'ın ifadesinin zahiri de bu ise de, bu şekilde tekit ile tekit edilenin, atfedilen ile kendisine atfedilenin aralarını ecnebi (müteallakı olmayan) ile fasıl (ayırım) Nahiv ilmince caiz olamaz. Şu halde bunda lugat mânâsıyla bir tekit ve takviye zahir olsa da terim mânâsıyla tekit, zahir değildir. Bu bir atıftır, atıf ise az çok bir başkalık ifade eder. Onun için çoğunluk, bu âyetlerde mânâ bakımından tekrar olmadığını ve bundan dolayı sadece tekit değil, her birinin bir te'sis (esas koyma) olduğunu açıklamışlardır. Zira muzarî ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek, devam ettirme mânâlarına göre birçok vecihlerle farkları olabileceği gibi, 'ların da mevsul veya mevsuf yahut masdariyye olabilmeleri ihtimallerine göre çeşitli farkları düşünülür. Bunların şekli ve her birinin siyak (söz gelimi)a göre olan özelliği de düşünülünce burada tekidden başka daha birçok vecihler hasıl olabileceğinden bu farkları çeşitli şekillerde izah etmişlerdir. Çok olumsuz olan muzari ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek zaman, geçmiş zaman mânâlarına göre zaman farklarını gözetmişler, bazıları da önceki iki yı mevsul; sonraki iki yı de masdariyye olmak üzere ayırım yapmışlar, bazıları da iki vechi toplamışlardır. Zaman ayırımı yapanlar: Bir kısmı öncekilerin hal, ikincilerin gelecek zaman için olmasını, bir kısmı da tersini tercih etmişlerdir.

Keşşaf şöyle demiştir: "Mânâ: Ben, gelecekte benden istediğinizi, o ilâhlarınıza ibadeti yapmam, siz de gelecekte o benim sizden istediğimi, benim ilâhıma ibadeti yapacak değilsiniz ve ben sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla tapmadım. Yani cahiliyyede bile benden putlara ibadet geçmiş değildir. O halde o benden İslâm'da nasıl ümit edilebilir! Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma hiçbir vakit ibadet etmediniz." Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir.

Bu mânâda "ben tapmayacağım" nefy-i istikbal (olumsuz gelecek), birinci "siz tapıcılar değilsiniz" de öyle. lar mevsul olmakla beraber mabuddan ibaret değil, masdariyyede olduğu gibi ibadetten ibaret; "ben ibadet edici değilim"de "vâv", haliyye olmak muhtemel olarak nefy-i mazi (olumsuz geçmiş zaman), ikinci "siz ibadet ediciler değilsiniz" bütün zamanları içine almak üzere nefy-i müstağrak demek olur. Bu şekilde her cümlenin ayrı bir mânâ ifade etmesinin bir şekli nüzul sebebine göre anlatılmıştır.

Buna iki şekilde itiraz edilmiştir:

Birisi: nın hâle (şimdiki zamana) de, gelecek zamana da ihtimali varken, öncekilerin geleceğe tahsisidir. Zira Ahfeş, Zeccâc ve diğerleri gibi bir kısım tefsirciler öncekileri hale, ikincileri geleceğe yüklemişlerdir. Lakin maksad hasr (tahsis) olmayıp nüzul sebebinde taleb istikbale ait olduğundan "ben tapmayacağım" nefy-i istikbalde meşhur bulunduğundan dolayı ilk cevabın onu red ile başlaması, sonra daha çok terakki için mazi ve zamanların hepsine kadar gidilmesi daha kuvvetli olmuştur.

İkincisi: Yukarıda işaret ettiğimiz üzere mazi mânâsında olan ism-i failin mef'ul-i bih olan mevsul mâ'sında ameli meselesidir. Zira Kisâi bunu kabul etmişse de, çoğunluk reddederler. Keşşaf Nahivce bunda Kisaî mezhebini benimsemiş denilmek de uzak görünür. Bundan dolayı öncekilerin geleceğe, ikincilerin hale hamletmesi daha uygun olacağını söylemişlerdir. Fakat üçüncüde mazi sigasıyla "siz ibadet etmediniz" buyurulması, buradaki "abid"de mazi mânâsının da işaret şekliyle olsun düşünülmesine bir karine (ip ucu) gibidir. Onun için hal ve gelecek mânâsını ihmal etmek caiz olamayacağı gibi, mazi mânâsı da ihmal edilmemek gerekir. O halde amel, ya bazılarının dediği gibi kendinden öncesine müşâkele (şekilce bir olma) suretiyledir. Yahut "mâ", ibadet mânâsına hamledilmek itibarıyla masdariyye gibi mef'ul-i mutlak yerinde olduğundan dolayıdır. Böyle olunca da sonrakilerde ma-i masdariyye yapmak, olumsuzlukta, mazi, hal, istikbal üçünü de içerecek vechile mutlak ism-i faile musallat etmek siyak-ı nefy (sözün olumsuz gelmesi)de varid olan nekrenin genel istiğrak (kaplama) mânâsına daha uygun ve tekitlerin hepsinden kuvvetli, gelişen bir te'sis (esas koyma) olduğu gibi, netice için de ayrıca bir genişleme olur. Onun için biz de yukarıda bu yolda izah ettik.

Görülüyor ki burada ibadet fiilinin türlü tasrifleriyle birçok nüktelere işaret olunmuştur. "Mâ"ların mânâlarına ve "vâv"ların bağlama şekillerine göre de bunların birbirleriyle çarpışmasından o kadar çok tefsir şekilleri ortaya çıkıyor ki, tafsili şöyle dursun, sayılması bile uzundur. Ancak şunu da söyleyelim ki fiilleri haldir. Bunların gerek mevsul ve gerek masdariyet üzere tercümelerinde biz hal mânâsını açık ve kısa olarak ifade edemiyoruz. Çünkü dilimizde fiili halden ve muzariden sıla sigası yapmak yoktur. Biz yalnız "olduğu olacağı" gibi maziden ve istikbalden sıla yapıyoruz. Mazi sılasını mazide ve halde müşterek kullanıyoruz. Onun için tercümede bunları "taptığınız, taptığım" diye ifade etmiş bulunuyoruz. Olsa olsa tapıyordunuz, tapıp durduğunuz, tapıyor bulunduğum" diyebileceğiz ki, bunlar da hali mazi ile hikaye oluyor. Halbuki bütün bunlar, esas itibarıyla mazi olan "sizin taptığınız" fiilinin mânâsıdır. Buna da "taptığınız" diyoruz. Burada ise bu farkın önemi bulunduğundan tefsirde hatırlatmak lazımdır. Zira muhataplar tarafından hem "tapmakta olduğunuz", hem "taptığınız" diye hem hal, hem mazi siğaları tasrih edilmiş olduğu halde, Peygamber'e ait olanda sadece "taptığım" diye hal fiili tasrih olunmuş, mazi kapalı geçilmiş olmasında önemli bir nükte vardır ki, o da Peygamber'in uyulması gereken fiili, ibadeti hal zamanındaki yani peygamberliğinden itibaren olan ibadeti olduğuna tenbihtir.

6. Madem ki durum böyledir, sizin olsun dininiz. Bana gerekmez âdet edindiğiniz o küfür ve şirk itikad ve ibadeti. Bütün sorumluluğu, hesabı, cezası, vebali ile sırf size aittir, bana tecavüz edemez. Yani ben ondan tamamen uzağım. Şu halde benden onun kabulünü asla ummayın.

Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, bu yukarıki "taptıklarınıza tapmam" sözüyle "taptıklarınıza tapıcı değilim" sözünü sağlamlaştırmadır. Yani onların mânâsı olan kararı tebliğdir. Bana da dinim. Tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve taattan ibaret olan "O (Allah), Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi." (Feth, 48/28), "Muhakkak ki Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan hak İslâm dini de benimdir. Onun ecir ve sevabı, Kevser'i de ancak bana aittir. Sizin ondan nasibiniz yoktur. nin aslı dir. Esre ile yetinilerek mütekellim "yâ"sı hazfedilmiştir. Bu da "taptığıma tapıcı değilsiniz" sözünü tekittir. Burada Fahreddin Razî, "tefsir"inde üç meseleden bahsetmiştir.

Birinci mesele: İbnü Abbas demiştir ki: Allah'a küfrünüz sizin, ona tevhid ve ihlas da benim. O halde onların küfürlerine izin verilmiş denilebilir mi? Hayır, çünkü Peygamber (s.a.v.) küfürden men etmek için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl tasavvur olunur! Kastedilen şu emirlerden biridir: Birincisi bundan kastedilen "İstediğinizi yapın." (Fussilet, 40/40) gibi tehdittir. İkincisi şöyle demek gibidir: Ben sizi hak ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir Peygamber'im. Böyle iken kabul edip bana uymuyorsunuz, o halde bırakın da beni şirke davet etmeye kalkışmayın. Üçüncüsü: Dininiz sizin olsun, eğer helak olmak sizin için bir hayır ise ona sarılın, ben dinimi bırakmam. (Bu izah, dinin bütün mânâlarını içine alarak en meşhur mânâsı olan ve esası mebde' (başlangıç) ve mead (ahiret)le ilgili olan itikat (inanç) ve amele raci bulunan millet (din) mânâsına göredir) Bu âyetin tefsirinde ikinci görüş: Din, hesabdır. Sizin hesabınız size, benim hesabım banadır. Hiç birimizin amelinden diğerine bir sorumluluk teveccüh etmez, demektir. Üçüncü görüş: Dinden maksad cezası, üzerine gerekecek ceza veya sevaptır. Yani sizin dininizin cezası sizin, benim dinimin cezası benimdir" de! Onlara dinlerinin cezası olan vebal ve ceza elverir; sana da senin dininin mükâfatı olan tazim ve sevap yetişir. Dördüncü görüş "Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi onlara (zina eden kadın ve erkeğe) karşı acıma duygusu tu(tup engelle)mesin." (Nur, 24/2) âyetinde din, belli cezalar demek olan hadd (dînî ceza) olduğu gibi, burada da ceza mânâsınadır. (Bu, ceza mânâsından ehastır, Türkçe'de kullandığımız ceza demektir). Şu halde mânâ şu olur: Benim Rabbimden gelecek cezanız size, sizin putlarınızdan gelecek ceza da bana aittir. Lakin sizin putlarınız bir şey yapamaz, ben onların cezasından korkmam. Fakat göklerin ve yerin tek kahredicisi olan âlemlerin Rabbi'nin cezasından sizin aklen dahi korkmanız lazım gelir. Beşinci görüş: Din, "Dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na dua edin." (Mümin, 40/14) âyetinde dua mânâsına gelir. Yani sizin duanız, yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duası ise dalalettedir, boşunadır. "İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14), "O taptıklarınıza ne kadar dua etseniz, onlar sizin duanızı işitmez, faraza işitseler bile istediğinizi veremezler." (Fatır, 35/14) Bu kadarla da kalmaz, kıyamet günü size zarar da verirler.

"Kıyamet günü de, sizin (onları Allah'a) ortak koşmanızı inkâr ederler. Bunu sana herşeyden haberi olan (Allah) gibi hiç kimse haber veremez." (Fatır, 35/14) dir. Benim Rabb'im ise herşeyden haberdardır, iman edenlerin dileklerini verir "İnanan ve iyi işler yapanlar(ın duasını) kabul eder." (Şura, 42/26) buyuruyor; "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) buyuruyor "Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulalar." (Bakara, 2/186) buyuruyor. Altıncı görüş: Din, âdet mânâsına gelir. Mânâsı: Sizin geçmişlerinizden ve şeytanlardan alınmış olan o şirk âdetiniz sizin olsun, benim melekler ve vahyile Rabbimden aldığım âdetim de benim. Siz şeytanlara ve ateşe kavuşuncaya kadar âdetinizde durun; ben de Rabbime, cennet ve rıdvanıma."

İkinci mesele: Tahsis ifade eder, mânâsı: "sizin dininiz sizedir, sizden başkasına değil; benim dinim de banadır, benden başkasına değil" demektir. Ve "İnsana, çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve "Hiç bir günahkâr, bakasının günah yükünü taşımaz." (İsra, 17/5) âyetlerine işarettir. Bu da, baştaki "söyle" emri düşüncesiyle şöyle demek olur: "Ben böyle vahy ve tebliğ ile yükümlüyüm, sizler de benimseme ve kabul ile sorumlusunuz, ben mükellef olduğum görevimi yaptım, teklifin üstesinden çıktım, sizin küfürde ısrarınızdan bana hiç bir zarar gelmek ihtimali yoktur, bütün zarar size aittir". Ancak Râzî'nin bu ifadesinde tahsisin tasvirinde selbi (inkâr) cihetleri, "sizden başkasına değil", "benden başkasına değil" diye genelleme, dolayısıyla olmuştur. Sözün sevkine göre izafet iki taraf arasında olduğu için tahsisler de "sizedir, bana değil; banadır, size değil" diye önce iki taraf arasında tasvir olunmak açıktır. Razî de buna yukarda geçen sözünün sonunda işaret etmiş demektir. Ebu's-Suud bunu daha açık olarak şöyle tasvir etmiştir: Sizin dininiz ki Allah'a ortak koşmaktan ibarettir, o sizin için tahsis edilmiştir. Sizin umduğunuz gibi benim tarafıma geçmez, şu halde ona boşuna ümitlerinizi kuruntularınızı takmayın, çünkü o münkün olmayan şeylerdendir. Benim dinim ki tevhiddir, o da bana tahsis edilmiştir, sizin tarafınıza geçmez. Çünkü siz onu mümkün olmayana bağladınız ki, o mümkün olmayan benim sizin tanrılarınıza ibadet veya onlara sarılmamdır. Öyle yaparsan biz de senin tanrına ibadet ederiz, diye bana vaad ettiğiniz de aynı şirk koşmaktır. Onların bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersen, bir sene de biz senin ilâhına ibadet ederiz, demeleri de iki tarafın iki ibadette ortaklıkları esasına dayanmış olduğu için, dayanılanın önce getirilmesinden beklenen tahsisin "kasr-ı ifrat" olması gerekir. Bir de "sizin dininiz size" tahsisi, "taptıklarınıza tapmam" sözünü; bu "dinim banadır" tahsisi, "taptıklarınıza tapıcı değilim" sözünü tekit olması caizdir. Şöyle demek olur: "Bana ancak benim dinimdir, sizin dininiz değil." Bu şekilde dayananın, kendisine dayanılana tahsisi olmuş olur.

Üçüncü mesele: Yine Râzî der ki: "İnsanların bir antlaşma sırasında bu âyet ile temsil edilmeleri âdet olmuştur. Bu ise caiz değildir. Çünkü Kur'ân temsil olunmak için (yani mesel halinde söylenmek için) değil, düşünülüp de gereğince amel olunmak için indirilmiştir."

Âlûsî buna temasla şöyle demiştir: Bunda iktibas (aktarma) kapısını örtmeye bir meyil vardır. Halbuki sahih olan iktibas(aktarman)ın caiz oluşudur. Bu Peygamber (s.a.v.) kelâmında, sahabe, imamlar ve tabiinin birçoklarının kelâmlarında vaki olmuştur. Celaleddin Suyûtî'nin de adında yeterli bir risalesi vardır. Fakat iktibasın caiz oluşu da her yerde değil, münasip ve hürmete aykırı olmayan yer ve mânâlarda olabileceğini unutmamak lazım gelir. Râzî, Kur'ân temessül (bir şekil ve surete girmek) için indirilmedi demekle, temessülü mutlak surette reddetmiş görünüyorsa da düşünme ve amel kaydını esas tutmuş olduğuna göre maksadının, düşüncesiz olan temessülü yasaklamak ve bundan dolayı bu âyeti ile mütareke mevkiinde temessül, düşüncesizlik olacağı için caiz olamayacağını söyleyerek bu âyette antlaşma mânâsı olmadığını haber vermek olduğu anlaşılır. Nitekim Alûsî kendisi de antlaşma mânâsı olmamasını tercih ile âyetin muhkem olduğunu açıklamış ve demiştir ki: "Evla (en uygun) olan mensuh olmayacak bir mânâ ile tefsir olunmaktır, çünkü nesih zahirin zıddıdır. Zaruret olmadıkça ona gidilmez."

Gerçekte Kadı Beydâvî de şöyle demiştir: "Bunda ne küfre izin, ne de cihaddan menetmek yoktur ki kıtal âyeti (harbe izin veren âyet) ile mensuh olsun, meğer -Allahümme- antlaşma ile tefsir edildiği takdirde ola."ola.

Bu sûreyi, geleceği üzere Nasr Sûresi'nin takip etmesi de bunun mensuh olması şöyle dursun, nasr (yardım) ve fetih başlangıçlarından olan mücahede kabilinden olduğuna işaret eder.
 

PoLy

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    29 Şub 2012
  • Mesajlar
    700
  • MFC Puanı
    3
108-KEVSER:

Muhakkak biz ( Sûresi'ne bkz.) "Sana Kevser'i verdik." Hitap, Resulullah'adır. "I'tâ"da malumdur ki, atıyye vermek, iyilik yapmaktır. Yani ey Muhammed, emin ol ki biz, Hak Rabb'ın yüksek şanımızla sana özel lütuf ve ihsan olarak kevser verdik kevser.

KEVSER: Asıl lugatta çokluk demek olan "kesret"ten cevher gibi fev'al vezninde vasıf veya bir isim olup Râzî'nin ve Ebu Hayyan'ın ifadeleri vechile çokluğu ifrat derecede olan, yani çok pek çok, gayet çok şey demektir. Oğlu seferden gelen bir Arab'a "Oğlun ne ile geldi?" denildiğinde, "kevserle geldi" dediğini ve bunun çok şeyle geldi demek olduğunu naklederler. "Kamus"ta da şöyle der: Kevser, "herşeyin çoğu," "birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz", İslâm ve peygamberlik, Taif'te bir mektebin adı, saykal vezninde kevser gibi,"hayyir mi'tâ" yani çok hayırlı, çok vergili adam, seyyid yani efendi adam ve nehir mânâsınadır, cennette özel bir nehir adıdır ki cennetin bütün ırmakları ondan şubelere ayrılır. Kevser Sûresi bunu içerir. Şu halde kelimenin yalnız türevine göre lugattaki esas mânâsı düşünülür, verildiği ve ihsan edildiği haber verilen şeyin de hayırlı, güzel bir şey olması lazım geleceği, özellikle verenin Allah Teâlâ olması ve bunun verilmesi büyük şanla beyan buyurulması Allah kelâmında Kevser adıyla anılmasından da bunun hakikaten Allah Teâlâ katında sabit, yani ebedî ve sonsuz bir çokluk ifade ettiği de düşünülürse bundan ilk anlaşılacak açık mefhum "hayr-ı kesir" yani çok, pek çok hayır demek olacağında şüphe edilmez. Ancak bunun aslı itibarıyla ne olduğuna ve din dilinde daha hususi bir mânâsı olup olmadığına gelince, bu hususta tefsircilerin türlü açıklamalarına rastlanır ki, "Tahrir"de yirmi altı görüşe kadar sayılmıştır. Bunlar içinde en çok bilinenlerden bir kaçını olsun söylememiz gerekir:

BİRİNCİSİ: Birçok tefsirlerde selef ve halefe meşhur ve yaygın olan mânâ, Kevser, cennette bir nehirin özel ismi olmasıdır. Zira yukarıda da geçtiği üzere bu mânâ Hz. Peygamber'den sahih olarak rivayet edilmiştir. "Kevser, Rabbimin cennette bana verdiği bir nehir." Bazı rivayetlerde bir havuzdur ki, çok hayır (hayr-ı kesir) ondadır. Ümmetim kıyamet günü varıp ondan içecekler, kapları yıldızlar sayısıncadır. İçlerinden kul olur titreme ile çekilir atılır: Ey Rabbim, o benim ümmetimdendir, derim. "Bilmezsin senin ardından o neler yaptı?" buyurulur, meâlinde olan hadiste "çok hayır" kavramı da açıklığa kavuşturularak cennette bir nehir veya havuz olduğu bilhassa beyan edilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim, İbnü Mâce, Nesaî, İbnü Cerir ve daha diğerleri bu nehirin tarifi hakkında: Kenarları boş inci kubbeleri, içinden ezfer miski çıkar, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, genişliği ve uzunluğu doğu ve batı arası kadar, derinliği yetmişbin yıllık, ondan içen bir daha susamaz, ondan abdest alan ebediyen perişan olmaz, benim ahdi (anlaşma)mi bozan, benim Ehl-i beytimi öldüren ondan içmez." gibi vasıflara Enes'ten, Hz. Aişe'den, İbnü Ömer'den, İbnü Abbas'tan müteaddit hadisler rivayet etmişlerdir. Bir çok hadislerde de havuz varid olduğu malumdur. Bundan dolayı ikisinden maksat bir midir? Havuz nehrin kaynağı veya denize kavuşan kısmı gibi midir? Yoksa ayrı mıdır, diye bahsedilmiştir. Meşhur havuz, mahşerdedir. Bazıları, mizandan ve sırattan öncedir demişler, bazıları da onlardan sonra cennetin kapısına yakın ve Muhammed ümmetinden cennet ehli aralarındaki hakları helallaşmak için hapsolunacakları yerde olduğunu söylemişlerdir. Alûsî der ki: Buna göre havuz, değiştirilecek arzda demek olur. Kadı Zekeriyya, Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin biri sırattan önce, biri de sırattan sonra olmak üzere iki havuzu olup, ikisine de Kevser denildiğini nakletmekle beraber doğrusu havuzun sırattan sonra ve Kevser'in cennette olduğunu ve onun munsabb (denize karışan kısım)ı olduğu için havuza da Kevser denilmiş olduğunu söylemiştir. Ve yine Alûsî'nin beyanına göre denilmiştir ki: Bu havuz mânâsına Kevser, Peygamberimiz'in zikrolunan nehir gibi özelliklerinden değildir. Belki diğer peygamberlerin de havuzları vardır.

Ümmetlerinin müminleri ona geleceklerdir. Nitekim Tirmizî hadisinde: "Her peygamberin bir havuzu vardır ve hep onlar hangisinin geleni daha çok diye öğünürler ve ben muhakkak onların en çok geleni olacağımı umarım." buyurmuştur ki, hadis, Tirmizî'nin dediği gibi hasen garibdir. Onun için bu havuzlara iman ve itikat vacip değildir. Fakat Peygamber (s.a.v.)in havuzuna dair olan hadisler tevatüre yakın derecede meşhur olduğu için Ehl-i Sünnet katında ona iman vacib olduğu Akaid kitaplarında zikredilmiştir. Bununla beraber Mutezile'den ona imanın vacib olmadığını söyleyenler vardır. Şüphesiz ki bu sûre gereğince Resulullah'a Kevser'in verilmiş olduğuna imanın ittifakla vacib olduğunda söz yoksa da, onun bir nehir veya havuz olmasına inanmak sahih olmakla beraber vacibtir denemez. Zira daha başka görüşler de vardır. Şöyle ki:

İKİNCİSİ: İkrime'den rivayet edildiği üzere peygamberliğin şerefidir. Zira peygamberlik, iki cihanın hayırlarını hem dünya, hem din saadetini gerektiren genel başkanlığı içeren ve bundan dolayı başlangıç itibarıyla rahmanî lütuf, hem de sonuç itibarıyla rahimî lütfu içine alan hayr-ı kesir (çok hayır)dir. "Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) diye "çok hayır" olduğu beyan buyurulan hikmetin en yüksek derecesidir. Razî'nin açıkladığı vechile peygamberlik rütbesi uluhiyetten sonra ikinci mertebedir. Onun için "Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir." (Nisa, 4/80) buyurulmuştur, imanın bir esası olmuştur ve Allah'ı bilme esasının dalı gibidir. Zira peygamberlikte marifet için önce Allah Teâlâ'nın zatına, ilmine, kudretine, hikmetine dair bilgiler edinmek gerekir. Peygamberlikte bilgi (marifet) hasıl olunca da ondan semi (duyma) , basar (görme) ve bazılarının görüşüne göre sıfat-ı haberiyye ve vicdaniyye (haberî ve vicdanî sıfat) gibi diğer sıfatlara bilgi edinilmiş olur. Gerçi peygamberlik diğer peygamberlere de verilmiştir. Fakat peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberimiz'in bu yüksek menkıbeden hazzı ve nasibi hepsinden çoktur. O hepsinden önce zikredilmiş, hepsinden sonra gönderilmiştir. Bütün insanlara ve cinlere gönderilmiştir, bütün peygamberlerden önce haşrolunacak, dinine nesih varid olmayacaktır. Onun büyük ahlakı ve faziletleri sayılamayacak derecededir. Râzî burada bilinen diğer peygamberlerin mucizeleriyle onun mucizeleri arasında özet olarak bir karşılaştırma yaptıktan sonra demiştir ki, Allah Teâlâ onu seçtiği kullarından önce getirip "Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık, senden, Nuh'dan..." (Ahzab, 33/7) buyurmuş ve ona böyle bir peygamberlik vermiş olduğu için caizdir ki o peygamberliğe Kevser ismini vererek "biz sana Kevser'i verdik" buyurmuştur.

Şu halde Kevser'i Peygamber'in çok faziletleri, büyük ahlâkı, her hayırı içine alan Kur'ân, tevhid, İslâm, ilim ve hikmet diye tefsir eden görüşler de bütün Muhammed (s.a.v.)'in mucizelerine işareti içeren peygamberlik ve Muhammedî risaletin gereklerinde dahil olur. Bunların her birinin de "çok hayır" olduğunda şüphe olmadığı gibi, Kevser bunların ayrı ayrı her birine de bir şer'i isim olmuştur. Muhammedî risaletin özelliklerinden olan "Mahmud makamı"nı da bu arada zikretmek gerekir. Nitekim bir takım tefsirciler de bunu söylemişlerdir. Önceki sûrede dini yalanlayanlara karşılık olarak düşünülünce Kevser'den bütün mucizeleriyle âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği olur. Bunların her biri cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehirin akış feyzi ile temsil de olunabilir. Bundan başka:

ÜÇÜNCÜSÜ: Ümmetin âlimleridir. Hakikaten ilmen ve ahlaken peygamberlerin varisleri olan âlimler, çok hayırdır. O vahy kaynağından feyz alarak Resullah'ın zikrini yaşatmak, dininin eserlerini, şeriat ve ahlâkının bilgilerini yaymak için ümmete hayır ve fazilet öğretmek itibarıyla cennette rıdvan kaynağından akan Kevser nehrine benzerler. Peygamberler, Allah'ı bilme esaslarında birlik olup da şeriatte (dinin amelî hükümlerinde) farklı olarak halkın kurtuluşu için ilâhî rahmetin yayıcıları olduğu gibi, ümmetin bilginleri de kalbleri hak tevhidi ve vicdanları Muhammedî ahlâk üzere rıdvan neşesiyle Muhammedî şeriatın esaslarında birlik, ahval ve zamana göre füru ve dallarında farklı olarak halka rahmet neşrederler. Yine Râzî der ki: "Bunda fazilet iki vechiledir: Birisi; rivayet olunduğu üzere kıyamet günü her peygamber getirilir. Ümmeti de ardınca gelir. Nice peygamberin beraberinde bir iki kişi gelir. Bu ümmetin âlimlerinden her bir âlim de getirilir. Birçoğunun ardınca binlerce kişi de gelerek hepsi Resulullah'ın yanında toplanırlar. Öyle ki bazı âlimlerin tabileri diğer peygamberlerden birinin tabilerinden çok olur. İkincisi: Âlimler, vahyden alınmış olan naslara uymalarından dolayı isabet etmişlerdir. Kitabı korunmuş ve mazbut olan bu ümmetin âlimleri bütün himmet ve gayretlerini sarfedip meşakkatler çekerek yaptıkları istinbat ve içtihadda da isabet etmişlerdir. Bazıları hata etmiş olsalar bile onlar dahi başlangıçta, iyi niyetle hakkı arayıp gayretlerini sarfettiklerinden dolayı sevap kazanmışlardır." İsabet eden on sevaba nail olursa, gayret edip de hata edenin bir sevaba nail olacağı bir hadis-i şerifte beyan olunmuştur. Fakat hakkı aramayıp da içtihad adına arzu ve isteklerine tabi olanların ilim haysiyetiyle hareket etmemiş olduklarından dolayı, bu hayır ve faziletten hariç heva ehli olduklarını ise hatırlatmaya lüzum yoktur. Bununla beraber bu mânâ da ilim ve hikmet mânâsı altında düşünülebilir.

DÖRDÜNCÜSÜ: Tabilerinin ve toplumunun, ümmetinin çokluğudur. Allah Teâlâ ona o kadar çok hayırlı Ashab ve ümmet ihsan buyurmuştur ki Vakıa Sûresi'nde geçtiği üzere cennet ehlinin yarısından fazlası onun ümmetinden olacağı sahih hadislerle vaad olunmuş ve müjdelenmiştir. Râzî'nin zikrettiği vechile şu meâlde rivayet olunan bir hadis-i şerif ile de istidlal edilmiştir. Peygamber efendimiz buyurmuştur ki: "Ben İbrahim halilullah'ın duası ve İsa'nın müjdelediğiyim. Kıyamet günü şefaatı kabul edilenim. O vakit ben bütün peygamberlerle beraber bulunurken bize insanlardan bir ümmet ortaya çıkacak. Hepimiz onlara gözlerimizi dikeceğiz. Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek. Göreceğiz ki abdest eserinden alınları ve elleri, ayakları parlıyor, ( "abdestin eserinden parlak olarak nişanlanmışlar.") görünce ben diyeceğim ki Kâbe'nin Rabbi hakkı için bunlar benim ümmetim, derken onlar hesapsız olarak cennete girecekler. Sonra bize öncekilerin iki katı kadar diğer bir ümmet daha ortaya çıkacak. Yine gözlerimizi dikeceğiz. Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek. Göreceğiz ki abdest eserinden alınları, elleri, ayakları parlıyor. Ben yine Kabe'nin Rabbi hakkı için bunlar benim ümmetim diyeceğim. Onlar da hesapsız olarak cennete girecekler. Sonra bize o yükseltilenlerin üç katı yükseltilecek. Yine gözlerimizi dikeceğiz, deyip birincilerde ve ikincilerde anlattığı gibi söyledikten sonra Resulullah buyurmuştur ki: "İnsanlardan hiç kimse girmeden önce benim ümmetimden üç fırka muhakkak ve muhakkak cennete girecektir". Peygamberimiz "Nikahlanınız, üreyiniz, çoğalınız, çünkü kıyamet günü ben sizinle (diğer) ümmetlere iftihar edeceğim, hatta bir düşük ile bile." buyurmuş olduğu hadis de malumdur. "Sukut" (düşük) gibi henüz sorumluluk sınırına ermemiş olanlarla bile öğünecek olan Peygamber'in öyle çok kalabalık olan ümmetin çokluğuyla ne kadar sevineceğini düşünmeli, bunun da pek büyük bir nimet olması hasebiyle bunu hatırlatmak hususunda da "Şüphesiz biz sana Kevser'i verdik." buyurulması da elbette güzeldir. Ve bu mânâda âlimler de dahil olur.

BEŞİNCİSİ: Hz. Peygamber'in evlatlarının çokluğudur. Bu sûrenin inişi Peygamber (s.a.v.)in oğlunun ölümü üzerine ona "ebter" diye edepsizlik etmeye kalkışan düşmanlarını red için olması sebebiyle bilhassa bu mânâ ile müjdeleme dahi pek uygundur. Yani düşmanlarının zannettiği gibi senin oğullarının -hikmet sebebiyle ölmesiyle neslin kesilecek değil. Bilakis sana zaman geçmesiyle kesilip tükenmeyecek çok, pek çok nesil vereceğiz, demek olur ki, gerçekten de öyle olmuştur. Bununla beraber bu mânâyı üçüncü âyetten anlamak daha açık olur. Bunlardan başka daha bazı nimetler ve faziletler zikrolunmuştur. Fakat bütün bu mânâlar söylenmekle beraber tefsircilerin çoğu "çok hayır" mânâsında ısrar etmişlerdir. Çünkü asıl lügat itibarıyla anlaşılan en geniş mânâ odur. Diğerlerine Kevser denilmesi, hep bu "çok hayır" mânâsı itibarıyladır. Bunda dünyaya ve ahirete mahsus tasavvur olunabilen ve henüz tasavvur olunamayan her "çok hayır" da dahil olabilir. İbnü Cerir ve İbnü Asakir bunu Mücahid'den rivayet etmiş oldukları gibi, Said b. Cübeyr'den, İbnü Abbas'tan meşhur olan da budur. Buhârî, İbnü Cerir ve Hakim, Ebu Bişr tarikıyle Said b. Cübeyr'den, İbnü Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Kevser, Allah Teâlâ'nın ona, yani Resulüne vermiş olduğu hayırdır, dedi. Ebu Bişr, ben Said'e: "Birçok kimseler, o cennette bir nehirdir diyorlar", dedim. "Cennetteki nehir, Allah Teâlâ'nın ona ihsan buyurduğu hayırdandır." cevabını verdi." diye izah etmiştir. Bu cevap aynen İbnü Abbas'ın kendisinden de nakledilmiştir.

Şimdi burada şöyle bir soru hatıra gelebilir: Kevser'in cennette bir nehir olduğu hakkındaki hadisler sahih ve hatta selef ve halefte tevatüre yakın bir dederecede meşhur ve yaygın iken, doğrudan doğruya Resulullah'tan sabit olan bu tefsire karşı diğer mânâ ve ihtimallerden bahsetmek nasıl caiz olur? Bunca tefsirciler böyle farklı görüşlere nasıl sahip olurlar?

Buna cevap, "çok hayır" kavramının kesinlik ve kapsamıyla beraber hadislerin bir misal ile tefsir olması ihtimalidir. Şöyle ki hadisin birinde "onda çok hayır vardır" denilmesinden de anlaşıldığı üzere "çok hayır" mânâsı lafzın esaslı mefhumu olduğu ve âyette kelimesinin başındaki "lâm"ı ahde hamlolunduğu takdirde de bu mefhumun sübutunda tereddüde yer olmadığı gibi hadislerin de mutlak olan vermeyi yalnız ahirete tahsis etme mânâsına olmayıp, Kevser'in yalnız akıl ile bilinmesi kabil olmayan ve ancak görmek ve peygamber haberiyle bilinebilecek olan en mühim bir misali ile tefsiri kabilinden olması muhtemel bulunduğu ve bundan dolayı mefhumu tefsir ederken Kur'ân'ın açık olan mutlaklık ve kapsamını da koruyarak tefsir etmek her şüpheden uzak olacağı cihetle tefsirciler zikrolunan ve yalnız Peygamber tarafından ayrıca beyan ile bilinebilecek olan nehir ve havuz hadisleriyle beraber lafzın makul olan bütün ihtimallerini de düşündürmek ve tefekkür ettirmek üzere "çok hayır" mefhumu üzerine diğer birçok misallerini de tefsir siyakında zikretmeyi vazife bilmişler ve söylenen görüşlerin hepsi de âyetin mazmununda dahil ve diğer deliller ve karineler (ip uçları) ile de teyid edilmiş bulunduğu için bu konuda birbirini hata ve sapıklığa dahi nisbet etmemişler, ancak rivayet itibarıyla zahir (açık) olan hadisler dolayısıyla "çok hayır"ın kaynağı olan cennette bir belli nehir diye mi, yoksa dirayet bakımından zahir olup bir çok misallerle izah edilebilecek olan mutlaka "çok hayır" mânâsı ile mi tefsir etmek daha sahih ve daha evla (faziletli) olacağında ihtilaf etmişlerdir. Nitekim İbnü Abbas'ın da nehir hadisini söylemekle beraber Said b. Cübeyr'den rivayet olunduğu vechile o da "çok hayır"dandır, demiş olması, nehir tefsirini misal ile tefsir kabul etmiş olduklarını gösterir. Onun için bütün tefsirlerin sonucu iki vecih üzerinde özetlenebilir: Birisi cennette bir nehir ki, "çok hayır" ondadır. Birisi de mutlaka "çok hayır". Bundan dolayıdır ki Rağıb "Müfredat"ında bu iki mânâyı tesbit ederek şöyle der: o cennette bir nehirdir ki, cennetin nehirleri onun kollarıdır, denildi. Bir de o , o "çok hayır"dır ki Allah Teâlâ onu peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.) hazretlerine vermiştir, denildi. Cömert adama da Kevser denilir ve bir şey son derece çoğaldığı zaman da "Bu şey, son derece çoğaldı." denilir.

Önceki sûrede geçtiği gibi dini yalanlayanlara tam karşılık olmak üzere Allah Teâlâ'nın hisler, akıllar ötesinde gayb hazinelerinden cereyan eden nice gizli cemal ve celal eserleri muhakkak olduğuna iman eden, sırf din neşesiyle, gizli bir zevk ile düşünülünce hadis-i şeriflerin temsil ve tasviri gibi cennette bir nehir olması daha derin ve daha zevkli, daha mânâlıdır. Bununla ebedi kudsi bütün hayır gayelerinin rıdvan kaynağından sonsuz feyiz cereyaniyle gizli tecellileri Muhammedî hakikatte ortaya çıkacağı misalî şekilde anlaşılacağından başka, o nehirin kendisine Mirac'da gösterildiği ve onun üzerine Sidre-i Münteha yükseltilerek büyük eser gösterildiği, yani "Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar, yahut daha az kaldı." (Necm, 53/9) sırrı tecelli ettiği de bu hadislerde haber verilmiş olduğundan bu mânâda "Sidre'yi kaplayan kaplamıştı, (Muhammed'in) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü." (Necm, 53/16-17-18) ifadeleriyle bilhassa Mirac'a da işaret edilmiş olur. O halde buna mukaddime ve vesile olarak verilmiş olan diğer ilâhî lütuflara delalet etmesi ise öncelikle sabit olacağı ve onlar lügavi mânâ ile açıkça da anlaşılabileceği cihetle Resulullah özellikle anılan nehiri haber vermekle yetinmiş demektir. Lakin yalnız gizli bir zevk ile değil de herkes için daha açık olmak üzere aklî bir zevk ve nazarla düşünüldüğü şekilde yine hadis-i şerifin işaret ettiği vechile mutlaka "çok hayır" mefhumuyla tefsir etmek daha açık ve kapsamlı ve herkesin tefekkür edebilmesi itibarıyla daha faydalı olduğu da açıktır. Bu şekilde İslâm dini "Kime hikmet verildiyse, çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) buyurulan hikmet, "(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulan Muhammedî nübüvvet ve risalet, özellikle Kur'ân, Kur'ân'ın içerdiği bütün hayır ve faziletler, bu cümleden olarak Kur'ân sûrelerinde "Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır." (İsra, 17/79), "Muhakkak ki O'nun sana olan lütfu büyüktür." (İsra, 17/87), "Ve sen, büyük ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4), "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi âyetlerde Resulullah'a bahşettiği ve vaad ettiği beyan olunan dünya ve ahirete ait bütün ihsanlar ve ilâhî feyizler, şeriatinin baki olması, ümmetinin âlimleri, hayır tabileri ve ümmetinin, nesil ve evladının çokluğu, Mirac'da mazhar olduğu mevhibeler, nihayet şefaatı, cennetteki özel nehri... hep "çok hayır" mânâsında dahil misal ve tasdik olunan husus olarak düşünülür ve açıklanır.

Böyle biri mefhum, biri daha çok tasdik olunanı ifade eden bu iki tefsir ile Kevser kelimesi şeriat dilinde vasıflıktan isimliğe naklolunarak İslâm dini ve Muhammedî nübüvvetin dünyaya ve ahirete ait ilâhî feyizlerin ismi olmuştur.
 

PoLy

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    29 Şub 2012
  • Mesajlar
    700
  • MFC Puanı
    3
Tevbe Sûresi'nde "Dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır." (Tevbe, 9/38) buyurulduğu üzere malumdur ki dünyevî hayat metaı, ahirete göre az, pek az bir şeydir, çünkü fanidir, geçicidir, sonludur. Allah Teâlâ'nın Kevser buyurduğu lütuf ise çok, pek çok demek olduğu için geçici dünya lütuf ve servetinden ibaret olmayıp, ahirette ve Allah katında çok, ebedi olarak kesilmez, tükenmez "Kesintisiz vergi." (Hud, 11/108) olduğu gerek Kevser lafzının mânâsı ve gerek Duhâ Sûresi'nde geçen "Muhakkak ahiret sana dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ, 93/4) hükmünün gereği olarak anlaşılmak lazım geleceği gibi sûrenin sonunda da bunun asla kesilmeyeceği ayrıca savunulmuştur. Ve işte "Kevser"in bilhassa cennette bir nehir olduğunu Resulullah'ın beyanı da dünyaya ait cihetlere önem vermeyip asıl ahiretle ilgili bu yönü açıkça tefsir olmuştur. Şu halde Duhâ Sûresi'nde "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) diye gelecek zaman kipiyle vaad buyurulmuş olan ihsan, burada daha kuvvetli ve daha çok olmak üzere "biz sana Kevser'i verdik" diye mazi (geçmiş zaman) kipi ve Kevser lafzıyla ifade buyurulmuştur. bu ise onun dünyada iken tahakkuk etmiş emr-i vaki olduğuna işaret eder. O halde en çok ve en mühim kısmı ahirette tahakkuk edecek olan bu lütfun böyle ifade edilmiş olmasının nüktesini düşünmek gerekir. Zira bu "verdik" fiili ya ihbar, ya inşâdır. İhbar olduğuna göre geçmişte verilmiş bir lütfu haber vermiş olur. Hibe ve temlik ahidlerinde olduğu gibi bir inşâ ifade ettiğine göre de şimdiki halde bir lütfu gerektirmiş ve inşâ etmiş olur. Usûl-i Fıkıh'ta malum olduğu üzere bu gibi ahitlerde kullanılan mâzi (geçmiş zaman) kipleri lugat itibarıyle ibaresiyle ihbara konulmuş olmakla beraber, şer'an de iktizasıyla inşâya delalet eylediklerinden dolayı doğrusu burada ihbar ile beraber inşâ dahi vardır. Fakat i'tanın, temlikin geçmişte veya halde tahakkuk etmiş olmasından, verilenin bitmesi ve durması lazım geleceği zannedilmemeli, i'tanın taalluk ettiği şey kendi mahiyetine göre düşünülmelidir. Gerçi teberrular, almakla tamam olur, kaidesine göre vermenin tamam olması verilenin tamamen ortaya çıkarılarak teslimine dayanır ise de, ahiret nimetleri sonsuz olduğu için Kevser'in gelecekteki bütün cereyaniyle hal-i hazırda tamamının ortaya çıkarılarak teslimi ihtimalden hariçtir. Bundan dolayı tefsirciler burada mazi ile tabirin nüktesinde bir kaç vecih söylemişlerdir:

1- Bazıları, gelecekte vukuun tahakkukuna binaen mazi ile tabir olunduğunu söylemişlerdir. Bu, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi gelecekte bir vaadin tahakkukunu ifade ederse de geçmişte veya halde bir inşa ifade etmeyeceği için zahirin tersidir.

2- Denilmiştir ki bunda i'tâ (verme)nın büyüklüğüne ve icrası geri bırakılmayıp yürürlükte olan emir olduğuna işaret edilmiştir. Bunu şu iki vecih izah eder.

3- Zaman mânâsı kastedilmeyerek bu i'tânın ezelde takdir edilmiş bir ilâhî hüküm olduğunu ve Allah Teâlâ'nın zenginleştirme ve başarıya ulaştırma yahut fakirleştirme ve güçlüğe düşürme ile hüküm ve takdiri sonradan olmayıp ezeli bulunduğuna işarettir.

... 4- Bir şeyin aslını, kaynağını, sebeplerini ve illetini vermek ve onun bütün gelecekteki füru ve neticeleri, fazlalıkları ve meyveleri ile tamamını vermektir. Nitekim bir bahçeyi hibe ve teslim onun senelerce meydana gelecek hasılatının da temlikini tamam etmiş olacağı gibi, bir evin anahtarını teslim de o evi teslim demektir. Bu vechile dünyevî hayırların sebeplerini bahşetmek, dünya hayırlarını bahşetmek olacağı gibi, dünyada ahirete ait hayırların sebeplerini bahşetmek de ahiret hayırlarını bahşetmek olur. İşte Kevser'i bahşetmek böyle önce ve sonra sır ve gayb âleminde bulunan çok hayrı bütün kaynakları ile bahşetmektir. O, Muhammedî hakikatı ezelde takdir olunarak ihsan emri ile verilmiş, bu sûrenin nüzulü esnasında bilfiil verilmiş bulunan Rabbanî mevhibeleri ile de ilerde ona terettübü takdir edilmiş olan ilâhî feyizlerin sebeplerinin verilmiş olması bakımından gelecekte cereyan edecek olanların hepsi de halde temsil ettirilerek verilmiş, ezelî takdir hükmünce ilerisinin kesilmeyeceği de taahhüt olunmuştur. Kevser'i cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehir diye tarif de bunu anlatır. Çünkü Kur'ân'da cennetin nimetlerinin cereyanı "Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler var." (Maide, 5/119) diye nehirlerle anlatıldığı gibi, Muhammed Sûresi'nde de müttakilere vaad olunan cennet naiminin cereyanları ve zevk-u lezzetleri "Muttakilere vaad olunan cennetin durumu şudur: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır..." (Muhammed, 47/15) âyetinde bozulmaz su nehirleri, tadı değişmez süt nehirleri, içenlere lezzet veren şarap nehirleri, süzme bal nehirleri ile temsil olunduğu malumdur. Onun için Kevser'in cennette Peygamber'e verilmiş bir nehir olarak kendisine Mirac'da gösterildiğinin beyan olunması ve sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve tiynetinden ezher miski (kokusu) çıkar ÉÊ}gibi vasıflarla tarif ve vasfedilmesi ve ümmetinin kıyamet günü ona çıkıp içeçeklerinin haber verilmesi de gösterir ki, o süt ve bal cennet ırmaklarının temsilidir. Ve Kevser onların hepsinden hoş ve üstün olarak Peygamber'e özgü kaynak olup, müttakilere vaad olunan cennet ırmaklarının ondan kaynaklanacağı Muhammed Sûresi âyeti üslûbu üzere ve ona işaret olarak bir beyan olduğundan gaflet edilmemek gerekir. Şu halde önceki sûrelerden sonra Mâûn sûresini takip eden bu sûrede mazi (geçmiş zaman) siga (kipi)sıyla "biz sana Kevser'i verdik" buyurulmasında ezelden bir ihbar, halde bir inşa (talep), sonsuz gelecek için de bir taahhüt mahiyetinde Resulullah'a ve ümmetine Muhammedî hakikat özelliğinden olmak üzere müjdeleme üstüne müjdeleme olarak şu mânâlar var demektir: Ey Muhammed! Biz âlemlerin Rabbi seni vucuda getirmezden önce sana bütün saadetin sebeplerini, hayır menbalarını yegane lütuf ve ihsan olarak takdir ve tebrik edip önceden verdik. Seni bu yüksek fıtratla vücuda getirip yetiştirdikten, sen okumazken "oku" emriyle temiz sayfaları okuttuktan ve sen hak ruhuyla onların hakkını ifa ve şükrünü eda etmek üzere din ve kulluk ile hayır işlemeğe başladıktan sonra onlara terettüp ettireceğimiz ve o menbalardan akıtmasını ezelden takdir ve taahhüt ettiğimiz dünyaya ve ahirete ait sonuçlar ve semereler, ecir ve sevaplar, hayır ve bereketler de şimdiden senin olmuştur. Yalanlayanların yalanlamalarına rağmen sana o yüksek yaratılışı, nimetlerimizin doğru yolu olan dini "Onu (İslâm'ı) bütün dinlerin üstüne çıkarsın." (Sâf, 61/9) her dine üstün olacak olan hak tevhid dinini, "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) olan İslâm'ı , "Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) buyurulan hikmeti, "Âlemlere rahmet." (Enbiya, 21/107) olan risalet (peygamberlik)i, insanların ve cinlerin bir dengini getiremeyeceği hüda, nur, Kitab-ı Mübin (açık kitab) olan "Muhakkak ki onu biz muhafaza edeceğiz." (Hıcr, 15/9) âyeti gereğince muhafası taahhüd buyurulan Kur'ân'ı onun içermiş olduğu müjde ve tehdidi ile rahmet ve rıdvanı, büyük ahlâkı, velhasıl evvel ve âhiri (önceyi ve sonrayı) hamdolan Muhammedî hakikate takdir ve tahsis edilen pek çok faziletleri ve çok delilleri bahşetmekle sana dünya ve ahiretin "çok hayrı" ve cennet nehirlerinin kaynağı olan Kevser verilmiş bulunuyor. Bir ihsan ki hem en hoş, hem gayet çok, veren vericisi de bütün âlemlerin Rahmân, Rahîm Rabb'i, seni Mirac'a çıkaran, sana "Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır, Rabb'ın sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duha, 93/4-5) buyuran "Biz senin göğsünü açmadık mı?" (İnşirah, 94/1) buyuran, "Oku, Rabb'in en büyük kerem sahibidir." (Alâk, 96/3) buyuran, sana Kadir gecesini veren ve daha sen dünyaya gelirken Beyt'i (Kabe'yi) yıkmak üzere gelmiş Fil sahiplerini o şaşılacak durumda defeden ve perişan edip seni yetiştiren şanı yüce Rabbin. Emin ol ki senin hayır ve feyzin, bereketin kesilmek ihtimali yoktur. Ardınca Peygamberlerin varisleri olan âlimler, hayırlı ümmet, hayırlı nesil ve evlat gibi pek çok Ashab ve tabiler gelecek. Onlar da senden feyz alarak ahirette, o "Makam-ı mahmud" (öğülmüş makam)da senin emrinde liva-i hamd (hamd sancağı) altında o Kevser'in bütün lezzetlerden daha tatlı, daha hoş olan kesilmez, tükenmez akıntısından nimetlenip ve lezzetlenecekler.

2. Onun için şimdi bu Kevser ihsanının şükrünü eda etmek üzere haydi namaz kıl. "Fâ", sebep bildirmekle önündeki emirlerin kendinden öncekilere ilgisini ifade etmek içindir. Çünkü lütuf, önemi oranında şükür ve taatı, şükür "Şükrederseniz, muhakkak size arttırırım." (İbrahim,14/7) hükmünce artmayı haketmeyi gerektirdiği için Kevser ihsanı bu emirlerin en mükemmel şekilde ifasını icab ettirir.

Kevser kavramı Kur'ân'da zikredilen hayırların hepsini içermek itibariyle de bu terettüp yukarda geçen sûrelerin hepsine ve en sonunda Mâûn Sûresi'ne bir özet halinde terettübü dahi içine alır. Şu halde şöyle demek olur: Hal böyle olduğundan, yani sana o Kevser'i bahşettiğimizden dolayı o nisbette çok şükretmek üzere ibadet ve hayır ile meşgul ol da o "İbadet etsinler." (Kureyş, 106/3) emrini dinlemeyenlerin, dini yalanlayanların ve namazlarından yanılanların zıddına olarak evvela namaz kıl, namaza devam et. Çünkü namaz, kalben ve lisanen ve bütün bedenin uzuvları ile yapılan şükrün kısımlarını içine alan ve tazimin en yükseği demek olan ibadetin başı, dinin direği, gönüllerin Allah'a bir çeşit konuşması olarak hayatın bütün cereyaniyle Allah'ın büyüklüğünü, celal ve cemaliyle kudret ve lütuflarının yüceliğini duymak ve ona göre Allah'ın hakkına ve kulların haklarına ilişkin müşkülleri yenmek üzere "Ey inananlar, sabır ve namazla (Allah'dan) yardım isteyin." (Bakara, 2/153) âyeti gereğince Allah'tan yardım ile ruha kuvvet almaktır. Onun içindir ki bunu bilenler namazdan aldıkları zevk ve huzuru dünyada hiç bir şeyde bulamazlar. "İyi bilin ki Allah'ı anmakla kalbler yatışır." (Ra'd, 13/28), "Allah'ı anmak, elbette en büyük (ibadet)tür." (Ankebut, 29/45) buyurulmuştur ve onun içindir ki Resulullah "Namaz benim gözümün nuru kılınmıştır." demiştir. Namazı böyle bir zevk ile kılmak ise kalbi her kötü niyetten uzak tutarak, ibadet ancak Allah'ın hakkı bulunduğunu ve Allah'tan başkasına açıktan veya gizliden tanrılık hissesi verip de gönlü ona takarak ibadet ve kulluk etmenin o hakka tecavüz ve Allah'ın hür yarattığı, Allah'tan başka kimsenin sırrına vakıf olamayacağı insanlık vicdanını fanilere kendi eliyle teslim edip de acıklı azaba sokmak "büyük zulüm" olan şirk olduğunu bilmek ve bundan dolayı her işinde Allah'ın rızasına yaklaşmak için gönlünü yalnız onu yaratan, o gaybların bilicisi olan, ne kahr ve gazabına, ne de lütuflarına ve ihsanlarına nihayet olmayan celâl sahibi Allah'a teslim ederek Hakk'a kavuşmanın vahdet zevkini vicdan selameti ile duymaya dayanmaktadır ki, Kevser'in bir mânâsı olan ve "Muhakkak ki Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan İslâm'ın asıl mânâsı da bu ihlas ile tevhiddir. Namazı böyle ihlas ile Allah'a yüz tutarak yalnız şükür ve tazim ile Allah'a yaklaşmak için kılmayanlar, şirk, riya (gösteriş) karıştıranlar, Allah'ın hakkını vermek istemeyenler, önceki sûrede geçtiği üzere namazlarından yanılmış olurlar. Ondan dolayı namazın ve bütün ibadetlerin ruhu demek olan bu nokta bilhassa açıklanarak buyuruluyor ki: Rabbin için kıl. "Lâm" 'de olduğu gibi istihkak (hak etmek) veya ihtisas (tahsis etmek) içindir. Yalnız Rabbinin hakkı olarak, bilhassa Rabbine yüz tutarak tevhid ve ihlas ile kıl, demek olur. Başta azamet nun'u ve mütekellim (birinci şahıs) zamiriyle buyurulmuşken burada denilmeyip yine Peygamber'e hitap olan zamire muzaf Rab özel ismiyle özellikle rububiyet açıklanarak diye zamirden zahire dönmekte de bir çok nükteler vardır. Bu evvela mütekellim (birinci şahıs) zamirini izah ile vericinin birliğini beyandır. İkinci olarak, emrin haysiyetini beyandır. Yani emir, Rab olmanın hakkı ve malikiyet (sahip olmak)le bütün terbiyenin gereği olduğunu ifade eder. Bu emir sadece verilmiş olan ihsandan dolayı değil, Rabbine kulluk ve bağlılıkla terbiyenin hükmü gereği olarak ilerde daha çok kemal gayesine yürüyen özel bir nispetle yalnız ibadet ve kulluk için sıdk u sadakatle ifa olunmayı ve böylece her hususta Rabb'in rızasını arayarak ona layık olan her hayrı, özel emir olmadan bile yapmaya âmade bulunmayı gerektirir. Çünkü Allah'a yaklaşmanın kemali yalnız farzlarla değil, daha çok nafileler iledir.

Üçüncü olarak, bu izafet muhatab hakkında ahdile bilinen bir özel nisbeti ve bir özel rububiyeti ve muhatabın kulluk vasfını ifade eder ki, bunda da ayrıca bir saygıyı açıklama ve özel bir şeref ile işin en mükemmel şekilde ifasına bir sevk ve teşvik vardır.

İşte namazın bütün bu düşüncelerle sırf Rab'lık hakkı olarak Allah için halis niyet ile kılınmasının gereğini anlatmak üzere "namaz kıl" emri hak etme veya ihtisas lam'ıyla "Rabbin için" kaydıyla kaydedilmiştir. Bundan dolayı bunun sonucunu diye ifade etmişlerdir ki şöyle demek olur: O halde sen, o müşriklerin, yalanlayıcıların, gösterişcilerin tersine olarak o seni yetiştiren, sana o Kevser'i veren ve her emrine sahip olup özellikle kendisine özel şeref ile daha çok yüceltecek olan kerim Rabbinin rızası için ona ihlaslı olarak kullukla meşgul ol, onun için ihlas ile namaz kıl. Ve kurban kes. Namaz kılmakla beraber kurban da kes, mâûnu men edenlerin tersine fedakârlık ederek kıymetli, canlı mallardan, özellikle deve gibi iri bedenlerden sırf Rabb'inin adına hayır için kesiver de "Sıkıntı içinde bulunan fakire de yedirin." (Hacc, 22/28) "Kanaat eden (fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin." (Hacc, 22/26) buyurulduğu üzere muhtaçlara yedir, fiilî olarak tahdis-i nimet (nimeti söylemek) ile Rabb'inin kerem ve lütfunu duyur, bayram yap. Bu "kurban kes" emri, "namaz kıl" emri üzerine atfedildiği için "Rabbin için" kaydı burada da geçerlidir. "Rabbin için namaz kıl", "Rabbin için kurban kes" meâlindedir. İkisinin de Allah için halis niyet ile yapılmasını emreder. Allah için olmayan namaz, namaz olmayacağı gibi, Allah için kesilmeyen de kurban olmaz. Kurban olmak şöyle dursun, Allah'ın ismi anılmayan ve bilerek terk olunan veya Allah'tan başkasının ismi çağırılarak kesilenler "Allah'tan başkası adına boğazlanan." (Maide, 5/3) olduğu için kesilmiş bile olmaz, ölmüş hayvan gibi yenmesi haram olur. (Maide Sûresi'ne bkz.) "Vav" da çoğul için olduğundan takib veya gecikmeden eam (daha umumî) olarak bu iki emrin ihlas ile mutlaka cem'ini ifade eder. Baştaki "fâ"nın terettüp ifade etmesi, nehirin de şükür olarak ihsana terettübünü gerektirirse de salattan sonra gelmesine engel olmadığı cihetle hemen onu takip etmesi de gerekmez. Öyle olsaydı buyurulurdu. Bununla beraber mümkün oluğu kadar çabuklaştırılmasında müstehab olmasından da hali olmaz. Bir kurban günü bilindiğine göre de ona sarfedilmiş olması akla gelir. Sözün akışı da, "vâv"ın mutlak cem' mânâsı üzerinde bu iki emrin toplanmasıyledir. Hem namaz kılmak, hem kurban kesmek. İhlas ile namaz, şükrün kalbî, lisânî, bedenî her çeşidini içine almakla beraber malî ibadeti içermiş olmadığından sadece namazla yetinilmeyip, onunla beraber mâlî fedakarlıkla kurban keserek hayır yapmak dahi emrolunmuş ve bu şekilde Saffat Sûresi'nde geçtiği üzere Hz. İbrahim'in sünneti olarak cereyan edegelen Kurban Bayramı'na da işaret buyurulmuştur. Şunu da unutmamak lazım gelir ki, kurban kesmek, zekat ve fıtır sadakası (fitre) vermekten daha fazla bir fedakârlık ifade eden bir ibadettir. Onun için bunda da kudret şart olmakla beraber,

Zekat kadar kudret-i müyessire (yüksek mertebe kudret) de şart değildir.

Lafızdan zahir olduğu gibi yukarıki sûre de delalet eder ki bu "salli= namaz kıl" emri, namaz demek olan salattandır, tasliye (salevatı şerife okumak)den ve sadece dua mânâsından değildir. Bu namazdan murad hangi namaz olduğu hakkında bir kaç görüş vardır:

1- Ebu Müslim, salat-ı mektube, yani farz namazlar olmasını tercih etmiştir. İbnü Cerir ve İbnü Münzir bunu İbnü Abbas'tan da rivayet etmişlerdir. Emrin vücub (farz) ifade etmesi bunda zahir gibi görünürse, bu bir emirden bütün farz namazlarının vücubunu yani farz oluşunu anlamak zahir (açık) değildir. Onların farz oluşu bu emirle değil "Muhakkak namaz, müminlere vakitli olarak farz kılınmıştır." (Nisa, 4/103). "Güneş'in (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına (yatsı vaktine) kadar namaz kıl." (İsra, 17/78) gibi diğer bir çok emirler ve âyetlerle sabittir. Bundan önce de Resulullah (s.a.v.) namaz kılıyordu. Onun için bu mânâyı anlatmak istiyen tefsirciler bunu "namaz kıl" gibi "namaza devam et" diye tefsir etmişlerdir ki, vücub namazın kendisine değil, devamına yönelmiş olur. Devam da esasen emredilmiş olduğundan bu emir bir te'kitten ibaret kalmış bulunur ki, bu da zahirin tersi demektir. Meğer ki bu sûre de Mirac'da nazil olmuş bulunsun da o zaman beş vakit namaz farz kılınırken bu emir de verilmiş bulunsun.

2- Farzları da, nafileleri de içine alan namaz cinsi denilmiştir. Çokları bunu tercih etmişlerdir. Bu mânâ da yalnız emrin müstehaba yüklenmesiyle anlaşılmaz. Bunun durumu şöyle düşünülebilir: Emir vücub ifade ediyorsa da, burada hükmün asıl durağı "Rabbin için" kaydı olduğundan vücubun asıl ilgilisi namaz ve kurbanın kendileri değil de Allah için olmaları kaydıdır. Bu ise şöyle demek olur: Gerek farz ve gerek nafile kılacağın namazları halis niyet ile Allah için kıl. Mutlaka namaz cinsinden hangisi olursa olsun yalnız Allah için olarak, bilhassa niyet ile kılınması şarttır, farzdır. Yoksa namaz olmaz, Kurban da böyledir. Kurban kesmek farz olmasa bile, kesilince Allah için kesilmesi farz olur. Bu şekilde de namazın ve kurbanın kendisinin vücubu meselesi bu âyetten başka delillere ait olmuş olur. Bu mânâyı tercih etmek isteyen tefsircilerin de buna "Namazını ve kurbanını yalnız Allah için yap, müşriklerin ve mürâîlerin tersine olarak sen ancak Rabbine tahsis et". Çünkü müşrikler putlara tapar ve putlar için Kurban keserlerdi. Riyakârlar da halka gösteriş için kılarlar. Bu mânânın esas itibariyle doğru olduğunda, yani den bu mânâ anlaşıldığında şüphe olarak Allah için namazla beraber kurbanın ve kurbanla beraber bulunan bir namazın da Peygamber'e vacip oluşu akla geliyor. Yani emrin vacib oluşu yalnız "lirabbike" kaydına değil, o kayıt ile şartlanmış olarak kayıt altına alınana da yönelmiş olacağı açıktır. Mâûnu men edenlere karşı olması ve onun arkasından zikredilmesi de bir ipucudur. Bu ise bütün namazların Allah için kılınması gereğini anlatmakla beraber., bilhassa bir şükür namazı ile bir kurbanın vücubunu da ifade eder. Onun için:

3- Bir kısım tefsirciler de demişlerdir ki, bu namazdan maksad Bayram namazı, nahirden maksad da dahaya yani kurban bayramında kesilen kurbanların boğazlanmasıdır.
 

PoLy

MFC Üyesi
  • Üyelik Tarihi
    29 Şub 2012
  • Mesajlar
    700
  • MFC Puanı
    3
4- Mücahid, Ata ve İkrime'den rivayet edildiği üzere bir kısım tefsirciler de bu namazdan maksat Bayram sabahı Müzdelife'de kılınan sabah namazı, nahirden maksad da Mina'da kesilen kurbanlar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu sûrenin nüzulü Mekkî olduğuna göre bu iki mânânın tahsisi de müşküldür. Zira Mekke'de iken Bayram namazı kılındığı malum değildir. Bunun Bayram namazı olduğunu söyleyenler Medenî olmasına meyletmişlerdir. Hatta Said b. Cübeyr'den bu âyetin Hudeybiye'de indiğine ve Resulullah'ın Adhâ hutbesini okuyup iki rekat namaz kıldıktan sonra kurbanları kestiğine dair bir rivayet de vardır. Ve bununla namazın kurbanı kesmeden önce kılınmasının vacip olduğuna delil getirenler de olmuştur. İki defa nüzule kail olanlar da buna dayanmak istemişlerdir. Bu şekilde Kevser "Biz sana apaçık bir fetih verdik." (Fetih, 48/1) mânâsı üzere Hudeybiye anlaşmasından bir işareti de içine almış olur. Fakat Mekkîliğin şöhreti karşısında bu rivayetin de sıhhati tesbit edilememiştir. Mekke'de iken Haccın farz oluşu dahi sabit olmadığından dördüncü görüşteki tahsis de şüphelidir.

Şu halde bütün bu görüşlerin tümüne göre en doğrusu şu sonuca gelmek olur: Burada evvela Kevser kendisine verilen Hz. Peygamber'in özelliği bahis konusudur. Bu âyetle sabit olan vücub, Peygamber'e özgüdür, onun özelliğindendir. Bunun bilhassa bir şükür ve sevinç namazı ve inkâr edenlere rağmen Rabbanî bir lütfu açıklamakla nimeti anmak için halka ve özellikle muhtaç olanlara Allah rızası için bir ziyafet ve ikram olmak üzere Kurban kesmek ile beraber olan bir namaz olmasına göre Bayram namazlarına ve özellikle hacda bulunmayanlar hakkında Kurban Bayramı namazına esas olan bir namaz olmak üzere daha Mekke'de iken Peygamber'e vacib kılınmış olması gerekir ki, buna da en yakışan Kuşluk namazı olmasıdır. Gerçekte Resulullah'a beş vakit namazdan fazla olarak Teheccüd ve Duha namazlarının da yazılı namazlardan olarak vacib olduğu malumdur. "Kurban kes" emriyle de bunun hacc günleri olan nahir günleriyle daha çok bir ilgisi bulunduğu anlaşılır. Bu şekilde bunda farz namazlara devam ve hatta nafileye de teşvik mânâsı bulunmakla beraber, şükür ve ibadet için sade onlarla yetinilmemesi ve hatta yalnız namaz cinsi gibi bedenî ibadetlerle de kalınmayıp Kurban kesmek suretiyle malî fedakârlıklarda da bulunulması ve böyle bütün ibadetlerin "De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabb'i Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (En'**, 6/162-163) mânâsı üzere sadece Allah için yapılması hak İslâm dininin, Kevser atıyyesinin gereği olduğuna delalet de açıktır. Onun için Resulullah Mekke'de iken de bu minval üzere hareket etmiş, beş vakit namazlardan başka daha diğer namazlar kılmaya devam etmiş, bu cümleden olarak Vitir ve Duha namazlarına da kendi hakkında farz olarak devam etmiş, hac farz değil iken de nahir günlerinde ve onun dışında kurbanlar da kesmiştir. Ve demek ki Kurban'ı keserken kuşluk veya bilhassa bir şükür namazı da kılmıştır.

Sonra da Medine'de ümmet için Zilhicce'nin onuncu nahir günü Kurban Bayramı namazı ve Kurban meşru kılınmıştır. Fakat ümmet için bu namaz ve Kurban'ın sübut ve takriri doğrudan doğruya bu âyet ile değil, Medine'de Peygamber'in emir ve sünnetiyle vaki olmuştur. Gerçi Peygamber'e uymanın vacib oluşundan dolayı ona olan "kurban kes" emriyle ümmetin nisaba malik (şer'an zengin) olanlarına da kurban kesmenin vacib oluşuna istidlâl olunabilir. Ve Medine'de nüzulüne kani olanlar bu fikre sahip olmuşlarsa da "Usul-i Fıkıh"da beyan olunduğu üzere Peygamber'in özelliklerinden olan fiillerde ona uymanın vücubu sabit olmaz. Onun için burada şu hadis-i şerif ile de o istidlale cevap verilmiştir: "Üç şey benim üzerime yazıldı (yani farz kılındı), sizin üzerinize yazılmadı: Duha namazı, Udhıyye kurbanı, Vitir namazı." Demek ki Peygamber'e farz olduğu halde ümmete farz olmayan şeyler vardır. Buradaki "namaz kıl", "kurban kes" emirleri de böyle demektir. Bunlar ümmet hakkında başkaca bir emir veya yasaklama bulunmadıkça, olsa olsa Peygamber'in sünneti olarak meşru olur. umuma delalet eder surette zanni bazı delillerin gelmesiyle de şüpheli delil ile sabit mânâsına vacib de olabilir. Nitekim Vitir bu mânâ ile vacip veya ameli farzdır denilir. Bayram namazı ve kurban da böyledir. "Hidaye" ve diğer fıkıh kitaplarında kurbana dair şu hadislerle de istidlal edilmiştir. İmam Ahmed ve İbnü Mâce'nin rivayetleri üzere "Maldan bir genişlik bulup da Kurban kesmeyen bizim camimize yaklaşmasın." Bir de peygamberimizin şu emri vardır: "Udhıyye Kurbanı'nı kesiniz, çünkü o babanız İbrahim aleyhisselamın sünnetidir." Tirmizî'de: "Kurban vacib midir?" diye bir adam İbnü Ömer (r.a.)'den sordu, İbnü Ömer "Resulullah (s.a.v.) udhıye kurbanı kesti, müslümanlar da kesti." dedi. Adam yine sorusunu tekrar etti, o da: "Anlamıyor musun" "Resulullah (s.a.v.) udhiye kurbanını kesti, müslümanlar da kesti, dedi." Tirmizî der ki: "Bu hadis hasendir, sahihtir, bugün ilim ehli katında amel bunun üzerinedir. Kurban vacib değil (yani farz değil), lakin Resulullah'ın sünnetlerinden bir sünnettir." Yine Tirmizî'de İbnü Ömer'den: "Resulullah Medine'de on sene ikamet etti, hep udhiye kurbanı kesiyordu". Beva b. Âzib'den: Resulullah (s.a.v.) bir kurban günü bize hutbede buyurdu ki: Hiç biriniz namaz kılıncaya kadar kurban kesmesin. Bunun üzerine dayım kalktı: Ey Allah'ın Resulü! Bugün et günü, bunda mekruh var mı, ben ehlimi ve hanemin ehlini ve komşularını doyurmak için kurbanımı acele kesmiştim? dedi. "Öyle ise bir daha kes." buyurdu. Ey Allah'ın Resulü, yanımda bir süt oğlağı var, iki et koyunundan daha hayırlıdır, onu keseyim mi? dedi. "Evet, o senin iki kurbanının hayırlısıdır, senden sonra bir ceze (çebiş) dahi yetmez." buyurdu. Bu konuda Cabir'den, Cündeb'den, Enes'ten, Üveymir b. Eş'ar'dan, İbnü Ömer'den ve Ebu Zeyd Ensarî'den dahi rivayetler vardır. Bu hadis, hasendir. Sahihtir, pekçok ehl-i ilim katında amel bunun üzerinedir: Mısır'da, yani cuma ve bayram namazları kılınan kasabada imam, Bayram namazını kılıncaya kadar Kurban kesilmemelidir. Bazı ilim ehli de Bayram namazı kılınmayan köy ahalisi için sabahın doğuşunda (güneşin doğuşunda) kesmeye ruhsat olduğunu söylemiştir ki, İbnü Mübarek'in görüşüdür. Bütün ilim ehli, keçinin bir yaşını doldurmayan çebişi yeterli olmaz. Fakat koyunun ceze i (bir yaşını doldurmayanı) yeterlidir, demişlerdir ve koyunun cezei (toklu) altı yedi ayda olabilir. Bunlar gösteriyor ki Kurban Bayramı namazından sonra kurban kesmek Resulullah'ın fiil ve emriyle sabit olmuştur. Ona farz olmakla beraber ümmeti için farz kılınmamış, onun terketmediği ve Bayram namazından önce kesilmesini yeterli görterdiği bir sünneti olarak kararlaşmıştır. Böyle bir sünnet ise dinde alâmetlerden olarak yürünen yol olmuş mânâsına bir sünnettir ki, farza yakındır. Bu gibilere kesin farz mânâsına vacib denilmezse de terkinde "mescidimize yaklaşmasın" gibi tehdit şüphesi bulunduğu takdirde Hanefi fıkhında malum olduğu üzere şüpheli delil ile sabit mânâsına vacib de denilir ki, "farz benzeri" demektir. Onun için İmam-ı Azam'dan zahiri rivayette vacibdir. Diğerlerinin "vacip değil" demeleri ise, "farz değil" mânâsınadır. Bununla beraber vacib veya sünnet olan kurbanlar udhıyyeye tahsis edilmiş de değildir. Adaklar, hac, kurbanlar, Kâbe'de kesilen kurbanlardan olan kurbanların bir kısmı vacib olacağı gibi, hac ve adak dışında şükür ve sadaka için akika ve diğerleri gibi sünnet ve mendub olarak tatavvu' ve nafile kabilinden de kurbanlar kesilir ki geniş bilgi fıkıh kitaplarında aranmalıdır.

Burada "kurban kes" emrinin esas mânâsına gelelim: Bu belli ki "nahır"dan türemedir. "Nahır" kelimesi de isim ve masdar olarak kullanılır. İsim olan nahır, göğsün boyun tarafına gelen boğaz çukuruna doğru gerdanlık yerine denir. Masdar olan nahır ise, Rağıb ve diğer dilcilerin beyanına göre aslında nahre isabet ettirmek yani vurmak veya dokunmak veya boğaz çukuruna bıçak sokmak suretiyle nahre rastlamak demektir. Deve başlangıçta oradan kesildiği için onda galip olmuştur. Bundan mutlaka zebhetmek, boğazlamak mânâsına da kullanılmıştır. İntihar da bundan alınmıştır. Maide Sûresi'nde geçtiği üzere malumdur ki, zebh, lebbe denilen çene altından kesmekle de olur. "Kurban kes" emri de bu masdar olan nahırdendir. Zahir olan da boğazlamak mânâsına nahirdendir. Nahr ve zebh, mutlaka kurban için olmak lazım gelmeyip, soyut olarak etini yemek veya satmak için de olabilirse de Zilhicce'nin onuncu günü olan Kurban bayramının üç gününe de Kurban kesmek mânâsına nahır günleri denilmek yaygın olduğu gibi, burada kelâmın sevki (söz gelişi) şükür ve ibadet mânâsı üzerinde olduğu için de kurban mânâsı açıktır. Bundan dolayı, "namaz kıl, kurban kes de Kurban bayramı yap" mânâsına da olabilir. Fakat "venhar" (kurban kes) emrinin mef'ulü zikredilmemiş, neyin kurban edileceği tayin olunmamıştır. Bu cihet, mücmeldir. Bu, şöyle demek olabilir: "Nahr denilen ibadeti de yap, yahut Rabbine kurban için boğazlanmak şanından olanları boğazla. Yahut Kurban bayramı yap. Bunun hepsi de Allah için kurban kesmek mânâsına nahr fiilinde özetlenir. Demek ki bunda mef'ulün cinsini tayin kastedilmeyerek, yahut genellemeye işaret olunarak Allah için hayır olmak üzere boğazlanmak şanından olan önemi haiz herhangi bir kurban kanı akıtmakla fiilin kendisinin meydana gelmesi istenmiştir. Araplar'ın örfünde nahır deve kesmekte çok kullanıldığı ve Hacc Sûresi'nde "Biz kurbanlık develeri de size Allah'ın (dininin) işaretlerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar, ön ayaklarını sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın ismini anın (da kesin). Yanları yere düş(üp canları çık)ınca da onlardan yiyin, kanaat eden (fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin. Allah o(kocaman hayva)nları size boyun eğdirdi ki, şükredesiniz." (Hacc, 22/36) âyetinde de "büdün" (develer) zikredildiği için pekçok tefsirci burada nahrın boğazlamak mânâsına olduğunu göstermek için "develeri kes" diye takdir ve tefsir etmişlerdir. Maksad kurbanı deveye tahsis etmek değil, en çok bilineniyle en büyüğünü işaret olarak, "develeri, deve gibi iri gövdeli, önemli kurbanlıkları kes" demek olduğunu anlatmaktır. Ebu Hayyan "Bahr" de der ki: "Nahrdan murad hady (Kâbe'ye sevkedilen deve), nüsük (kurban), dahâyâ (kuşluk kurbanlıkları) nahridir. Çoğunluk böyle demiştir. O vakit cihad yoktu, onun için namaz ve kurban, bu ikisiyle emrolunmuştur."> Alûsî de çoğunluğun kurbanlıkların kesilmesi murad olması üzerinde olduğunu söylemiştir. Hepsinin de maksadı nahrın kurban kesmek mânâsına olduğunu anlatmaktır. Yoksa murad, yalnız deve kesmekten ibaret olduğunu söylemek değildir. Usul-i Fıkıh deyimiyle söyleyecek olursak, nahr boğazlamak mânâsında zahirdir. Fakat mef'ulü hakkında mücmeldir. Ne gibi hayvanların bu kurban için kesilebileceği diğer delillerle beyana muhtaçdır. En'** Sûresi'nde "Sekiz çift (hayvan)." (En'âm, 6/143) buyurulan koyun, keçi, deve, sığır, erkek ve dişi hayvanların sekizinin de büyüklerinden Bayram kurbanı kesilebileceği Fıkıh'ta açıklandığı üzere Peygamber'in sünneti ile beyan olunmuştur. Nahr, devede daha çok bilinmekle beraber diğerlerinin de nahr şanındandır. Bu itibarla nahr, zebh (boğazlama) mânâsına olmakla beraber, kurbanın büyüklüğüne ve şu hale göre gövdeli, kıymetli en yüksek cinsinden en mükemmel şekilde kesilmesine itina, bir de hacc ve kurban bayramı gününün adı olmak münasebetiyle nahr gününe işaret için devede galip olan nahr lafzıyle ifade olunmuş demek olur. Koyun hakkında "onun eti şifadır" hadis delaletiyle koyun eti daha şifalı olduğu için daha iyidir. Sayıca değilse de nitelikçe en yükseğidir ve kurbanın en esaslı, en genel esasıdır. "Kurbanlığın en hayırlısı koçtur." diye bir hadis de vardır. Hadis ve Fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere Resulullah'ın, kurbanda boynuzlu güzel iki koçu diyerek ve ayağını boyunlarına koyarak kendi eliyle kestiği meşhurdur: Cabir (r.a.)'den rivayet edildiği üzere de demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) ile beraber namaazgâhta Kurban namazında hazır bulundum. Hutbesini bitirince minberden indi, bir koçu vardı, Resulullah onu "Bismillahi vallahu ekber, bu benden ve ümmetimin kurban kesemeyenlerinden" diyerek kendi eliyle kesti." Deve ve sığır cinsi hayvanların yedi kişiye kurban olabileceği de beyan buyurulmuştur. Bir kişi keserse elbette daha büyük hayır ve sevap olur. Ancak bunların da yavruları yetmez. Hac ve Kurban bayramı kurbanlarından başka gerek nezir yani adak ve gerek adamadan sırf nafile olarak tasadduk ve şükür için kesilecek diğer kurbanlar ise eti yenir her hayvandan ve her zaman kesilebilir. Şu halde mutlak kurban, deve kesmeye münhasır olmadığı gibi, Kurban bayramı ve hacca ait kurbanlar ve keffaret kurbanları da deveye mahsus olmadığından "kurban kes" emri de deveye mahsus değil, kurban günü deyiminde olduğu gibi, kurban kesmek mânâsına olmak uygundur. Bunu "nahr-i büdün" (deve kesmek) ile tefsir edenlerin maksadı da develere tahsis için değil, boğazlamak mânâsını anlatmak ve kurbanların bedenlilerine itinayı işaret etmek için olduğundan dolayı Ebu Hayyan ve Alûsî de çoğunluğun ve ekseriyetin görüşünü o şekilde özetlemişlerdir. Ancak Alûsî'nin beyanında Kurban bayramında kesmeye hasretme zahirdir. "Üç şey benim üzerime farz kılınd" hadisine uygun düşen de budur.

Çoğunluk görüşünün karşıtına gelince: İbnü Ebi Hatim'in rivayetine göre Ebu'l-Ahvas "kurban kes" emrinin göğsünü kıbleye döndür mânâsına kıbleye dönme ile emir olduğunu söylemiştir. Ferra da bu görüşe sahip olmuş ve tevilinde şöyle demiştir: "İniş yerleri karşı karşıya olur" tabirinde olduğu vechile karşı karşıya dönmek mânâsına gelir. Şu beyit de bu mânâdandır:

"Ey Ebu Hakem! Sen Mücanid'in amcası ve mütenahir, yani nahır nahire, göğüs göğüse karşılıklı dere ahalisinin, Mekke ahalisinin efendisi misin?"

el-Ebtahu'l-mütanahır, göğüs göğüse karşılıklı dere demektir. Bu mânâdan "nahr" kıbleye dönme mânâsını ifade edebilir. Gerçekte tenahur lügatta intihar etmek ve boğazlamak mânâsına geldiği gibi, göğse isabet ettirmek, göğüs göğüse karşılamak mânâsından mecaz olarak evlerin ve dere kenarlarının karşılaşması gibi mutlaka tekabül (karşı karşıya olma) mânâsına da gelebilirse de bilinen mânâyı bırakıp da mecaz üstüne mecaz olarak kıbleye dönme mânâsını anlamaya kalkışmak doğru olmaz, nahrin de tanahur mânâsına geldiği kabul edilecek olunca bundan göğüs göğüse cihadı, mücahedeyi anlamak daha çok yakışırdı. Âyetin inişinin Medenî olduğunu söyleyenlere göre bunda bir proplem olmayacağı gibi Mekke'de de ileriye ait bir emir olabilirdi. Mutlak emir, fevri (hemen yapılmayı) gerektirmeyeceği gibi, kurban hakkında da geçtiği vechile vav da geri kalmaya engel olmazdı.

Bunlardan başka İbnü Ebi Hatim, Hakim, İbnü Merduye ve "Sünen"de Beyhakî Hz. Ali (k.v.)'den şöyle bir rivayette bulunmuşlardır. Demiş ki: Bu Sûresi nâzil olduğunda Resulullah: "Rabbimin bana emrettiği bu kurbanlık nedir?" diye Cibril Aleyhisselam'a sordu. O dedi: Kurbanlık değil, lakin namaz için tekbir aldığında tekbir alırken ve rüku ederken ellerini kaldırmanı sana emrediyor. Çünkü o bizim namazımız, yedi semadaki meleklerin namazıdır. Ve her şeyin bir zineti vardır, namazın zineti de her tekbirde iki elini kaldırmaktır." Fakat Suyûtî bunun senedine zayıf demiş, İbnü Kesir, "bu hadis ciddi olarak münkerdir" demiş; İbnü Cevzi de "Mevzuat"dan saymıştır.

İbnü Cerir bir de Ebu Ca'fer hazretlerinden, iftitah tekbirinde el kaldırmak" demiş olduğunu nakletmiş. Buhari "Tarih"inde ve Darekutnî "İfrat"da yine Hz. Ali'den, "Namazda sağ elini sol bileğinin üzerine koy da, sonra ikisini göğsüne koy." demiş olduğunu rivayet etmişler. Ebu'ş-Şeyh ve "Sünen"de Beyhakî Enes'ten merfu olarak ve bazıları İbnü Abbas'tan da böyle rivayet etmişler ise de bunların da sıhhati sabit olamamıştır. Suyûtî Hz. Ali'den ikinci hadisi, İbnü Ebi Hatim'in ve Hakim'in lâbe'sebih (zararsız) olan bir senedle rivayet ettiklerini söylemiş, Dahhak ile Süleyman Teymî'de namazdan sonra duada ellerini göğsüne kaldır demiş oldukları da nakledilmiştir. Bunlar kurban kesmeye iktidarı olmayanlar hakkında veya namazın adabıyla ilgili bazı rivayetler olabilirse de nahrin malum ve meşhur olan "Kurban kesmek" mânâsını bırakıp, âyeti bunlarla tevile kalkışmak ve bu şekilde "kurban kes" emrini de "namaz kıl" emrine sokmaya çalışmak asla doğru olmaz. Bunların hepsi nihayet namaza ait şeylerdir. Sadece bununla sûre, namaz kılmayanlara ve riyakarlık edenlere karşı ihlas ile namaz faziletini emretmiş olursa da maunu menetmelerine karşılık Allah için halka yardım olan bir hayır ve kerem, lütuf ve faziletini ihtiva etmiş olmaz. Bu Kevser ihsanına ulaşma şerefinin esas şükrüyle münasip olmaz. Nahrin kurban kesmekte bilindiği ve Kur'ân'ın üslubunda namaz emirlerinden sonra çoğunlukla zekat ve infak etme âyetleri zikrolunageldiği ve müşriklerin dualarını ve kurbanlarını putlar ve tağutlar adına yaptıkları da düşünülünce, bu emrin onların tersine namazdan başka Allah için kurban keserek zekâttan da fazla bir fedakarlıkla kıymetli mallara kıyıp Allah'ın kullarına hayır ve yardımda bulunmak Kevser atıyyesine şükretmek üzere beden ve mal olarak ibadet ve hayır ile meşgul olmayı emretmiş olması en açık ve en esaslı mânâ olduğunda tereddüt edilmez. Bu esas tasbit edildikten sonra, bundan mümkün ve muhtemel olabilen diğer bir takım işaretler daha anlamakta ise sevk ve irfan için yasak koyma yoktur. Bu vecihle iş bu "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes" âyeti, En'âm Sûresi'nin sonundaki "De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (En'âm, 6/162-163) âyetindeki emri ve Duhâ Sûresi'nin sonundaki "Ve Rabbinin nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) emrinin Kevser hediyesine şükran olmak üzere fiilî bir izahını ifade eder. Bundan dolayı biz de meâlde Kurban kesmek tabiriyle ifadeyi "boğazla" demekten daha uygun bulduk. Ki tefsirinin özeti şu olur: Sana o Kevser'i verdiğimizden dolayı haydi sen Rabbinin lütfuna hem kalben, hem dilinle, hem bütün azalarınla bedenen ve malen her vechile şükretmek üzere Rabbin için ihlas ile namaz kıl, namaz kılmakla beraber kurban da kes. Ona böyle tevhid ve ihlas ile fedakarane ibadet ve kulluk et ve çok hayır işleyerek nimeti an, Rabbinin sana olan ihsanı kesilmek ihtimali yoktur.

3. Doğrusu senin şani'in, sana şeneânı olan, buğz, kin tutan, hınç besleyen her kim olursa olsun odur ancak ebter. Güdük, ardı arkası kesilecek, nesli ve nesebi, iyi adı, sanı kalmayacak odur, sen değilsin ey Muhammed! Senin ardınca gelecek hayırlı neslin de, evladın gibi tabilerin ve Ensarın, sevgili ümmetin de çoğalacak. Dinin, kitabın, güzel adın, sanın, feyiz ve lütfun baki kalacak. Ahirette de beyana sığmaz, kesilmez, tükenmez ecre ereceksin. Böyle Kevser'e, çok hayıra buğzedenin, onu sevmeyenin hayırsız kalacağında ise şüphe yoktur.

ŞÂNİ', işaret ettiğimiz "Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın." (Maide, 5/8) âyetinde geçtiği üzere buğz ve düşmanlık etmek için kin tutmak mânâsına "şeneân"den ism-i fail olarak mübğız, buğzeden demektir. Anlaşılıyor ki murad, buğzedip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar edendir. Yani zaman ve hudus mânâsı değil, devam ve sübut mânâsı kastedilmiştir. Onun için izafet (tamlama)i, lafzıyye değil maneviyyedir. Şu halde sonradan tevbe edip imana gelenler bu hükümden hariç kalır.

"Ebter", ayıp şeylerden olduğu için, ef'âl-i tafdil değil, sıfat-ı müşebbehedir. Müennesi "betra" gelir. Kesiklik mânâsına "betir"den türemiştir. Şu halde esas mânâsı kesik demek ise de, örfte kuyruk kesilmesinde yaygın olmuştur. Onun için kuyruğu kesik hayvana ebter denildiği gibi, kuyruğu kesik küçük ayın gibi yazılan hemzeye ayn-ı betra tabir olunur ki, Türkçe'de müzekkerine de, müennesine de "güdük" denilir. Kuyruk arkada olmak hasebiyle sonunda arkası olmayan, yani zürriyeti olmayan, kendinden sonra eseri kalmayan kimselere veya sonu gelmeyen, sonunda hayır olmayan işe de istiare suretiyle ebter denilmiştir. "Önemli olan her hangi bir iş Allah'ın ismiyle başlanmazsa o iş ebterdir." hadisinde ebter, sonu gelmez, sonunda hayır olmaz, eksik, güdük kalır demektir. Çünkü "O'nun yüzü (zatı)ndan başka herşey helak olacaktır." (Kasas, 28/88) âyeti gereğince Allah'tan başka herşey yok olacaktır. Daha sonra ebter, hakir ve zelil mânâsına da gelir. Burada gerek zamir-i fasl ve gerek mübteda olsun "el-Ebter" müsnedi marife (belirli) olduğu için cümle, tahsis ifade ettiğinden dolayı ebterlik mânâsını Peygamber'den tamamen red ile ona buğzedene tahsis ettiği cihetle ebter kelimesinden anlaşılması muhtemel olabilen mânâların, noksanların hepsini Kevser'in sahibi olan Resulullah'dan nefyile ona her buğzedene isbat etmek suretiyle nüzul sebebinde zikrolunduğu üzere ebter diyen şahsın muhakkak ebterliğini haber vermiş olmakla başta zürriyetsizlik mânâsı olmak üzere muhtemel olan her mânâ bu tahsiste dahil olmak gerekir ki, bu şöyle demek olur: Ey Muhammed! Sana kesilmek ihtimali olmayan Kevser verilmiş olduğu için sende hiç bir vechile, hiç bir mânâ ile ebterlik, güdüklük ihtimali yoktur. Sana oğlunun vefatından dolayı ebter diyerek buğz ve söğenin kendisi her mânâsıyle ebterdir. Çünkü sana öyle buğzedenlerin hepsi hakikatte mutlaka ebterdir. Onlarda mutlak ebterlik mânâsı vardır. İşte yukarda beyan olunan tefsirin içeriği tahsisin bu mânâsından anlaşılmaktadır. Bu şekilde bunda bir taraftan Kevser'in kesilmek ihtimali olmayan bir "çok hayır" olduğu açıklanmış oluyor, bir taraftan da onun sahibine buğzedenlerin genellikle ebterliği kübra (çok büyük) makamında bir illet ve delil suretinde haber verilmekle ebter diyen kâfirin ebterliğini de özellikle haber vermiş bulunuyor ki, buna Bedi' ilminde "mezheb-i kelami" (kelami mezheb) denilir. Bundan dolayı bazıları bunun As b. Vail veya Ebu Cehil veya Kureyş'ten bir topluluk veya Kab b. Eşref, her hangisi ise nüzul sebebi olan sözü geçen şahsa veya şahıslara mahsus olduğuna kani olmuşlarsa da müştak (türemiş) üzere hüküm, müştakkın minh (kendisinden türeyen)in illiyetini ifade edeceğinden şâni' (buğz eden) vasfiyle ifadesi zahiren âmm (genel) olduğuna işaret eder. Gerçekte Resulullah'a buğzetmiş olanlar hep ebter olmuşlardır. Ya maddi bakımdan nesil ve nesebiîveya manevî bakımdan hayır ve zikri kesilmiş, nihayet düşük ve zelil olarak kötü isim olup gitmişlerdir. Zürriyeti, eseri bulunanların da evlatlarından, eserlerinden hayır ve faydaları kalmamıştır. Çünkü onların neslinden iyilik ile İslâm'a girmiş olanlardan kâfir atalarının dua ve istiğfar ve diğer şekilde faydalanmaları kesilmiş, aralarında masumluk kalmamıştır. Bu evlatlar hep Peygamber'in ümmeti ve tabileri, manevî evladı olmuşlar. "Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek ne Peygamber'in, ne de insanların yapacağı bir iş değildir." (Tevbe, 9/113) hükmüne tabi kalmışlardır. İyiliği, imanı olmayanların ise zaten hayrı yoktur, onlar hayru'l-halef (hayırlı evlat) olmazlar. Dua bile etseler "Kâfirlerin duası, böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14) hükmünce hep dalalet içinde boşa gider, ölümden sonra eserlerinin de Allah katında ahiret için kendilerine hiç bir hayır ve faydası olmaz, o büyük azaptan kurtarmaz. "Onlar öyle kimselerdir ki, ahirette onlar için yalnız ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır, amelleri hep batıl olmuştur." (Hud, 11/16);

"Kendilerinden azap hafifletilmez, onların yüzlerine de bakılmaz." (Bakara, 2/162) Bununla beraber şundan da gaflet edilmemek gerekir ki, Peygamber'e şenean ile buğz ve düşmanlık, ona iman etmekten ibaret olan küfürden daha özel, daha şiddetli bir küfürdür. Bunun fiilen ortaya çıkarılması, ona fiilen harp ilanı olacağı gibi, sözlü olarak açıklanması da, o mânâda olarak, sövme ve küfretme olur. Bunun ise Hak şeriatta hakkı harp ve öldürmedir. Peygamber'e sırf dininden dolayı düşmanlık ederek ebter (güdük) veya "münbetir sanevber" (kesik çam) diye buğz ve küfürünü açıklayan şani' (buğz edici) de ona şöyle sövmekle küfretmiş olduğundan "kurban kes" emrinden sonra tahkik ile beraber illiyet de ifade eden ile talil siyakında "Muhakkak ki sanabuğzeden ebterin kendisidir." buyurulmasında ona öyle sövenlerin önünde olmazsa sonunda kesilmeye hak kazanmış olduklarına işaret ve hatta sonlarında bir hayırları kalmayıp büsbütün çirkin adlı olacaklarını hatırlatmak, Resulullah'ın ise onların zıddına olarak hayır ve feyzinin, eserlerinin ve faziletinin kesilmeyeceğini haber verme vardır. Bundan dolayı Resulullah'ın keder etmeyip de Rabb'inin lütfuna şükretmek üzere ibadet ve kulluk ile meşgul olarak namaz kılıp kurban kesmesi ve böyle hayır için fedakarlıkla Allah'ın nimetini söylemesi emrolunmuştur. Ona ebter (güdük) diyen buğuzcu, onun erkek evladının vefatını bahane etmiş olduğundan dolayı burada Peygamber'in neslinin de kesilmeyeceği ilk önce anlaşılması gereken bir mânâ olduğu için, bundan kız evladı ve onların evladı ve evladının evladı da zincirleme olarak evladdan, torunlardan, zürriyetten olduğuna istidlal edilmiştir, bu da doğrudur. Bununla beraber Resulullah'ın müteaddid erkek evladı da olmuşken, bunların uzun yaşamayıp da onun neslinin yalnız kız evladından çoğalmış olmasının da elbet bir mânâsı ve hikmeti olması gerekir. Bu da peygamberlerin sonuncusu olması ile izah edilmiştir. Onun ruhanî kuvveti gibi cismanî kuvvetinin de feyiz ve kemali açıklanmak üzere kendisine hem oğul, hem kız nesiller de verilmiş, fakat peygamberlik şerefi kendisiyle bitirildiği ve bundan dolayı onun dini, kitabı kıyamete kadar bâkî olup kendisinden sonra peygamber gönderilmeyeceği cihetle oğullarının baki kalmaları halinde peygamberliğe mazhar edilmeleri bu hikmete uygun olmayacağı gibi, nübüvvetsiz olarak bekaları da tam mânâsıyla hayırlı evlat olmalarına engel ve şanlarına eksiklik olacağından, onların masum olarak vefatları hem kendi haklarında, hem de Resulullah hakkında daha hayırlı, daha kudsi olmuştur.

Bundan başka peygamberliğinin genelliği, dininin yayılması ve ümmetinin çoğalması açısından bunun ümmet hakkında da hayır olduğunda ve bu şekilde de Resulullah'ın ümmetine örnek olması kendisinin ecir ve feyzini daha yükseltmiş bulunduğunda da tereddüde yer yoktur. Zira oğullarının kendisinden sonra baki kalmaları takdirinde peygamberliğe mazhar edilmeyince hiç olmazsa imamet velayetine varis kılınmaları yakışırdı. Bu ise imamet velayetini ehliyetten çok neseb verasetine hasretmek olacağından, bu inhisar da Muhammedî nübüvvetin genelliğine "Dinini, bütün dinlerin üstüne çıkarması için." (Saf, 61/9) hikmetiyle gönderilen hidayet ve hak dininin gayesine, "Allah yanında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır." (Hucurat, 49/13); "Allah, size emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisa, 4/58); "Sizi yeryüzünde halifeler yapan odur." (Fatır, 35/39); "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için." (Mülk, 67/2), "Hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48) gibi üstünlük ve fazilet esaslarıyla bütün âlemde zuhur ve yayılması hikmetlerine aykırı bulunurdu. Bu tahsis kastedilmeyince de bu yüzden ümmet için fitneye zahiri bir sebep olurdu. Kadınlarda ise Peygamberlik ve imamlık kazıyye (önerme)si esas itibarıyla varid olmadığı için kızları hakkında bu mahzurlar varid olmaz. Bundan dolayı Resulullah'ın neslini kız evladından ilerletip de erkek evladının fazla yaşamamasının açık olan makul hikmet ve mânâsı bu iki sebepte özetlenebilir: Kendisinden sonra peygamberlik olmaması, imamet ve velayetin de nesebî verasete tahsis edilmemesi. Yoksa cahiliye Araplarının zannettiği gibi oğulların vefatıyla zürriyetin büsbütün kesileceği ve kız evladının evladı, evlad ve zürriyetinden sayılmayacağı için değildir. Ve belli ki bu son âyet gaybla ilgili ihbarı da içermektedir.

İşte Muhammed Aleyhisselam'ın şanını Kevser'le anlatan ve her yönden şükür ve hamdetmekle namaz kılıp kurban keserek Bayram yapılmaya layık müjdeleri ihtiva eden bu yüksek sûre, vecizliğiyle beraber böyle birçok latifeleri ve hikmetleri içine almaktadır. Razî tefsirinde bunun Duhâ Sûresi'nden beri gelen sûrelere olan münasebetiyle daha birçok işaret ve latifelerini pek güzel beyan etmiş ve açıklamış ve bu cümleden olarak demiştir ki:

"Bu sûrenin latifelerinden biri de şudur: Allah yoluna giden salihler için üç derece vardır. En yükseği: Bütün kalbleri ve ruhları ile Allah Teâlâ'nın nur-i celaline garkolmalarıdır. İkincisi: Bedenen de taat ve ibadetlerle meşgul olmalarıdır. Üçüncüsü: Nefsi, özel lezzetler ve acil şehvetlere dökülmekten menetmek makamında olmalarıdır. İşte "biz sana Kevser'i verdik", önceki makama işarettir ki, o da kudsî ruhun diğer beşerî ruhlardan gerek sayıca ve gerek nitelikçe kendini göstermiş olmasıdır. Sayıca kendini gösterişi: Çünkü başlangıçları pek çoktur. Nitelikçe kendini gösterişi de, o başlangıçlardan neticelere geçmekte diğer ruhlardan çok daha süratli olmasıdır. "Rabbin için namaz kıl" ikinci mertebeye işaret; "Kurban kes" de üçüncü mertebeye işarettir. Çünkü nefsi peşin lezzetlerden men etmek kurban kesmek ve boğazlamak mecrasına akıcıdır. Sonra da "muhakkak sana buğzeden, güdüğün kendisidir" buyurulmuştur. Bunun mânâsı da şudur: Seni şu özellikler ile acil şehvetlere davet eden nefis yok mu, o fanidir, baki kalan güzellikler ise Rabb'ın katında daha hayırlıdır. "Baki kalacak olan güzel işler Rabbinin katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46) o ise ebediyen baki olan rûhanî saadetler, Rabbanî marifetlerdir."

Bu sûrenin içine aldığı emirlerin en mühim yönü "Rabbin için" kaydının ifade ettiği tevhid ve ihlas olduğu için, bunu, ayrıca açıkça ilan ve açıklama hususunda.
 
Üst Alt