-
- Üyelik Tarihi
- 3 Haz 2020
-
- Mesajlar
- 6,256
-
- MFC Puanı
- 72,460
Benim Ülkem Babamdır
Bahçede çocuklarla oynayan babama dedim ki bir gün, “çocukların en iyi oyun arkadaşı sensin babacığım.” Gülümsedi babam. Mutlu olduğunda “dostum” derdi bana, üzüldüğünde ya da kızdığında ise “serseri!” “Ben çocuklara sevmeyi öğretiyorum dostum” dedi, “yanaklarımı okşadıklarında, bir kediye, bir köpeğe, bir kuşa nasıl davranmaları gerektiğini anlıyorlar; can yakmadan, incitmeden, incelikle sevmeyi öğreniyorlar.” Babam yalnızca benim babam değil, çocukların, hayvanların, hatta tabiat ananın babasıydı.
Baharatlarla yarenlik ederdi babam. Kekik toplamaya giderdi dağlara. Topladığı kekikleri koklardık beraber. Babamla bir avuç dolusu kekik koklayabildiğim için şanslı hissediyorum kendimi. Kaç çocuğa nasip olur ki böyle bir mutluluk…
Kimsenin bilmediği baharatların kerametlerini bilirdi babam. Başım ağrıdığında mercanköşk yağıyla masaj yapardı başıma. Üşüdüğümde yenibahar katardı demlediği çaya ve pişirdiği çorbaya. İçim ısınırdı bir anda. İştahsızsam muşkat olurdu ilacım, karnım ağrıyorsa mahlep. Domatesli makarnaya kişniş katardı mutlaka. “Her baharatta bir duygu saklıdır” derdi. “Baharatlar bereketidir aşların ve ilacıdır hastalıkların. Ama şunu unutma, sevginin de bereketi ve ilacıdır.” Ben anlam veremedim pek bu sözlere. Şimdilerde anlıyorum ki, sarıldığım eşim fesleğen kokuyormuş meğer, öpüp kokladığım kızımda rezene tazeliği, ben daha çocukken solup da gidiveren annemde reyhan zarifliği varmış. Ah babacığım, bil ki sen baharatların en muhteşemisin…
İlkokulda alay ederdi arkadaşlarım benimle. “Senin baban erkeklere benzemiyor” derlerdi. Kendilerince birçok sebebi vardı böyle düşünmelerinin. Babamın tuhafiyeciden aldığı makaralar, yünler ve tığlar mesela. Nice anne baba çarşıdan yelek alırken çocuklarına, babam yedi numara tığla rengarenk yelekler örerdi bana. Ne kendisine, ne de bana çorap aldığını bilmem babamın; kendi örerdi üç numaralı tığla çoraplar ve patikler. İkimizin de ikişer tane sabun bezi vardı iki numaralı tığla örülen. Beraber yün eğirdiğimizi anlatırdım babamla. Babamla yaptığımız güreşleri duymazdan gelirlerdi de, yün eğirme anlarımıza kahkahalarla gülerlerdi. Öğretmenim de yadırgardı babamın el işine olan merakını.
Bir gün mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçiyorduk babamla. Babamın kazağını işaret etti bir adam, “sen mi ördün bunu len?” dedi gülerek. “Ben ördüm” dedi babam. “Bizim kadınlarımız öremez böyle kazak” dedi adam. Kahvehane doluydu. Herkes gülmeye başladı babama. “Karı gibi adamsın valla” dediler, “eşin rahmetliden sonra evlenmene gerek yok, kadın işlerinin hepsini biliyorsun” dediler. Benim yüzüm kızardı babamla böyle konuştukları için. “Ben kadınlığımı eşimden aldım” dedi babam, “kadınlığı öğrenemeden adam olamazsınız!” “Ben adam değil miyim?” dedi iri yarı bir adam bir hışımla. Ses etmedi babam. Geçip giderken yine seslendi aynı adam, “erkeksen gel, bilek güreşi yapalım seninle!” Durdu bir anda babam. Döndü geri. “Gel oğlum” dedi bana,“sana bir bardak çay ısmarlayayım.” Kalbim küt küt atıverdi. Alay etmeler, babamı küstahça süzmeler. Dediler ki o adama, “bileğini kırma bari, acı bu ablamıza!” Kahvehanenin tam ortasına bir masa kuruldu. Masanın bir ucunda babam, diğer ucunda o adam. “Oğlumun çayı gelmeden başlamam” dedi babam. Yine gülmeler, alaylar, kabaca konuşmalar. Ben yan masadaydım. Çayımı getirdi garson. “Afiyet olsun oğlum” dedi babam gülümseyerek. Adama, “hazırsan başlayalım” dedi. “Beş saniye dayanırsan sana çay değil, kahve ısmarlayacağım” dedi adam kibirle. Babam çok daha zayıftı, kasları çok daha inceydi o adamdan ve ben babamı ilk kez biriyle bilek güreşi yaparken seyredecektim. Çok korktum ben, yumdum gözümü. Garsonun sesini duydum, saydı üçe kadar ve bilek güreşine tutuştu babamla o adam. Yumuluydu hâlâ gözüm. Üç saniye, beş saniye, on saniye… Yalnızca adamın sesi duyuluyordu. “Nasıl yani?” diyordu, “ne oluyor lan!” diyordu. Babamın sesini duydum birdenbire. Kızmıştı babam bana, “aç gözünü serseri!” dedi. Açtım gözümü. Gözümü açmamla, adamın bileğini masaya yatırdı babam. Kimseden çıt çıkmıyordu. Adamın yüzünde acı vardı. “Mola verelim, bir kez daha bilek güreşi yapalım, bu sayılmaz!” dedi adam. Kendisine kahve söyledi babam. “Senin kahve ısmarlayacağın yok, ben kahvemi içerken sen dinlen!” dedi. O alayların yerini şaşkınlık almıştı. Adam kalktı yerinden, “elimi yüzümü yıkayıp geliyorum” dedi. Ter basmıştı her yanını. Geldi iki dakika geçmeden. Oturdu babamın karşısına. Babam bana baktı, “yumma gözünü” dedi, “sakın yumma…” Garsonun işaretiyle yine tutuştular bilek güreşine. Üç saniye, beş saniye, on saniye… On beşinci saniyede belki, babam yine rakibinin bileğini yatırmıştı masaya. Babamı “karı” diye küçümseyenler, “helal olsun abimize” dediler, “saygılar beyim” dediler ve o iri yarı adam, babama dedi ki, ” eyvallah abi, ama açıkla bu işin sırrını!” “Erkeksen gel diye çağıran sendin, ama yalnızca erkek olan değil, adam olan kazandı!” dedi babam. “O yağ tabakası parmakların tığ kullansaydı, örgü örseydi, parmaklarını daha iyi kullanabilirdin bilek güreşinde “ dedi. Canım babam ilk kez racon kesiyordu ve ben babamla gurur duyuyordum! “Kalk gidiyoruz oğlum” dedi bana. Adama baktı öylece, “kahvem soğumuş, üzerine bir fincan soğuk kahve iç, bendensin!” dedi. Herkes sus pus olmuştu.
Eve girmemizle hıçkırarak ağlamaya başladı babam. Ben anlam veremedim buna. Bağırdı bana ilk kez. “Bunu istiyordun benden değil mi serseri?” dedi. “İngiliz anahtarı kullandığımı biliyorsun, ama tığ kullanmamı dert ettin kendine değil mi?” dedi. “Başımızı dik tutmamız başarı değil, bir herifi bilek güreşinde yenmem başarı sana göre değil mi?“dedi.”Küstüm sana” dedi. Sarıldım babama sımsıkı. Ben de hıçkırarak ağlıyordum. “Küstüm sana “dedi yine babam, bir sonraki sözüyse, “küstüm sana, ama geçti dostum…” Babamın en uzun süren küskünlüğüydü ve birkaç dakika kadar sürmüştü… Biz baba oğul çok güçlüydük; ben o gün bunu öğrenmiştim…
Karşı komşumuz teyze, babamla birbirlerine “komşucuğum” diye hitap ederlerdi. Akranım bir kızı vardı ve çok iyi anlaşırdık onunla. Babama “amcacığım” diye hitap ederdi, bana ise “arkadaşım” Teyzenin eşi de çok güzel insandı. Birçok erkek, birçok kadın, birçok akranım babamı yadırgarlarken, onlar sahip çıkardı bize. Ama komşumuza sorsanız der ki bana, “ben komşuluğu babanda gördüm cancağızım.” Pişirdiği her aşı tattırırdı bize. Evimizde hangi baharattan varsa, babam bir o kadarını komşumuza ayırırdı. Bir gün babam dedi ki, “oğlum, evlenir de bir kızın olursa Nisan koy adını. Komşu demek bahar bahçe demektir haneler içinde. Hanelere soba gibi kurulur komşuluklar, alıverir ayazını duvarların. Geriye bir ilkbahar ayı, nisan kalır. “ Tamir işleri olduğunda, babamı çağırırdı komşumuz. Babam örgü örüyorsa, tığını bırakıp ,alet çantasını alır, ona giderdi. Babam da, komşumuz da bütün cinsiyetlerden ötedeydi, can`dı. Şimdi elli beş yaşındayım ve otuz yaşında bir kızım var. Adı Nisan. O da babam gibi, komşucuğumuz gibi çok güzel bir can…
Üç gün oldu babamı yitireli. Seksen üçündeydi. Yorgan döşek yatıyorken benden sarımsaklı yoğurt istedi. Caydı sonra, “öbür tarafa ağzım kokarak gitmeyeyim” dedi. “Nane şekeri veririm sana babacığım” dedim. Benim de kabullenişimdi babamın ölümünü. “Bana kakaolu puding yapar mısınız?” dedi. Eşimle Nisan mutfağa koştular. Hastaneden taburcu edilmişti babam, son anlarını evde, bizimle geçirsin diye.
Son anlarında bile bir eli, diğer elini sıkı sıkı kavrıyordu babamın. Ben dört yaşındayken soluveren annemin ardından, hep öyle uyurdu. “Benim iki elim değil, bir elim var” derdi, “diğer elim annenin eli, sağ olsun hep tutuyor elimi…” Ah güzel annem benim, sen hep sağdın babamın yüreğinde ve benim düşlerimde. Babama yaşattığın sevgiler, içtenlikler, incelikler senden babama ,babamdan da bana geçti. Minnettarım bunun için sana.
Oğlun, dostun ve serserin olarak senden şefkati öğrendim babacığım. Kıyamamayı, kıyamaya kıyamaya sevmeyi öğrendim. Senin annemden öğrendiğin kadınlığı ve adamlığı ben senden öğrendim. İngiliz anahtarı da, tığ da kullanan bir oğlun var ve bunu sana borçluyum, bunun da ötesinde can olmayı.
On birinci doğum günümdü. Senden dünya küresi istemiştim. Almıştın elbette. Her gece küreyi defalarca çevirir, ülkelere bakardım uyumadan önce. Unutamadığım bir anımdır.
Şimdi yine küreyi çevirip de ülkeleri seyrediyorum öyle dalgın, öyle buruk; fısıldıyorum usulca, “ benim ülkem babamdır…”
Ergür Altan
Bahçede çocuklarla oynayan babama dedim ki bir gün, “çocukların en iyi oyun arkadaşı sensin babacığım.” Gülümsedi babam. Mutlu olduğunda “dostum” derdi bana, üzüldüğünde ya da kızdığında ise “serseri!” “Ben çocuklara sevmeyi öğretiyorum dostum” dedi, “yanaklarımı okşadıklarında, bir kediye, bir köpeğe, bir kuşa nasıl davranmaları gerektiğini anlıyorlar; can yakmadan, incitmeden, incelikle sevmeyi öğreniyorlar.” Babam yalnızca benim babam değil, çocukların, hayvanların, hatta tabiat ananın babasıydı.
Baharatlarla yarenlik ederdi babam. Kekik toplamaya giderdi dağlara. Topladığı kekikleri koklardık beraber. Babamla bir avuç dolusu kekik koklayabildiğim için şanslı hissediyorum kendimi. Kaç çocuğa nasip olur ki böyle bir mutluluk…
Kimsenin bilmediği baharatların kerametlerini bilirdi babam. Başım ağrıdığında mercanköşk yağıyla masaj yapardı başıma. Üşüdüğümde yenibahar katardı demlediği çaya ve pişirdiği çorbaya. İçim ısınırdı bir anda. İştahsızsam muşkat olurdu ilacım, karnım ağrıyorsa mahlep. Domatesli makarnaya kişniş katardı mutlaka. “Her baharatta bir duygu saklıdır” derdi. “Baharatlar bereketidir aşların ve ilacıdır hastalıkların. Ama şunu unutma, sevginin de bereketi ve ilacıdır.” Ben anlam veremedim pek bu sözlere. Şimdilerde anlıyorum ki, sarıldığım eşim fesleğen kokuyormuş meğer, öpüp kokladığım kızımda rezene tazeliği, ben daha çocukken solup da gidiveren annemde reyhan zarifliği varmış. Ah babacığım, bil ki sen baharatların en muhteşemisin…
İlkokulda alay ederdi arkadaşlarım benimle. “Senin baban erkeklere benzemiyor” derlerdi. Kendilerince birçok sebebi vardı böyle düşünmelerinin. Babamın tuhafiyeciden aldığı makaralar, yünler ve tığlar mesela. Nice anne baba çarşıdan yelek alırken çocuklarına, babam yedi numara tığla rengarenk yelekler örerdi bana. Ne kendisine, ne de bana çorap aldığını bilmem babamın; kendi örerdi üç numaralı tığla çoraplar ve patikler. İkimizin de ikişer tane sabun bezi vardı iki numaralı tığla örülen. Beraber yün eğirdiğimizi anlatırdım babamla. Babamla yaptığımız güreşleri duymazdan gelirlerdi de, yün eğirme anlarımıza kahkahalarla gülerlerdi. Öğretmenim de yadırgardı babamın el işine olan merakını.
Bir gün mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçiyorduk babamla. Babamın kazağını işaret etti bir adam, “sen mi ördün bunu len?” dedi gülerek. “Ben ördüm” dedi babam. “Bizim kadınlarımız öremez böyle kazak” dedi adam. Kahvehane doluydu. Herkes gülmeye başladı babama. “Karı gibi adamsın valla” dediler, “eşin rahmetliden sonra evlenmene gerek yok, kadın işlerinin hepsini biliyorsun” dediler. Benim yüzüm kızardı babamla böyle konuştukları için. “Ben kadınlığımı eşimden aldım” dedi babam, “kadınlığı öğrenemeden adam olamazsınız!” “Ben adam değil miyim?” dedi iri yarı bir adam bir hışımla. Ses etmedi babam. Geçip giderken yine seslendi aynı adam, “erkeksen gel, bilek güreşi yapalım seninle!” Durdu bir anda babam. Döndü geri. “Gel oğlum” dedi bana,“sana bir bardak çay ısmarlayayım.” Kalbim küt küt atıverdi. Alay etmeler, babamı küstahça süzmeler. Dediler ki o adama, “bileğini kırma bari, acı bu ablamıza!” Kahvehanenin tam ortasına bir masa kuruldu. Masanın bir ucunda babam, diğer ucunda o adam. “Oğlumun çayı gelmeden başlamam” dedi babam. Yine gülmeler, alaylar, kabaca konuşmalar. Ben yan masadaydım. Çayımı getirdi garson. “Afiyet olsun oğlum” dedi babam gülümseyerek. Adama, “hazırsan başlayalım” dedi. “Beş saniye dayanırsan sana çay değil, kahve ısmarlayacağım” dedi adam kibirle. Babam çok daha zayıftı, kasları çok daha inceydi o adamdan ve ben babamı ilk kez biriyle bilek güreşi yaparken seyredecektim. Çok korktum ben, yumdum gözümü. Garsonun sesini duydum, saydı üçe kadar ve bilek güreşine tutuştu babamla o adam. Yumuluydu hâlâ gözüm. Üç saniye, beş saniye, on saniye… Yalnızca adamın sesi duyuluyordu. “Nasıl yani?” diyordu, “ne oluyor lan!” diyordu. Babamın sesini duydum birdenbire. Kızmıştı babam bana, “aç gözünü serseri!” dedi. Açtım gözümü. Gözümü açmamla, adamın bileğini masaya yatırdı babam. Kimseden çıt çıkmıyordu. Adamın yüzünde acı vardı. “Mola verelim, bir kez daha bilek güreşi yapalım, bu sayılmaz!” dedi adam. Kendisine kahve söyledi babam. “Senin kahve ısmarlayacağın yok, ben kahvemi içerken sen dinlen!” dedi. O alayların yerini şaşkınlık almıştı. Adam kalktı yerinden, “elimi yüzümü yıkayıp geliyorum” dedi. Ter basmıştı her yanını. Geldi iki dakika geçmeden. Oturdu babamın karşısına. Babam bana baktı, “yumma gözünü” dedi, “sakın yumma…” Garsonun işaretiyle yine tutuştular bilek güreşine. Üç saniye, beş saniye, on saniye… On beşinci saniyede belki, babam yine rakibinin bileğini yatırmıştı masaya. Babamı “karı” diye küçümseyenler, “helal olsun abimize” dediler, “saygılar beyim” dediler ve o iri yarı adam, babama dedi ki, ” eyvallah abi, ama açıkla bu işin sırrını!” “Erkeksen gel diye çağıran sendin, ama yalnızca erkek olan değil, adam olan kazandı!” dedi babam. “O yağ tabakası parmakların tığ kullansaydı, örgü örseydi, parmaklarını daha iyi kullanabilirdin bilek güreşinde “ dedi. Canım babam ilk kez racon kesiyordu ve ben babamla gurur duyuyordum! “Kalk gidiyoruz oğlum” dedi bana. Adama baktı öylece, “kahvem soğumuş, üzerine bir fincan soğuk kahve iç, bendensin!” dedi. Herkes sus pus olmuştu.
Eve girmemizle hıçkırarak ağlamaya başladı babam. Ben anlam veremedim buna. Bağırdı bana ilk kez. “Bunu istiyordun benden değil mi serseri?” dedi. “İngiliz anahtarı kullandığımı biliyorsun, ama tığ kullanmamı dert ettin kendine değil mi?” dedi. “Başımızı dik tutmamız başarı değil, bir herifi bilek güreşinde yenmem başarı sana göre değil mi?“dedi.”Küstüm sana” dedi. Sarıldım babama sımsıkı. Ben de hıçkırarak ağlıyordum. “Küstüm sana “dedi yine babam, bir sonraki sözüyse, “küstüm sana, ama geçti dostum…” Babamın en uzun süren küskünlüğüydü ve birkaç dakika kadar sürmüştü… Biz baba oğul çok güçlüydük; ben o gün bunu öğrenmiştim…
Karşı komşumuz teyze, babamla birbirlerine “komşucuğum” diye hitap ederlerdi. Akranım bir kızı vardı ve çok iyi anlaşırdık onunla. Babama “amcacığım” diye hitap ederdi, bana ise “arkadaşım” Teyzenin eşi de çok güzel insandı. Birçok erkek, birçok kadın, birçok akranım babamı yadırgarlarken, onlar sahip çıkardı bize. Ama komşumuza sorsanız der ki bana, “ben komşuluğu babanda gördüm cancağızım.” Pişirdiği her aşı tattırırdı bize. Evimizde hangi baharattan varsa, babam bir o kadarını komşumuza ayırırdı. Bir gün babam dedi ki, “oğlum, evlenir de bir kızın olursa Nisan koy adını. Komşu demek bahar bahçe demektir haneler içinde. Hanelere soba gibi kurulur komşuluklar, alıverir ayazını duvarların. Geriye bir ilkbahar ayı, nisan kalır. “ Tamir işleri olduğunda, babamı çağırırdı komşumuz. Babam örgü örüyorsa, tığını bırakıp ,alet çantasını alır, ona giderdi. Babam da, komşumuz da bütün cinsiyetlerden ötedeydi, can`dı. Şimdi elli beş yaşındayım ve otuz yaşında bir kızım var. Adı Nisan. O da babam gibi, komşucuğumuz gibi çok güzel bir can…
Üç gün oldu babamı yitireli. Seksen üçündeydi. Yorgan döşek yatıyorken benden sarımsaklı yoğurt istedi. Caydı sonra, “öbür tarafa ağzım kokarak gitmeyeyim” dedi. “Nane şekeri veririm sana babacığım” dedim. Benim de kabullenişimdi babamın ölümünü. “Bana kakaolu puding yapar mısınız?” dedi. Eşimle Nisan mutfağa koştular. Hastaneden taburcu edilmişti babam, son anlarını evde, bizimle geçirsin diye.
Son anlarında bile bir eli, diğer elini sıkı sıkı kavrıyordu babamın. Ben dört yaşındayken soluveren annemin ardından, hep öyle uyurdu. “Benim iki elim değil, bir elim var” derdi, “diğer elim annenin eli, sağ olsun hep tutuyor elimi…” Ah güzel annem benim, sen hep sağdın babamın yüreğinde ve benim düşlerimde. Babama yaşattığın sevgiler, içtenlikler, incelikler senden babama ,babamdan da bana geçti. Minnettarım bunun için sana.
Oğlun, dostun ve serserin olarak senden şefkati öğrendim babacığım. Kıyamamayı, kıyamaya kıyamaya sevmeyi öğrendim. Senin annemden öğrendiğin kadınlığı ve adamlığı ben senden öğrendim. İngiliz anahtarı da, tığ da kullanan bir oğlun var ve bunu sana borçluyum, bunun da ötesinde can olmayı.
On birinci doğum günümdü. Senden dünya küresi istemiştim. Almıştın elbette. Her gece küreyi defalarca çevirir, ülkelere bakardım uyumadan önce. Unutamadığım bir anımdır.
Şimdi yine küreyi çevirip de ülkeleri seyrediyorum öyle dalgın, öyle buruk; fısıldıyorum usulca, “ benim ülkem babamdır…”
Ergür Altan